Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Berbat bir harp planı: Cenkten önce bir drink!

İçkinin tesirindeki kimi Avusturyalılar, Türklerin baskın yaptığını zannederek birbirlerine ateş etmeye başlıyorlar. Sürekli kayıp veren Avusturya ordusu, derhal ricat kararı alıyor ve birbirine ateş ede ede geri çekiliyor. İki gün sonra muharebe meydanına gelen Osmanlı ordusu da binlerce ölü ve yaralı Avusturya askeriyle karşılaşıyor. Aklı başında tarihçiler muhtemelen “Ulan o kadar saçma şey olur mu?” diyerek bu aktarımın doğruluğunu sorgulasa da, muhtemelen gerçeğin her zaman kurgudan şaşırtıcı olduğunu bilenler, inceden bir “Valla olur mu olur” diyorlar. 

 1788’de, bugünkü Romanya’nın batısında meydana gelen Karansebeş Savaşı’nda, Osmanlı ordusu Avusturya ordusunu perişan etmişti. Daha doğrusu Avusturya ordusu kendi kendisini perişan etmişti! 

Trump’tan sonra gündeme gelen ve ilk başlarda kullandığınızda sizi kültürlü gibi gösteren ama şimdi “sıktı” dedirten “post-truth” kavramı, hakikaten çok saçma. Zira “gerçek-sonrası” anlamına geldiğinden, daha önce objektif bir gerçek olduğunu iddia etmiş oluyor. Bu bakımdan bu kavramı İzmir Marşı’yla yerine uğurluyor ve okurlarımızın Erkan Yolaç’ın sunduğu “Evet-Hayır” yarışmasını hatırladığını umuyoruz. Zira malumunuz, isminin ardına “Turkey Expert” yazanların ülkenin kültürel kodlarına yabancı olmasına alışmıştık ama, İzmir Marşı’nın ülkenin popüler kültüründe neye tekabül ettiğini bilmeyen siyasetçilerimiz ve mafya özentilerimiz var artık. 

Herkesin üzerinde mutabık kaldığı bir objektif tarih yazılamayacağını zaten biliyoruz. Ama önemsiz olaylarda bile herkes olayı körlerin fili tarif ettiği gibi tarif edince, alternatif gerçeklerin her zaman olduğunu, öyle “postu-sonrası” olan bir “truth” olmadığını görüyorsunuz. 

Tıpkı ilk “Terminatör” filmi gibi ikincisinin gölgesinde kalan 1. Abdülhamit döneminde, yaz sonu yaşanan (zira o dönem kış mevsiminde lig tatile giriyor ve ordu seferden dönüyordu) ve Karansebeş Muharebesi olarak adlandırılan hadiseyi de herkes farklı anlatıyor. Bize anlatılan o ki; Sofya’da bulunan Serdar-ı Ekrem, yeniçerilerin disiplinsizliğinden rahatsızdır ama buna rağmen orduyu Avusturya üzerine doğru harekete geçirir. Aklımda kaldığı kadarıyla yeniçeriler ulufe falan istemişler. Bir yandan da yeniçerinin yaptığı iş karşılığında para istemesinde ben o kadar da büyük disiplinsizlik görmüyorum; Uzunçarşılı edepsizlik diye anlatıyor ama yeniçeri de belki “Abi beş aydır maaş yok, ne yapalım, boğaz tokluğuna mı çalışalım?” diyecek. 

Osmanlı ordusu huzursuzluklar içinde ilerliyor, türlü merhaleler ve muharebelerin ardından Karansebeş’te mevzilenmiş Avusturya ordusunu mat ediyor! Uzunçarşılı’ya göre bu muharebe 15 gün sürüyor. Yalnız aktarımında bir cümle var ki, Avusturyalılar olayı sadece o cümleyle anlatıyor. Uzunçarşılı’ya göre bu savaşın sonunda Avusturya ordusu kaçarken, iki asker arasında içki meselesinden çıkan bir kavgada “Türkler geldi” diye söylenti çıkıyor ve onca asker kaçarken birbirlerini eziyor. Önemsiz bir anekdot gibi. Ama sen gel de bunu Avusturyalıya anlat bakalım. 

Avusturyalılar nehrin iki yanına gayet iyi mevzileniyor ve Osmanlı ordusunun nereden saldıracağını anlamak için gecenin bir yarısı dört bir yana gözcü gönderiyorlar. Bu gözcülerden bir grup yolda çok ucuza içki satan bir kervanla karşılaşıp (öyle 22.00’den sonra içki satış yasağı yok) varını yoğunu içkiye yatırıyor ve hemen oturup içmeye başlıyor. Bu sırada bir Avusturya piyade bölüğü de —artık devriye mi atıyorlar nedir— bu gözcülerle karşılaşıyor. Halil İbrahim Sofrası’dır zannedip onlar da içmek istiyorlar ama gözcüler “Yağma Hasan’ın böreği mi bu?” diyerek içkilerini paylaşmaya yanaşmıyor. Bunlar başlıyorlar tartışmaya ki Marksist arkadaşlar arkadaşlar sormadan söyleyeyim, aralarında bir sınıf farkı da var sanırım. O sırada artık birisi hakaret amacıyla mı kullandı, sinirinden mi bilmiyorum karşı tarafa “Türkler!” diye bağırmaya başlıyor. E, başka biri de hayatı “Çekerim emaneti” tadında yaşayan biri olacak, havaya bir-iki kurşun sıkınca işler iyice karışıyor ve gecenin karanlığında iki grup birbirine ateş etmeye başlıyor. 

Silah sesleri üzerine intikal eden daha yüksek rütbeli askerler “Durun! Durun!” diye bağırıyor. Ama bunu Almanca yaptıkları ve Avusturya ordusundaki askerlerin çoğu Almanca bilmediği için askerlerin çoğu “Halt!” sözünü “Allah Allah!” nidalarıyla karıştırıp Türklerin gerçekten geldiğini zannediyorlar ve işler daha da karışıyor. Nehrin iki yanına mevzilenen Avusturya ordusu karşı tarafı Türklerin bastığını zannederek birbirine ateş etmeye başlıyor. Sürekli olarak kayıp veren Avusturya ordusu, derhal ricat kararı alıyor ve birbirlerine ateş ede ede geri çekiliyor. İki gün sonra muharebe meydanına gelen Osmanlı ordusu da binlerce ölü ve yaralı Avusturya askeriyle karşılaşıyor. 

Aklı başında tarihçiler muhtemelen “Ulan o kadar saçma şey olur mu?” diyerek bu aktarımın doğruluğunu sorgulasa da, muhtemelen gerçeğin her zaman kurgudan şaşırtıcı olduğunu bilenler, inceden bir “Valla olur mu olur” diyorlar. Ama yenilen tarafın tarihçilerinin, yenilgilerinin faturasını disiplinsiz askerlere, yanlış anlaşılmalara, karşı tarafın insanüstü mucizelerine bağlamaları geleneği muhtemelen hiç değişmiyor. 

Devamını Oku

Son Haberler