Aslında çöküş, şehrin sayılı caz barlarından birinin kapanıp, yerini simit satan bir dükkâna bırakmasıyla başladı ama hemen hiçbirimiz anlamadık. Hayır, Beyoğlu “birileri gelmeye başladığı için” değil, “birileri gitmeye başladığı”, delilerimiz bile ortadan kaybolduğu için bugün bu hâle geldi.
Beyoğlu’nun adının nereden geldiğini, 19. yüzyılda neden parlamaya başladığını falan anlatmayacağım. Semtin mütareke yıllarındaki birinci savaş sonrası Berlin’le yarışan dönemini, Beyaz Rus’ların getirdiklerini, 6-7 Eylül’ün götürdüklerini benden çok daha iyi anlatacak bir sürü yazar var. Zaten isterseniz bu bilgilere internetten anında erişebilirsiniz de. Ama internetin olmadığı zamanlar Beyoğlu bir nevi internetimizdi bizim, belki ben onu anlatabilirim.
Beyoğlu’na dair hatırladığım ilk şey, annemle Tarlabaşı’nda oturan teyzemi ziyaret etmemiz: Sıcak, toz-toprak ve dev çikolata blokları. Dalan’ın Tarlabaşı projesi başlamıştı, toz-toprak ondan olacak. Dev çikolatalardan başka şeyler de vardır herhâlde ama takdir edersiniz ki o yaşta en dikkati çeken şey oydu.
Daha sonra amcam, İnönü Stadı’nda Samet Aybaba’nın jübilesine, Beşiktaş-Fenerbahçe maçına götürmüştü, işte o zaman büyülenmiştim. Beni büyüleyen, o zaman bile iki futbolcu genişliğindeki Sinan Engin ya da aklımda kaldığı kadarıyla Beşiktaş’ta ilk maçına çıkan Şifo Mehmet değildi. Maçı izlemeye gelip Fenerbahçelilerin yuhaladığı Semra Özal ya da Beşiktaşlıların yuhaladığı Turgut Özal’ı da ancak yıllar sonra başka bir siyasetçi yuhalandığında çıkan tartışma vesilesiyle hatırladım. Taraftarların siyasetçileri yuhalayabildiği yıllardı yani ve beni büyüleyen, maçtan sonra gittiğimiz İstiklâl Caddesi oldu.
Devekuşu Kabare’nin “Beyoğlu Beyoğlu” oyunundaki “Eskiden Beyoğlu’na kıravatsız çıkılmazdı mirim” hayıflanmaları doruktaydı. Gecelerin farklı yaşandığı, sönük neonlardan ve pavyonların afişlerinden bile anlaşılabiliyordu. Sonra anlayacaktım ki “Beyoğlu çok bozuldu” lafı Beyoğlu kadar eski, Beyoğlu’nun hep “eski ve daha güzel” hâliyle hatırlanması da bir ata sporumuzdu.
İstiklâl trafiğe kapatıldıktan sonra Beyoğlu’na düzenli olarak gitmeye başladım. Okul çıkışı, bazen de okulu kırıp Cağaloğlu’ndan Beyoğlu’na yürür, Bab-ı Ali yokuşunu iner, henüz yanmamış köprüden geçer, Yüksekkaldırım yokuşunu çıkar, öyle varırdım. Kötü şöhretli pavyonlar duruyordu ama, kimileri “rock bar”a ve sanırım sadece Türkiye’de ve belirli bir dönemde kullanılmış bir tanımlama olan “entel bar”lara dönüşmüştü. Kimileri isimlerini bile değiştirmedi: Cazibe Night Club, Cazibe Rock Bar oluverdi. Pavyon fedaileri ve punk’lar, bez çantalı enteller ve metalciler, gazete satan komünistler ve yeni müşterilere yüzü gülen esnaf, festival filminden çıkıp sinema, Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nden gelip tasavvuf tartışanlar, fotokopi dergilerini dağıtan gençler ve tekrar Pasaj’a gitmeye başlayan ihtiyarlar, tektekçilerde şaraplarının yanında haşlanmış yumurta yiyenler ve yeni açılan vejetaryen lokantalarını dolduranlar, semtin yeni sakinlerine eski Beyoğlu’nun suç hikâyelerini anlatan eskiler ve hiçbir zaman yeterli olmasa da kendilerini burada daha rahat hisseden LGBT fertler iyi-kötü birarada yaşıyorlardı.
En çok da “deliler” vardı Beyoğlu’nu farklı kılan. Bugün internette videolarını bulabilecekleriniz dışında, arada bir civardaki fırınlar un taşıttığı için kafasında bir un çuvalıyla dolaşan ve caddede yürüyenlerin arkasından sessizce yaklaşıp “Bö!” diye bağırarak korkuttuğu için “Bö” dediğimiz arkadaşımız, gözümüzün önünde “güzelliğinizin şiirini yazıyorum” diye tuhaf bir iş yapmaya çalışırken çizginin öbür tarafına geçen şairimiz, bağıra çağıra yürüyen ve bugün olsa anlattığı komplo teorileriyle Takvim Özel Haber’de şeflik yapacak öfkeli abimiz. Engin Ergönültaş, yıllar önce “Kendilerini en rahat hissettikleri yer burası olduğu için burada deliler” demişti. Ezcümle ilk kez benden başka, birbirinden çok daha başka bir sürü insanla tanıştım ve o yaşta farkına bile varmadan “çeşitliliği kutladım”.
Kapılarını sabahın 9’unda açıp üstelik o saatte bangır bangır thrash metal çalan mekânlara doluşan okulu kırmış liselilerdendim. İlk defa hem yabancı kolejlerden hem motor meslek liselerinden hem “Lise ne ya” diyenlerinden bir sürü arkadaşım olmuştu. Küçük, kiminde sadece makarna satılan, kiminde çerez bile olmayan yerlerdeki “Megadeth mi Slayer mı?” tartışmaları, zamanla diğer mekânlarda siyaset ve felsefe üzerine kimi gereksiz kimi ilginç sayısız sohbete pencere açtı.
Beyoğlu sanki sayfaları rastgele açılan bir Wikipedia’ydı. Her an, her köşesinde saatlerce oturup sohbet edebilir, size hikâyelerini anlatmaya hevesli bir eski tüfekle karşılaşabilir, çerez tabağından antepfıstıklarını ayıklarken ilgilendiğiniz ya da daha önce varolduğunu bile bilmediğiniz bir konu hakkında ilginç bir şey öğrenebilirdiniz. Belki de “Beyoğlu çok bozuldu” denmeyen tek dönem de 90’ların ilk yarısındaki bu “diriliş” dönemiydi ve “Beyoğlu çok bozuldu” yerini “Beyoğlu bir harika” övmelerine bırakmaya başladı. Her övmeyle emlâk fiyatları artıyor, her “Beyoğlu çok güzelleşti” lafıyla zincir mağazalardan biri küçük bir işletmeyi yutuyordu. Aslında çöküş, şehrin sayılı caz barlarından birinin kapanıp, yerini simit satan bir dükkâna bırakmasıyla başladı ama hemen hiçbirimiz anlamadık. Sadece Beyoğlu’nda bulabileceğiniz bir barın yerini, İstanbul’da hiçbir semtte benzerlerini görmeden elli metre yürüyemeyeceğiniz bir simitçi almıştı.
Ve sonra işte, delileri kayboldu Beyoğlu’nun. Hayır, Beyoğlu “birileri gelmeye başladığı için” değil, “birileri gitmeye başladığı”, delilerimiz bile ortadan kaybolduğu için bugün bu hâle geldi. Ama “Beyoğlu ucuza eğlenmeye gelenlerden temizleniyor” diye gazetelerinden bayram eden akademisyenler ve tiyatro salonlarının kira kontratlarını “serbest piyasa ekonomisi kardeşiim” diye yenilemeyen yerel yöneticiler kitapçıları da, pavyonları, çaycıları, barları da, tiyatro salonlarını da, kültür merkezlerini de istemiyordu ve kendilerinden başka herkesi Beyoğlu’ndan kovup tek başlarına mutlu olacaklarını sandılar. Hâlbuki hepsi birbirinden başka unsurlarından, hele hele delilerinden temizlenmiş, kültür, sanat ve fikir üretmek yerine bol şerbetli tatlılar satmaktan ve aslında hep satmaktan başka rolü kalmayan bir Beyoğlu’nun, kendisini cazibe merkezi yapan özelliklerini yitireceğini göremediler.
Aslında belki de bir yandan Beyoğlu kısa süreli dirilişini tamamladı, “Ah nerede o eski Beyoğlu azizim” günlerine geri döndü. Umalım ki bu kez “Aa, Beyoğlu son yıllarda çok güzelleşti” günlerinin gelmesi uzun sürmesin.