Tolstoy’un ünlü eseri Harp ve Sulh, 1942’de Türkçe’ye çevrilmeye başlandı. Zeki Baştımar ve Nâzım Hikmet tarafından ortak tercüme edilen dev eser, bu iki aydının mektuplaşmalarında da temel konulardan biriydi. Edebiyat ve siyasetin biraraya getirdiği dostluklar, dilin kullanımı ve gündelik hayat üzerine, bir dönemin belki de en kıymetli belgeleri…
Lev Tolstoy’un, Napoléon’un 1812’deki harekatının aynasında dönemin Rusya’sını anlattığı Harp ve Sulh romanı, 1865’den 1869’e tefrika olarak yayımlanmıştı. Dünya edebiyatının sayılı klasiklerinden dört ciltlik devasa eserin Türkçe’ye ilk tam çevirisinin macerası, iki çevirmenin mektuplaşmalarının ötesinde ilginç rastlantıların da hikâyesidir.
Bir başka savaşın, o güne kadar yaşanmış olanların en dehşetlisinin karanlık günlerinde Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosunun çeviri listesinde yer alan bu 2000 sayfalık dev eser, Zeki Baştımar’ın adıyla yayınlanmış (1943); ancak onunla birlikte, hapishanedeki Nâzım Hikmet’in de ortak ürünü olmuştur. 1942’de başlayan bu oylumlu çevirinin ilk cildi 1943’te, diğerleri sırasıyla 1945, 1946 ve 1948 yıllarında yayımlanır.
Nâzım Hikmet’in mahpusluk döneminde akim kalan bir abajur üretimi, iflas eden dokuma kooperatifi dâhil olmak üzere ekmeğini kazanmak ve ailesini geçindirmek için çeşitli faaliyetlerde bulunduğu bilinir (“Mâlum ya Viran olası hânede evladü ayal var” diye yazar Zeki Baştımar’a). Bunların arasında daha sonra yapacağı birkaç çeviri işiyle birlikte, hepsinden daha kapsamlı olan ve daha uzun bir zaman dilimine uzanan Harp ve Sulh çevirisi bulunmaktadır.
Bu çeviri macerası vesilesiyle Nâzım Hikmet, diğer çevirmen Zeki Baştımar ile “Görülmüştür” mühürlü bir dizi mektupta hem çevirinin gidişatı üzerinde fikir alışverişinde bulunmuş hem de sürekli tahsilat hakkında bilgi edinmeye çalışmıştır. Öte yandan bu mektuplaşmanın her mahpus gibi yalnızlığını kısmen gidermesine yaradığı da eklenmeli. Çeviri tamamlandığında “Emin olun ki hapislik devrimin şu son yedi sekiz yılında bana sevgili bir insan eli şefkatıyla uzanan, evimden ve sizden gelen mektuplar oldu. Arada, tercüme, mektuplaşmaya bir vesile olmuştu, bu vesilenin kalkmasıyla mektuplarınızın arkasını kesmemenizi reca ederim” diye yazıyordu Nâzım.
Aslında Nâzım Hikmet ile Zeki Baştımar eski tanıştılar; Moskova’daki aynı okulda (KUTV-Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi) okumuşlar ve ülkede Türkiye Komünist Partisi’nde (TKP) kısa bir dönem de olsa aynı saflarda (muhalefet) bulunmuşlardı. Rastlaşmalar bununla sınırlı kalmayacak, Nâzım Hikmet hapisten çıktıktan sonra Rusya’ya geçecek ve 10 yıl sonra bu kez 1951-52 TKP tevkifatından aldığı hükmü tamamladıktan sonra 1961’de yurtdışına çıkan Zeki Baştımar ile TKP Merkez Komitesi Dış Bürosu üyesi olarak beraber çalışacaktır.
Mektuplaşmalarda bu siyasal geçmişe dair herhangi bir gönderme elbette bulunmamaktadır. “Görülmüştür” damgasının bile yeterli olmadığı koşullarda bunu garipsememek gerek (“Ben tabir caizse ‘şuurlu’ bir hapis vatandaş olarak mektuplarımı hapishane idaresine kontrol ettirdikten ve mühürletip imzalattıktan sonra gönderdiğime göre, hapishane idaresine ve binaenaleyh Türkiye Cumhuriyeti Bursa Adliyesine itimat etmeyip mektublarımı ikinci bir kontrolden geçirerek, Türkiye postalarının mahremiyetine tecavüz edenler varsa bu marifetlerinin mahiyetini tesbit ve adlandırmak biraz da kendilerine güvenilmiyen Adliyeye ve mahremiyeti ihlal olunan postaya düşer”. 28 Ocak 1943).
Mektuplaşmanın yer aldığı kitabı yayına hazırlayan Erden Akbulut’un sözleriyle mektupların künyesi şöyledir: “Bu mektuplar, yurtdışına giderken Zeki Baştımar tarafından yeğeni Süreyya Hacıyakuboğlu’na bırakılmış, o da bunları İlhan Selçuk’a iletmiştir. İlhan Selçuk’un bağışı olarak Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı arşivinde bulunan bu mektupların bir kopyasını ve yayın haklarını veren Vakıf yöneticilerine teşekkür ediyorum. Ne yazık ki Zeki Baştımar’ın gönderdiği mektupların büyük bölümü yoktur. Ayrıca Memet Fuat Arşivi – Piraye Koleksiyonu’nda bulunan Zeki Baştımar’ın bir mektubunun varlığı bilgisini veren ve kopyası ile transliterasyonunu ileterek yayınlamama olanak sağlayan Yeşim Bilge’ye teşekkür ediyorum”.
Zeki Baştımar
Dünya edebiyatının sayılı klasiklerinden Savaş ve Barış’ın Türkçeye ilk tam çevirisi II. Dünya Savaşı yıllarındaki çevirisi Nazım Hikmet’in adı es geçilerek yalnız Zeki Baştımar (üstte) adıyla yayınlanmıştı.
Çeviri başlıyor
Başvekâlet Umumî Murakabe Heyeti’nden Zeki Baştımar, “birinci cildin 1943 Nisanına, ikinci cildin Ağustos nihayetine kadar, diğer ciltlerin de 1944 ortalarına kadar dilimize çevrilebileceğini bildirdim” demekte. Ortak çeviri konusunda, hele hele birlikte çalışma imkanı olmayan iki çevirmenin en temel meselesini de “Tercümede bir vahdet bulunması gerek. Lakin ben bir üstatla ancak bir tezat teşkil edebilirim” diyerek belirtiyor.
Nâzım ise Tolstoy’un üslubu üzerinde hassasiyetle duruyor ve aslıyla mukayese etmek için değil ama bir çeviri örneği olarak Fransızcasını görmeden çeviriye başlayamayacağını belirtiyor.
İlk kez böylesi bir edebi eser çeviren Nâzım Hikmet, çeviri yol aldıkça, ilk cildin bitiminde şöyle yazar: “Tercümede bir çok hatalar yapmış olabilirim, hele askerî rütbelerde sivil memuriyet isimlerinde filan. Bundan başka da yanlışlarım varsa istediğiniz gibi düzeltebilirsiniz. Ben yalnız bir şeye dikkat ettim: Tolstoy’un edasını ve üslubunu elimden geldiği kadar muhafazaya. Bu hususta fıransızca tercümesinden biraz daha muvaffak olduğumu sanıyorum. Fıransız tercüman buna hiç dikkat etmemiş, bazen Tolstoy’un bilhassa uzun bir cümle turnürüyle söylediklerini, sanki Tolstoy onu daha kısaca söylemesini beceremezmiş gibi, kısaltmış, bazen de bunun aksini yapmış”.
Tolstoy çevirisi, üslup ve “çeviri nasıl yapılmalı” konusunda Kemal Tahir’e, Vâ-Nû’lara Mektuplar’ında da görüşlerini dile getiriyordu. Ne de olsa “halis muhlis bir dev”le cebelleşiyordu.
Tolstoy üslubu, hapishanedeki edebi faaliyetlere de yansımıştır. “Kendisi çok dikkate değer hikâyeler ve şiirler yazıyor, türkçeden başka dil bilmiyor, harıl harıl fıransızcaya çalışıyor, işte o, Tolstoy tercümesindeki üslup başkalığından faydalandığını söylüyor, hattâ yeni bir hikâyesinde, tâbir caizse, Tolstoyun üslubunun bir iki örneğini de başarıyla verdi” diye Orhan Kemal’i takdim eder. Arada geçerken dil ve üslup üzerine mülahazalardan kendini alamaz: “Muhteva üzerinde çalıştıkça şekil çıkacaktır. Filhakika bazen bu şekil bugünkü kitabı nesir dilinden bazen uzaklaşacaktır, ama ne yapalım, daha doğrusu ne ala, ne iyi, zaten bugünkü nesir dilimizin sentaksı, ana şekli, bizim tabir caizse meşrutiyet burjuvazimizin cılız, basit muhtevasına uygun bir nesnedir ve öylece de kalıplaşmış, donmuştur ve binaenaleyh bunun yıkılması gerektir. Bu bir zarurettir, şiirde olan şey, zaten malum ya, şiir her zaman önde gider, nesir dilimizde de olacaktır”.
Harp ve Sulh çevirisi Nâzım’ın enerjisinin önemli bir kısmını alsa da kendi çalışmalarını da ihmal etmez: “Bir taraftan da ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ diye üç yıldan beri bir kitaba çalışıyorum. Günler saatleri dehşetli kısaltarak kuş gibi geçiyor”.
Üslup tartışmalarının yanısıra güncel dil sorunları da mektuplaşmalarda araya girer. Zeki Baştımar merkezden bilgiler aktarır: “… bugünkü neşircilerimiz arasında ara sıra münakaşa edilen bir (ve) meselesi var, hatta Tercüme Bürosunda bir (ve) düşmanlığı var. Hatta o kadar ki tercüme ettiğimiz kitabın adına “Savaş, Barış” denmesini teklif edenler bile bulundu. Bu kadarı da çok saçma tabii. Yabancı dillerde çok bol olan (ve)leri tercümede çok defalar virgülle geçmek, bazen “de”, “ile” ve yerine göre başka edatlarla ifade etmek mümkündür ve dilimize daha uygun düşüyor. Bununla beraber şüphe yok ki ve ve’dir, icap ettiği, uygun düştüğü yerde ne kadar sık da olsa kulanılmak gerektir” (27.3.43). El cevap: “Mektubunuz geldi, söyledikleriniz pratikte çok doğru olan şeylerdir. Ve ve’dir amma, elbette ki müşteriyi düşünmeğe mecburuz, bundan dolayı ben elimden geldiği kadar zavallı, canlı, zaruri VE’lerin canına kıydım. Mamafi siz dilediğiniz gibi Ve katliamında bulunabilirsiniz”.
Çok nadir de olsa Nâzım kendi hukuki durumundan sözeder: “Size bir de sevineceğinizi sandığım bir haber vereyim: Ben dayımdan [Ali Fuat Cebesoy] iadeyi mahkeme talebinde bulunmak üzere istida dilekçesi aldım. Bu teşebbüse kendiliğinden girişmiş. Temize çektim gönderdim. Dilekçe gayet etraflı, vakıfane ve vakur yazılmıştı. Uğradığımız kanunsuzluğu etrafıyla izah ediyordu. Bundan bir netice çıkarsa benim gibi gadre ve kanunsuzluğa uğramış diğer sözde suç ortaklarım da, ben de hürriyetimize kavuşacağız demektir. Bu bir ümit. Ben yüzde elli ihtimal veriyorum. Haydi hayırlısı diyelim (11.12.43). “Hayırlısı” diyordu ama çalışma temposunu düşürmüyordu. Rubailer, Saat 21-22 Şirirleri ve Memleketimden İnsan Manzaraları gibi düzenli mesai gerektiren çalışmaları aksıyor (“Tercüme bütün günümü yiyip bitirerek alıyor”); fizikî olarak zorlanıyordu (“Kolum fena sancıyor. Galiba tercümeye çalışmaktan oldu bu”). Ama bir mahpusun el kitabının belki de ilk cümlesini de yazmıştı: “Çalışıyorum, o kadar çalışıyorum ki, ne ihtiyarladığımı, hattâ bazan da, ne de hapis olduğumu farkediyorum”.
Mareşal Çakmak ve çevirmenler
Zeki Baştımar adına izni alınan ve onunla birlik yürütülen Harp ve Sulh çevirisinde Nâzım’ın katkısını öğrenen Mareşal Fevzi Çakmak durumu hiç de hoş karşılalmamış, Hasan Âli Yücel’i komünistleri kollamakla suçlamıştır. Eğer diğer -yasal- çevirmenin TKP’nin o günkü önemli yöneticilerinden biri olduğunu bilseydi ne yapardı, bilinmez! TKP’den “troçkist polisçi” diye atılan birinin o günkü partinin önde gelen yöneticisiyle teşriki mesai içinde bulunması da ayrıca dikkate değer.
1905 doğumlu Zeki Baştımar, 1922-26’da Trabzon Muallim Mektebinde okudu, TKP’ye katıldı ve 1929’da Moskova’da KUTV’u bitirdi. Türkiye’ye geldiğinde, Nâzım Hikmet, Sarı Mustafa (Börklüce) gibi muhaliflerin yer aldı. Bu muhalefetin gerekçesine dair elde belge olmadığı için, esas ayrılığının ne olduğuna dair kesin bilgiler de yok. Ancak Komintern’e gönderilen bir rapora göre, sorun parti içi demokrasidir. Baştımar askerlik dönüşü muhalefetten ayrıldı ve 1932’de yapılan TKP 2. Konferansı’nda merkez komitesine seçildi. 1 yıl tutuklu kaldıktan sonra 1933’te tahliye olduğunda siyasi büro üyesiydi. 1934’te ikinci kez Rusya’ya gitti, Komintern’nin son kongresi olan 1935’teki VII. Kongre’de Şefik Hüsnü ile birlikte Türkiye delegesi oldu.
Nâzım Hikmet ise o günlerde dönemin önde gelen siması Şefik Hüsnü tarafından “Ancak polis, yalnızca bu açık saldırı yöntemine başvurmakla kalmamaktadır. Türk burjuvazisi, çeşitli küçük burjuva dönek gruplarını, özellikle Nâzım Hikmet’in Troçkist muhalefet grubunu Komünist Partisi’ne karşı kullanmasını biliyor…” denilerek açıkça mahkûm edilmişti.
Baştımar 1937’de Türkiye’ye dönüp Ankara’ya yerleşti ve Başvekâlet Murakebe Heyeti Kütüphanesinde çalıştı. 1944 tevkifatında tekrar tutuklandı ve 1 yıl Ankara askerî cezaevinde tutuklu kaldı. O zamanlar partinin siyasi büro üyesi ve Ankara vilayet komitesi başkanıydı. Ancak bu durum açığa çıkarılamadığından beraat etmişti. 1944 TKP davası gerekçeli hükmüne göre “Türkiye’ye dönmüş ve komünistlik akidelerine dair herhangi bir propaganda ve faaliyette bulunmayacağını Cumhuriyet Halk Partisi’ne bildirmiş ve bunun üzerine Başvekâlet Murakebe Heyeti kütüphane memurluğuna tayin edilmiştir”.
Ancak “eski bir ticaret bakanı olan bir akrabası vasıtasıyla” bu işe yerleşen Zeki Baştımar’ın Ankara parti teşkilatıyla ilişkisi sürmüştür. “Münevver tabakayla, muhariri çevreleriyle temasları” gelişkin olan Zeki Baştımar, bu dönemde ünlü Tercüme Bürosu’ndaki birçok kişiyle de yakın ilişki içindeydi. Tercüme Bürosu üyelerine bakıldığında “çevre”nin pek de dar olmadığı anlaşılır: Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu, Halide Edip Adıvar, Adnan Adıvar, Sabahattin Ali, Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Azra Erhat, Ahmet Hamdi Tanpınar, Vedat Günyol, Bedrettin Tuncel, Esat Sabri Siyavuşgil, Nusret Hızır, Hasan Ali Ediz, Orhan Burian, Erol Güney, Melahat Özgü.
Bu kadronun hemen hemen hepsi Nâzım’a hayrandır. Halide Edip onu “dâhi sıfatını alabilecek” kadar önemli eserler vermiş biri olarak görürken, Ahmet Hamdi Tanpınar “Ben Nâzım’a daima hayran oldum” demektedir. Nurulah Ataç için ise o neredeyse bir milattır.
Mektuplara dönersek, son sözü Nâzım Hikmet’e bırakmak gerekecek:
“Başka ne yazayım, herşeye rağmen dünya güzel ve insanların büyük bir çoğunluğu ve Türk halkı namuslu, güvenilmeğe değer, beraber yaşanmağa layık insanlardır ve ben dünyaya geldiğimden dolayı bahtiyarım. Size de aynı bahtiyarlığı diler, hasretle gözlerinizden öper, mektubunuzu ve tercüme hakkındaki haberlerinizi ve kabilse, bir parça dünyalık göndermenizi –tercümeye mahsuben mi olur, yoksa artık biraz daha bekleyip basılmakta olan kitap basıldıktan sonra mı olur, her nasıl olursa olsun- beklerim. Kavuşmak ümidiyle kardeşim”.