İnsan vücudunda hem böylesine önemli hem de böylesine tehdite açık başka bir organ yoktur. Tarih boyunca bu hayati ve kırılgan çıkıntının tedavisiyle meşgul olan hekimler, hayırlı bir yan etki olarak plastik cerrahiyi de keşfettiler.
MEHMET ÖMÜR
Koku almanın fizyolojisiyle ilgili araştırmalar son 30-40 yılda yoğunlaştı. 2004 Nobel Tıp ve Fizyoloji Ödülünü, kokunun algılanması ve hatırlanmasını da içeren koku sistemimizin organizasyon yapısı ile ilgili çalışmalarıyla Richard Axel ve Linda Buck kazandı. İkili, koku algılayıcılarımızı doğrudan etkileyen daha önce tanımlanmamış bir gen ailesi keşfettiler. Ama bütün gelişmelere rağmen, özellikle kokunun beyinde işlenişiyle ilgili kimi mekanizmalar modern bilim için hâlâ gizemini korumaya devam ediyor.
Tarih boyunca burun ve koku alma duyusunun esrarını çözmek için uğraşanlar arasında ilk akla gelen isim, burundaki koku alma bölgesini bulan ve gladyatörleri tedavi ettiği için ilk spor hekimi olarak kabul edilen Bergamalı Galenos’tur. Ancak bu bölgenin ayrıntılı tanımı için 1200 yılı aşkın bir süre geçmesini, Andreas Vesalius’un (1514- 1564) bu işe ‘burnunu sokmasını’ beklemek gerekti. Gerçi ondan önce Alessandro Achillini (1463-1512) koku alma sinirini ilk kez tanımlayan biliminsanı ünvanını kazanacak ama koku alma bölgesinin ayrıntılarını De Humani Corporis Fabrica adlı 1543 tarihli kitabında Vesalius açıklayacaktır. Henüz mikroskop yoktur ortalarda, dokuları yakından görmeyi mümkün kılan bu cihazın icadıyla, Alman Max Schultze 1860’ta ilk koku alma hücresini saptar.
Koku alma duyumuzun kıymetini onu kaybettiğimizde anlıyoruz. Burnumuz tıkalı olduğunda oksijeni ağızdan alarak idare edebiliyoruz, ama koku ve tat alma duyularımıza veda ediyoruz. Bu nedenle tarih boyunca Babil hekimleri, Mısır rahipleri, Maya büyücüleri burun tıkanıklığına çözüm bulmaya çalıştılar. Ama 19. yüzyıla kadar burun anatomisinden ve burnun havayı süzme, vücuda uygun ısı ve neme getirme gibi işlevlerinden bihaber olduklarından, bugünkülerden çok da farklı olmayan burun rahatsızlıklarını tedavi etmekte genellikle çaresiz kaldılar.
Eski zamanlarda da en çok sık rastlanılan burun rahatsızlığı, bugün olduğu gibi nezleydi. Hipokrat bundan 2500 yıl önce Eski Tıp diye adlandırdığı kitabında Antik Yunan’da coryza denilen nezleye dair, “Bu sıradan ve zararsız hastalıkta burun akmaya başlar. Yanma hissi oluşur. Ardından salgı yoğunlaşır” diye yazar. Nezlenin yaşla, mevsimle ilgisini, komplikasyonlarını ve tedavilerini anlatır. Coryza’ya tarih boyunca “ beyin nezlesi” de denilir. Nezle sırasında beyindeki kötü sıvıların burundan dışarı çıktığı düşünülür. Bu görüşe ilk kez 1655’de İngiliz anatomist Victor Schneider (1614-1680) karşı çıkar ve De Fosse Cribriformis adlı kitabında beyin ile burun arasında böyle bir akıntıya yol açabilecek bir açıklık olmadığını gösterir. Nezlenin nedeninin mikroplar olduğunu ortaya koyansa ünlü Louis Pasteur’dür (1822-1895).
Eski hekimlerin burun tıkanıklığı yapan başka hastalıklarla da mücadele ettiğini biliyoruz. Burun ülseri bunların en yaygınlarındandır. Muhtemelen kirli parmaklarla burun kaşımadan oluşan burun ülserleri, o zamanlarda lepra, skleroderma, scorbut ve tüberküloz gibi hastalıklarla da bağlantılı olmalıydı. 1500’lü yıllarda Kristof Kolomb’un denizcilerinin Amerika’dan taşıdığı sifilis (frengi) de daha sonraları aynı guruba dahil hastalıklar arasına katılacak, sifilis sonucunda çöken buruna ünlü filozofunkine benzediğinden “Sokrat burnu” denilecektir. Burun frengisinin 16. yüzyıldan itibaren çok sayıda burnu harabetmesinin tıp tarihinde olumlu bir etkisi de olur, burunları tamir etmek isteyen hekimler plastik cerrahinin temellerini atarlar. Bunların başında Fransız Ambroise Paré gelir ve modern cerrahinin babası olarak bilinir.
Tarih boyunca burnun başına gelenler arasında ilk sıralarda travmalar gelir. Korumasız bir çıkıntı teşkil eden burun, her türlü kazada zarar görür. Eski Yunan’da boks sporu çok yaygındır. Elinde günümüz tıbbının sembolü olan alameti farikası yılanlı asa taşıyan Apollon’un oğlu yarıtanrı Asklepios adına Atina, İzmir ve Bergama’da kurulan antik sağlık merkezlerinde burun travmaları üzerine tedaviler geliştirilmiştir. Asklepios kültünün hekimleri ve Hipokrat kırık burnun nasıl düzeltileceğini yazmışlar, yüzün ve kafatasının diğer yerlerinde başka kırıklar olup olmadığının mutlaka muayene edilmesini önermişler, burnu elle ya da alet yardımıyla yerine oturtmanın yollarını göstermişlerdir.
Burun kanamaları da tarih boyunca hekimleri en çok uğraştıran konulardandır. Asur kraliyet hekimi Aradnana dıştan yapılan pansumanın işe yaramadığını içeriye tampon konulması gerektiğini vurgular. Burunla ilgili her konuda söyleyecek sözü olan Hipokrat bu konunda da kelam etmiş, M.Ö. 5. yüzyılda yazdığı Corpus adlı eserinde burun kanamalarını ve tedavilerini ayrıntılı bir biçimde ele almıştır.
Tarih sadece burnu yerine yerleştirmek için geliştirilen yöntemleri kaydetmemiştir elbette. Eski çağlarda ‘burun kesme’ ibreti alem için uygulanan cezalar arasında önemli bir yer tutar. Kulak, dil, meme ve penis gibi tüm çıkıntılı organlar, kesme cezasından nasiplerini almışlardır ama herhalde en çok hedefe konan organ burun olmuştur. Vidal de Cassis şöyle yazar: “Vücutta kin, kıskançlık, gurur, namus ve adalet yüzünden bu kadar zarar gören başka bir organ yoktur”. Ramses III döneminde iki yargıçın haremdeki kadınlara gösterdikleri ilgi yüzünden burun ve kulakları kesilerek cezalandırıldıkları kayıtlara geçmiştir. Milattan 1700 yıl önce Hamurabi kanunlarında hastalarını iyileştirmeyen hekimlere de benzer cezalar öngörülür.