16. yüzyılda Farsçadan çevrilen bir elyazması eser, Nemrut’taki meşhur heykellerin tarihine dair yeni bilgiler içeriyor. Kommagene Kralı Antiokhos ve yanındakilere ait devasa baş heykelleri 1881’de “keşfedilmiş”, MÖ 1. yüzyıldan kaldıkları ortaya çıkarılmıştı. Ancak heykellerin çok daha eski çağlardan beri bilindiği; kuş ve kervan geçmeyen bu 2.150 m yükseklikteki olağanüstü mezarlık alanının kayıtlara geçtiği ortaya çıktı.
Büyük İskender sonrasında, varislerinin Anadolu, Suriye ve Filistin’deki serüvenlerinde kimbilir ne bilinmezler var. Hellenizm çağı (MÖ 330 – MÖ 30) uygarlık âlemini daha çok sanat ve mimarlık akımlarıyla ilgilendirmiştir. Bu ilginin bir odağı olan Nemrut Dağı’ndaki tümülüs ve onun gizlediği bilinmezler; hayranlık, hatta ürperti uyandıran azman heykelleriyle yeni keşif ve açıklamalara muhtaç.
12. yüzyıl ortalarına tarihlenebilen Siyer-i Mülûk ve Tevarih-i Selatin adlı Farsça elyazmasının 16. yüzyılda İstanbul’da yapılan çevirisi, olasılıkla “tek nüsha” olduğundan gözlerden uzak kalmış. Kitab-ı Tevarih-i Muhtasar (Kısa Tarihler Kitabı-1571) adlı Türkçe çevirinin yapıldığı orijinal, yani 1150’lerde yazılmış Farsça yazma kayıp; bir olasılıkla da bir bölümü günümüze ulaşmış. Daha ilginç olan, bu kayıp elyazmasındaki Batlamyus konularının, “Doğu-İslâm dünyasının Heredot’u” diyebileceğimiz Taberî’nin (840-922) yapıtındaki kimi bilgilerle örtüşmesidir.
Yalınkat bir kaynak kronolojisi şöyle kurulabilir: MÖ 36’da ölen Kommagene Kralı Antiokhos, bir Arap-İslâm tarihinde 9. yy sonlarında anılmış; bundan 200 yıl sonra bir Fars tarihinde alıntılanmış. Bunlar yaklaşık 500 yıl sonra İstanbul’da yapılan Türkçe özet tercümede yeralmış.
Diğer yandan Nemrut Dağı’ndaki gizemli ve başdöndürücü tümülüs ile çevresindeki dev heykellere dönük ilginin Türkiye’de ve Batı’da uyanışı 19. yüzyıl sonundadır. 1881’de İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin kurucu müdürü, arkeolog ve ressam Osman Hamdi Bey’le Osgan Efendi’nin; neredeyse eşzamanlı olarak Karl Sester adlı Alman mühendis ile Otto Puchstein’ın araştırmaları o kadar büyüleyici olmuş ki; “bu tümülüs, buradaki gizem için eski Fars ve Arap kaynakları ne yazıyor?” sorusu ola ki akıllara takılmamış.
Yukarıda andığımız Taberistanlı Cerir oğlu Ebu Cafer Taberi’nin eseri Târih-i Resul ve’l Mülûk adlı yapıtta Hellenistik Çağ’a ilişkin tarih izleri önemlidir. Daha önemli ve hatta temel bilgi sayılacak cümlelerse Hicri 1571’de kayıp Farsça aslından özetlenerek çevrilen Kitab-ı Tevarih-i Muhtasar’dadır.
Bu elyazmasına, 2. Selim’in saltanatında (1566-1574) saray kapıcılarının kethüdası Ahmed Ağa kendisi için yaptırdığı kaydını koydurmuş (Ancak bu kaydın altındaki boşluğa yazılanlar kitabın içeriğiyle ilgisizdir: “Güvercin yavrusu yemek helal değildir. İlla şol kişiye helâldir ki kırk fersah yere mâlik ola. Tahminen kırk fersah beş günlük yer olur” diye başlayan bir bilgi (!) belli ki sonradan yazılmış, ama önemli: Yüzyıllar içinde birinden ötekine el değiştiren elyazmalarının; yırtılmak, yanmak, hatta yakılmak, yaprakları koparılmak, ıslanmak, farelerce kemirilmek gibi cehalet tahriplerine koşut, boş yapraklarına ilgisiz notlar, doğum ölüm tarihleri, hesaplar yazılması, şekiller çizilmesinin de olağan olduğunu gösteriyor.
Elimizdeki elyazmasının ana kaynağı bilinmiyor. Bağdatlı İbn el Sâ’î’ bin Ali bin Enceb’in yazdığı, aslı veya kopyası sonraki yüzyıllara ulaşmayan Siyer-i Mülûk ve Tevarih-i Selatin adlı 2 ciltlik Arapça eser veya bunun Farsça çevirisi olabilir (bkz. R. Şeşen, Müslümanlarda Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, 1998) Bu yazma, 16. yüzyıl Osmanlı Türkçesiyle özetlenmiş özgün ve belki tek nüsha olabilir. 1160’larda yazılan Farsça asıl kitabı veziriazam Kara Ahmed Paşa okumuş, beğenmiş. Başkaları da okusun yararlansın düşüncesiyle Türkçeye çevirtmiş. Bu görevi üstlenen çevirmen, kendi adını yazmadığı gibi asıl yazarın adını da yazmamış.
Toros’un kollarından 2.150 m rakımlı Ankar/Nemrut Dağı’nın bir tepesindeki yaklaşık 2.050 yıllık, Kommagene kralı 1. Antiokhos’un (MÖ 69-36) mezarını simgeleyen kireçtaşı kırıklarıyla yığılarak örülmüş 50 m yüksekliğindeki bu tümülüs; Batı Akdeniz/Ortadoğu dünyasının Anadolu topraklarında ebedileştirdiği bir tür ehram/ piramit, Antik Çağ’a tarihlenen, en yüksek ve en görkemli anıt mezardır.
2 bin yılı aşkın bir tarihi saklayan bu tümülüs ve çevresindeki anıt heykel sergilemeleriyle Grekçe 2 yazıt, en yakın yerleşim Kâhta ve çevresinde, yapıldığı zamandan beri bilinmez değildi. Giderek sözlü anlatıları dev masalları, kahramanları da taş kesilmiş devler olmuştu. Kuş uçmaz, kervan geçmez o tepeye tırmanan az sayıda meraklı kişi, 750 m rakımlı Kahta’dan dolambaçlı ve dik yamaçları katır sırtında veya yaya çıkmayı, daha bir 1.400 metre daha tırmanmayı göze alıyordu.
Dünün koşullarında çıkması da inmesi de çok daha zor olan bu Hellenistik Çağ mezar anıtı alanının, bilim dünyasının gündeminde yer alması 19. yüzyılın son çeyreğindedir. Mekanın ve heykellerin 1880’lerde kültür dünyasına ilk tanıtımlarından sonra yeni keşifler, tanıtımlar, yayınlar da yapıldı. Ancak verilebilen bilgiler, tümülüsün doğusunda ve batısındaki aynı vasiyetname metnini içeren 2 yazıtla ve araştırmacıların tarih yorumlarıyla sınırlı oldu.
Bir soru şu: Tümülüs ve anıtlar MÖ 1. yüzyıldan beri yerli yerinde iken, örneğin bizim 17. yüzyıldaki iki fenomenimiz, hem gezgin hem tarihî-coğrafya uzmanı, araştırmacı ve yazarımız Kâtip Çelebi (öl. 1657) ile Evliya Çelebi (öl. 1681?); yine bunlarla çağdaş, Anadolu’yu 6 kez arşınlamış Tavernier (öl.1689) veya onun gibi Anadolu’yu gezen, kalesi ve tarihi hayli eski Kâhta’ya uğrayan yabancı gezginler, bu tümülüsü niçin ziyaret etmedi?
Bir başka soru: Kral Antiokhos’un, “kıyamete kadar mezarıma ulaşılmasın, tahrip edilmesin” düşüncesiyle doğru yeri, doğru mimariyi seçtiği; gerçekten de ilk keşifler öncesine kadar oraya tırmanılamadığı veya korkularak çıkılmaktan vazgeçildiği söylenebilir mi?
Kestirmeden: 19. yüzyıl sonlarına kadar eli kalem tutan bir tırmanıcı demek ki olmamış. Antiokhos’un “mezarım kurcalanmasın, kıyamette dirildiğimde taş kesen kraliyet erkânım da canlanıp beni karşılasın” büyüsü tutumuş gibi!
ÜNİK BİR YAZMA
Nemrut Dağı’ndaki gûrhânenin (*) öyküsü
(*) Gavrhâne/Gûrhâne: Arapça derin çukur anlamındaki “gavr” kelimesine “hâne” eklenerek Nemrut Dağı’ndaki Antiokhos’un tümülüsüne, İslâmi anıt-türbe anlamında “gûrhâne” denilmiş.
“ (…) İskenderün nerede defn olunduğunda hilâf vardur ya Şehrrûzda ya Mervrûdda ya İskenderiyede defn eylediler rivâyet ederler ki memleketi ve saltanatı oğlu kabul itmeyüb ‘ibadet ihtiyar eyledi halk nâçar olub Batlamyusu İskender yerine padişah eylediler. Batlamyus ibn Ernebdir adı. Hamân lakabıdır müddeti saltanatı on dört yıl oldu. Antakiyeyi o yapdı evvelki padişah oldu. Beni İsraili sürüp Filistinden Yunana iletti. Ondan (sonra) kandiller dizdirip Beytilmakdesin kubbesinde astılar onun ruzigârında (zamanında). Şamın padişahı Antiyacos idi ondan (sonra) Batlamyos onun cengine varıp onu evvel defada sıyup (yenip) yine döndü giderken Antiyacus yine leşker cem eyledi. Batlamyus yine dönüp Antiyacusa azm eyleyip gelirken Kudret-i ilahi Antiyacusun öldüğü haberini işidüp Şam memleketini Yunana izafet eyledi andan Yunaniyan Şâmiyan üzerine müstevli oldılar andan İskenderus ‘azm eyledi ki memleketi Şâmı yine tuta. Yunaniler onu depelediler dahi Batlamyus Mumataryusa padişah oldu ondan Batlamyusu vefat itdügi vaktin Şamda defn eylediler.
Batlamyus (II.): Lâkabı Dost Dilirbed, müddeti saltanatı otuz sekiz yıl oldu ne yabduğu ma’lum olmadı ilm-i nücûmu gayet eyü bilürdü hükm itdi ki ben çün dünyadan gidem fülân yılda fülân ayda ve fülân günde muntazır olun ve dahi benüm gûrhânemi fülân dağın üzerinde edin dü-kilenüz (hepiniz) onda benüm gûrhânem üzerinde hâzır olun (bekleyin) tâ ki ben geri diri olam ve sizi görem. Halayık kamu hâs ü‘âm (köleler seçkinler ve halk) acâyib görmekden (şaşırmaktan) ötürü va’de vaktinde ol dağ üzerine cem’ oldılar. Hak sübhâne ve tealâ yağmur viribdi bir veçhile ki cümle Yunan vilâyeti denizler oldı her kimse kim ol dağ başında yâhud ânun türbesi üzerinde dikeldi helâk oldular halka ma’lûm oldı -kim anda ne hikmet varmış Batlamyus anda ne hikmet görmişmiş âhir vefat itdügi vaktin Yunan vilâyetinde (Anadolu) defn etdiler. Ondan İskenderus azm eyledi ki memleketi Şamı yine tuta Yunaniler onu depelediler dahi Batlamyus Mumataryusa padişah oldu ondan Batlamyusu (2.) vefat ettiği vakitte Şamda defn etdiler
(Kitab-ı Tevarih-i Muhtasar, yaprak 50/a-b, 51/ a-b, 52/a-b, 53/a. Sözcük atlanmadan kısmen sadeleştirilmiştir).
UZMAN GÖRÜŞÜ
Doğu ve Batı tanrıları birarada
ŞEVKET DÖNMEZ
Nemrut Dağı’nda Kommagene Krallığı (MÖ 163-MS 71) döneminde inşa edilen tapınaklı mezar anıtı; görkemli tümülüsü, Pers ve Yunan sanatı karışımı dev tanrı heykelleri ile karakterize olur. Tümülüs, Kral 1. Antiokhos (MÖ 62-32) için yapılmışsa da, dağın zirvesindeki kutsal yapılaşmanın onun babası Mithradates Kallinikos’un döneminde (MÖ 100-70) tasarlandığı düşünülmektedir. Bu anıtsal proje, Kommagene Krallığı ile yakın coğrafyalarda yaşayan birçok farklı dinsel toplulukları bir araya getirmek için gerçekleştirilmiş olmalıdır.
Yarı Pers yarı Yunan olan 1. Antiokhos bu projenin uygulayıcısı olarak ait olduğu Doğu ve Batı kültürlerini birleştirme idealini gerçekleştirmiş gibi görünmektedir. Nemrut Dağı’ndaki temenos’lu açık alan (meydan) tapınağı ile Doğu ve Batı’nın önemli tanrıları kullanılarak yeni bir kült oluşturulmuş ve Kral Antiokhos kendi mezarı ile bu kültün mimarı olduğunu söylemek istemiştir.
Nemrut Dağı tapınağının açık alan sisteminde inşa edilmiş olmasının en önemli nedeni güneş tanrısı Mithra’ya olan sabah tapınımı olmalıdır. Bu muhteşem anıt Kommagene’nin kendine özgü din anlayışı ve kültürünün bir ürünüdür. Batının çoktanrıcılığının etkin olarak izlendiği Nemrut Dağı tapınağında, doğunun yani İran’ın ateşperestliği kasıtlı olarak gözardı edilmiştir. Bunun nedeni, Büyük İskender’in Önasya’nın kadim inanç sistemi olan Zerdüşt Dini’ne olan saldırgan tutumunun oluşturduğu siyasi hava olmalıdır. Yarı Pers olan Kommagene hanedanı bu olumsuz durumu dengelemek için Doğu Aryan güneş tanrısı Mithra’dan yararlanmış ve heykelini tapınağa yerleştirilmiştir. Nemrut Dağı zirvesindeki temenos’lu açık alan tapınağı, tanrıların ölümsüzlüğünün vurgulandığı eşi benzeri olmayan kutsal bir alandır.
KORUMA VE KORKUDAN YAĞMAYA
‘Çarpılırsın’ uyarıları bitti; artık ‘kafirden kalmadır, yık, kaz, altın vardır’ dönemi
12. yüzyılda Anadolu’ya göçenlerin, gelip geçenlerin, adım başı denecek sıklıkta içinden, ötesinden geçtikleri, uzaktan gördükleri, “ören” dedikleri kent harabeleri, tapınaklar, gömütlükler için ayaküstü öğrendiklerini yazıya döktükleri sanılmamalı. Issız-harap yerleşimleri, dev kemerleri, sütunları, yapıları, cinlerin, perilerin, devlerin, tepegözlerin kurdukları tılsımlı, gizemli, beddualı kentler sandıkları; çarpılmamak için bunların uzağından geçtikleri veya uzağına yerleştikleri kesin.
Depremlerin, doğal afetlerin harap ettiği arkaik, antik harabelerde binlerce yıl korku bekçiliği yapan dev sütunlar, tapınaklar, kemerler, bizim için birer “bu iyi saatte olsunlar” armağanıdır! Anadolu’nun eski insanları bu meçhuller üzerinden kent masalları, kahramanlık öyküleri, “taş kesilme” efsaneleri kurguladı. Bunlar “Bir varmış bir yokmuş” diye çocuklara anlatıldı, yazılı tarihlere işlendi. Dinleyenler ve okuyanlar nelere inandı, neler öğrendilerse bunları sonraki kuşaklara da aktardı. Binlerce yıl ötesinin izleri sanki dünden kalma gibi kültürlere yerleşirken, gerçekler giderek sislendi. “Aman, sakın oradan geçme, şuraya basma çarpılırsın!” uyarıları, belki bir çeşit, uyarıyı yapanın da amacını bilmediği bir “koruma koşullanması” idi. Günümüzde bu naif koşullanmanın yerini “kâfirden kalma” veya “yık, kaz, sök. Altında altın vardır” dürtüleri aldı.