1807’de İngiltere ve Osmanlı Devleti arasında baş gösteren diplomatik kriz sıcak çatışmaya dönüştü ve payitaht tarihinde ilk kez doğrudan doğruya düşmanın taarruzuna uğradı. İngiliz donanması Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul önüne geldi ama gerek Türk ve Rum halkın direnişi gerekse Fransız elçinin kararlı duruşuyla, istilacılar bir şey elde edemeden geri dönmek zorunda kaldı.
Avrupa’da 19. yüzyılın başından itibaren esmeye başlayan Napoléon rüzgarı, kıtanın siyasi haritasını, politik dengelerini altüst etmişti. Yeni düşmanlıklar, yeni ittifaklar politik havayı sürekli değiştirmekteydi. Şüphe yok ki Avrupa’daki bu kavga Osmanlı Devleti’ni de içine çekecekti. 1798’de Mısır’ın işgali, Filistin ve Suriye’nin tehdit edilmesiyle birbirine hasım olan Napoléon ile Osmanlı Padişahı III. Selim, çok değil 7-8 yıl sonra sıcak barış mesajları ve elçiler vasıtasıyla dostluklarını ilerletmekteydi. Öte yandan Mısır’ın işgalinde Napoléon’a karşı birlikte mücadele ettikleri İngiltere ise Fransa’ya karşı stratejik müttefiki olan Rusya’nın yanında yer alarak Osmanlı Devleti’ne karşı bir tutum içine girmişti. Eski dostluk ve düşmanlıklar yer değiştirmişti.
İstanbul’da bulunan İngiliz elçisi Arbuthnot, Osmanlı Devleti’ni Fransa’dan uzaklaştırmak ve kendi saflarına çekmek için 1806’nın son aylarından itibaren yoğun bir çaba içindeydi. Gerek aba altından sopa göstererek gerek doğrudan tehditlerle padişahı ve sadareti kendine râm etmeye çalışıyordu.
Tarihî tablo
Sir JT Duckworth komutasındaki filo, Çanakkale Boğazı’nın dar kanalında Kilitbahir ve Çimenlik Kaleleriyle vuruşurken, 19 Şubat 1807. Ressam Thomas Whitcombe’nin tablosu.
Öte yandan Avrupa’da başlayan “Napoléon Savaşları” Fransa lehine ve Osmanlı Devleti’nin Viyana bozgunundan beri kadim düşmanı olan Rusya ve Avusturya’nın aleyhine seyretmesi, Osmanlı Devleti’ni doğal olarak Fransa’nın yanına itiyordu. Napoléon tarafından İstanbul’a gönderilen Fransız elçisi General Sebastiani’nin Osmanlı devlet adamlarındaki bu zaafı keşfederek Rusya aleyhine yaptığı telkinler de Osmanlı-Rusya ilişkilerinin bozulmasına sebep olmuştu.
1806’nın Ekim ayında Rusya, resmen harp ilan etmeden Osmanlı topraklarına girerek savaşı başlatmıştı. İngiltere ise Fransa aleyhine Rusya ile müttefik olup Osmanlıları eskiden olduğu gibi ittifak içinde tutmak istediğinden, İstanbul’u tehdit etmek üzere 12 gemiden oluşan bir filoyu Bozcaada’ya getirmişti. İstanbul’daki İngiliz elçisi Arbuthnot, Fransız elçisi Sebastiani’nin İstanbul’dan uzaklaştırılmasını; İngiltere-Rusya ve Osmanlı Devleti arasında önceden yapılmış olan ittifak antlaşmasının yenilenmesini; İngiliz ve Rus harp gemilerinin engel çıkarılmadan Boğazlar’dan geçmelerine müsaade olunmasını talep etmiş; bunlar kabul edilmediği takdirde İngiliz donanmasının İstanbul’u topa tutacağını söyleyerek tehditler savurmuştu.
İngiltere için müttefiki olan Rusya’ya yardım, görünürdeki bahane idi. Esasında İngiltere, Avrupa’da değişen siyasi dengeler yüzünden kuvvet kazanan Fransa’nın, Osmanlı Devleti üzerinde kuracağı nüfuz ve baskıdan endişe ediyordu. Bu durum genel olarak İngiltere’nin Akdeniz havzası ve Asya’ya yönelik siyaseti, özel olarak da Hindistan egemenliği için bir tehditti (Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında ortaya çıkan krizin ve İngiliz donanmasının İstanbul önlerine gelmesine dair ayrıntılı bilgi için Doç. Dr. Fatih Yeşil’in Nizam-ı Kadîm’den Nizam-ı Cedîd’e; III. Selim ve Dönemi, İSAM, İstanbul 2010 isimli sempozyum kitabında yer alan “İstanbul Önlerinde Bir İngiliz Filosu: Uluslararası Bir Krizin Siyasi ve Askerî Anatomisi” isimli kitap hacmindeki kıymetli makalesine bakılabilir).
Osmanlı Devleti iki kuvvetli düşmanla savaşmanın verdiği endişe ve korkuya rağmen bizzat Napoléon’un ve onun adına elçi Sebastiani’nin verdiği türlü vaat ve sözlere sıcak bakmadı. Öte yandan aynı devlet adamları İngiltere’nin aradaki barışı bozup savaş çıkaracağına da pek inanmıyorlardı.
Amiral Duckworth.
Oysa İngiltere kararında kati idi. Mağrur ve asabi yaratılışlı bir adam olan İngiliz elçisi Arbuthnot, Osmanlı Devleti’ni tehditlerle Fransa’dan ayıramayacağını anlayınca 29 Ocak 1807 gecesi gizlice bir İngiliz gemisine binerek İstanbul’dan ayrıldı. Artık İngiltere’nin Rusya ile birlikte harbe gireceği açıkça ortaya çıkmıştı.
İngiliz donanmasının geçmesini engelleyebilecek derecede müstahkem olmayan Çanakkale Boğazı kale ve istihkamlarının eksiklerinin tamamlanarak güçlendirilmesine karar verildi. Çanakkale Boğazı nazırlığına tayin edilen İrâd-ı Cedid Defterdarı Feyzullah Efendi ile Kaptan-ı Derya Salih Paşa, tahkimat hususundaki işlere nezaret etmek üzere Çanakkale’ye gönderildi.
Boğaz kalelerinin istihkâmı mükemmel olsa, düşman gemilerinin geçmesinin pek mümkün olamayacağı açıktı. Ancak bunlar eski usuldü ve yeni inşa olunan harp gemilerinin geçmesini engelleyecek şekilde sağlamlaştırılıp gerekli yerlere tabyalar inşa edilmesi için çalışmalara başlandı.
İngilizlere direnen gayrimüslimler ödüllendirildi
Kınalıada’da İngiliz gemilerinden çıkarılan askerlerle muharebe eden Osmanlı askerlerine yardımcı olan Adalar ve Kartal kazası ahalisinden gayrimüslim reayaya mensup 42 kişiye padişah tarafından cizye muafiyeti beratı verilmişti. Yukarıdaki berat bu 42 zimmiden biri olan Yani oğlu Yorgi’ye verilmiştir.
İstihkam işi yavaş ilerlerken, Bozcaada’ya gelmiş bulunan İngiliz donanmasıyla buluşan elçi Arbuthnot, Boğaz’ı geçmek için uygun havayı bekliyordu. Öte yandan sürmekte olan istihkam işini yavaşlatıp erteletmek için Osmanlı görevlilerini kandırmaya çalışıyor, İngiltere devletinin barışçıl ve dostluk niyetlerinden bahsederek meselenin savaş çıkarılmadan çözüleceği inancında olduğunu söylüyordu. Bu konuda Kaptan Paşa ile Feyzullah Efendi’yi kandırmaya çalışıyordu ve bu amacına da oldukça yaklaşmıştı.
İngilizlerin Boğaz’dan geçemeyecekleri kanaatine sahip olarak işlerinde gevşeklik gösteren Feyzullah Efendi ve Kaptan Paşa’nın aksine, buradaki tahkimatı son derece dikkatli bir şekilde takip eden III. Selim, bizzat kendi eliyle yazdığı ikaz yazılarıyla bu hususta dikkatli olunarak aşırı gayret sarfedilmesini emrediyordu. Boğaz’dan kuş uçmayacak şekilde gerekli tahkimatın yapılmasını isteyen padişah, Kaptan-ı Derya Salih Paşa ve Feyzullah Efendi’den gelen raporları bizzat okuyor, eksiklerin giderilmesi, ihtiyaçların tedariki için 11 Şubat 1807’de sadrazama emir veriyordu:
“Benim vezirim;
Tez bugün topçular gitsin. Talep edilen mühimmatı acele ve seri olarak eriştir. Asla vakit geçirilip tehir edilmesin. Tertip olunan askerlerin gönderilmesinin hızlandırılması için fermanlar ve şiddetli hükümler gitsin. Takviye için gerekli olan her ne ise serian tanzim olunup Boğaz’a eriştirilsin.
Şu Boğaz’ın takviyesi bütün işlerden önce gelir. Şimdi cümlesini tanzim eyleyesin. İki aydır şu, bu diyerek bakılmıyor. Mesela şu topçular önceden gönderilmeli idi. Tersaneden hazırlanan şalopeler ve salları ne vakit göndereceksiniz? Hemen gitsin. Gaflet olunmasın. Asker ve zahire ve mühimmatı şimdi gönderesin.
Bu bir şeye kıyas olmaz. Dikkat eyleyesin. Sonra kimse cevaba kadir olamaz!”
(BOA, HAT, 40/2007)
Boğaz istihkamları yeterince sağlamlaştırılırsa düşman gemilerinin geçemeyeceğini düşünen Sultan III. Selim, olacakları sezmiş gibi Kaptan-ı Derya Salih Paşa’ya “Maazallah İngilizler geçerlerse ancak gaflet ve gevşeklik yüzünden geçebilirler” diye de yazmıştı (BOA, TS.MA.e, 425/5).
Bu şiddetli emirlere rağmen istihkam işi gereken hızda ilerlemiyordu. Topların çoğu yerlerine yerleştirilmemiş, kale ve tab- yalarda topçu neferleri eksikti. Mevcut olan neferlerin yarısı ise genellikle civar kazalar ahalisinden olduklarından, Kurban Bayramı münasebetiyle köy ve memleketlerine dağılmıştı.
Bozcaada önünde bekleyen İngiliz donanmasının komutanı Amiral Duckworth, ikinci komutan ise Amiral Sidney Smith idi. Kısa bir zaman içinde dostlukların düşmanlığa dönüştüğünün bir örneği olarak, Amiral Smith’in, 7-8 yıl önce Akka’yı kuşatan Napoléon’a karşı Cezzar Ahmet Paşa ile müttefik olarak işbirliği yaptığını söylemek yeter.
İngiliz Büyükelçisi Arbuthnot, İstanbul’a gitmeden isteklerini kabul ettirmek için Kaptan-ı Derya Salih Paşa ile tekrar görüşmüş, Osmanlı Devlet’inin Rusya ile ateşkes yaparak mevcut ittifak antlaşmasını yenilemesini talep etmişti. Aksi halde İstanbul’a döndüğünde daha ağır şartlar ileri süreceği tehdidini savuran elçi, tahkimat faaliyetlerinin derhal durdurulmasını da istiyordu.
Tahkimat fazla ilerlemeden Boğaz’ı geçmeyi planlayan donanma komutanı Amiral Duckworth’un 13 Şubat tarihinden beri beklediği uygun rüzgar, 18 Şubat günü başlayan kuvvetli bir lodosla gelmişti. Kurban Bayramı’nın ikinci gününe denk gelen 19 Şubat 1907 Perşembe günü sabah saat 07. 15’te Bozcaada önündeki filo, Amiral Duckworth’tan hareket emrini alarak Çanakkale Boğazı’ndan geçmek üzere demir aldı (Fatih Yeşil, s. 447). Ahmed Cevdet Paşa Tarih’inde; “Kurban Bayramı’nın birinci gününe denk gelen 18 Şubat 1807 Çarşamba günü sıkı bir lodos esmeye başlayınca İngiliz amiralleri Duckworth ile Smith 2 adet üç ambarlı kalyon ve 5 adet kapak ve 2 adet fırkateyn ve 2 adet korvet ile Bozcaada önünden kalkıp ve herkes Bayram namazında iken bu gemileri ‘turna katarı’ gibi dizip Boğaz’a girerek Kumkale ve Seddülbahir hizalarına geldiler” der. Ancak yabancı kaynaklarda Boğaz’ın geçiliş tarihi kesin olarak 19 Şubat olarak kaydedilmektedir.
Saat 08.00’de Çanakkale Boğazı’na giren İngiliz gemileriyle Boğaz’daki tahkimatlar arasında topçu düellosu başladı. Ancak Osmanlı kalelerinde bulunan eğitimsiz topçu neferlerinin kullandığı topların ateşi o kadar zayıf ve isabetsiz idi ki İngiliz gemileri bunları ciddiye almayıp yoluna devam etti.
Nağra Burnu’na gelindiğinde İngiliz filosu ikiye ayrılarak bir kısmı istihkamlarla muharebe ederken, diğerleri burnun yukarısında bulunan 1 kalyon ve 5 fırkateyn ile 1 brikten ibaret olan Osmanlı donamasına taarruz etti: “Nağra tabyasında Kaptan Paşa bir batarya başında bizzat kumanda etmekte iken İngiliz gemileri şiddetli ateş ettiklerinden firar etmiş ve onun firarı topçulara da yayılarak topların başında kimse kalmamış olduğu rivayet olunur” (Tarih-i Cevdet, c. 8, s. 111).
Nağra Burnu yukarısında bulunan Osmanlı donanması ise beklemedikleri bir anda demir üzerinde iken saldırıya uğradıklarından ve askerin çoğu bayram münasebetiyle karada olduğundan demir almaya ve yelken açmaya vakit kalmamıştı. Donanma hemen savunma pozisyonuna geçmiş ise de hiçbir şekilde İngiliz donanmasına denk olmadığından mağlup olmuş ve tamamıyla karaya oturtulmuştu. İngilizler, Osmanlı gemilerinden dördünü yaktılar, ikisini de ele geçirdiler. Karaya çıkarılan bir İngiliz müfrezesi, Nağra Burnu tabyasında bulunan 31 topu tahrip etti. İngilizler hafif yaralanan gemilerini tamir için birkaç saat Nağra Burnu civarında bekledikten sonra Gelibolu önünden geçerek İstanbul’a doğru yollarına devam ettiler.
Bu deniz muharebesi esnasında Osmanlı donanmasındaki brik kaptanı olan Kapudanzâde, İngiliz donanmasının geldiğini anlayarak önceden yelken üzerine kalkmış ve bu arbedede denize açılarak pupa yelken İstanbul’a yol vermiş olduğundan, Kurban Bayramı’nın üçüncü günü olan 20 Şubat 1807 Cuma günü İstanbul’a ulaşarak olup biteni haber verdi.
“İngiliz donanmasının İstanbul’a gelmekte olduğu haberi duyulunca, saraydan sokağa varınca bütün İstanbul ahalisi tarif olunmaz şekilde telaş ve dehşete kapıldı” (Tarih-i Cevdet, c. 8, s. 112). Toplanan meşveret meclisi sahillerin muhafazası için tabyaların inşaına karar verdi. Marmara sahilleri mıntıkalara bölünerek her mıntıkaya bir sorumlu tayin edilip tahkimata girişildi. İngiliz donanması, haberi duyup sahillere dökülen her sınıftan ahalinin gözleri önünde güneş Marmara Denizi’nde batmakta iken Çekmece hizasında göründü ve 20 Şubat Cuma akşamüstü Adalar önünde demir attı.
İngiliz donanması İstanbul önüne geldiğinde başlangıçta ahali fazlasıyla telaşa düşmüş, ancak sonradan bazı cesur kişilerin önayak olmasıyla halk silahlanarak sahillere inmişti. Yeniçeri ve diğer ocaklar başta mukavemet etmeye gönüllü olmadılarsa da sonradan ahalinin gayrete gelmesi sebebiyle mecburen savunma hazırlıklarına katılmışlardı. Gemilerde yeterli asker olmadığından görevlendirildikleri gemilere binmekte nazlanmışlar, “Bizler kalyoncu askeri değiliz, kara askeriyiz” diyerek kaçmaya çalışmışlar veya “Önce orta kazanımız gemiye girmedikçe yoldaşlar girmez” diyerek işi yokuşa sürmeye başlamışlardı. Sonradan gemilerde bulunmaları faydadan çok zarar verdiğinden, günler ilerledikçe birer ikişer firar etmeleri gemi kaptanları tarafından görmezden gelinmiştir (Câbî Ömer Efendi, Câbî Tarihi, Haz. Mehmet Ali Beyhan, TTK Yayını, Ankara, 2003).
İngiliz donanması Adalar önüne gelip demir attıktan sonra İngiliz elçisi Arbuthnot derhal Bâbıâli’ye bir yazı göndererek donanmanın emaneten kendilerine teslim edilmesi, Rusya ile barış yapılması ve İngiltere ittifakının yenilenmesini içeren bir senet verilmesi hususlarını sadece 1 gün süre vererek teklif etti. Peşinden bu tekliflere Fransız elçisi Sebastiani’nin İstanbul’dan çıkarılmasını da ilave etti.
Vaziyet meclis-i vükelada görüşüldü. İngiliz donanmasına karşı koymak mümkün olamayacağından, büyükelçinin tekliflerinin kabul edilmesi yönünde karar alınmıştı. Alınan karar Fransız büyükelçiye bildirilince, Sebastiani padişahın teklifini yerine getiremeyeceğini söyleyerek şöyle dedi:
“Böyle beş-on gemiye bir payitahtı teslim etmek ne demektir? Bundan sonra Devlet-i Aliyye tam bağımsız olduğunu hangi yüzle söyler? Bu donanmada asker yok ki karaya döküp de memleketi zaptetsin! Yalnız Sarayburnu’na yeterli sayıda top koysanız onu harap edebilirsiniz. Onların tehlikesi sizden çok daha fazladır. Bunlar kendilerine müsait olup da sizin ateşinize dahi galebe etseler ne yapabilirler? Nihayet İstanbul’un birkaç mahallesini yakıp giderler. İstanbul’da bu kadar yangınlar zaten oluyor. Farzediniz ki bu defa da bir büyük yangın çıkmış olsun. Yanan yerlerine yapılır, lâkin devlet namusu temelinden yıkılırsa sonra yapılamaz” (Tarih-i Cevdet, c. 8, s. 113).
Sebastiani’nin bu son derece etkili sözleri yanında, ahali ile Yeniçerilerin harbe hazırlanması hem padişahı hem de sadrazam ve ricali ikna etti; İngiliz tekliflerinin reddedilip savunma hazırlıklarına hız verilmesine karar verildi.
Diğer taraftan da İngiliz donanması ile irtibata geçerek müzakere için adam gönderilip vakit kazanılmaya çalışıldı. İngiliz filosuna gönderilen müzakereci Divan-ı Hümayun tercümanı Hançerlizade ile görüşen büyükelçi Arbuthnot harbe taraftar olmadığını, savaş hazırlıklarının durdurulması şartıyla müzakerelere devam edebileceğini söylemişti. Hançerlizade ise verilecek notanın hazırlanmakta olduğunu söyleyerek zaman kazanmaya devam etmişti. Böylelikle üç-dört gün daha süre alarak Bâbıâli’ye geri dönmüştü.
Bu esnada istihkam işleri büyük bir hızla devam etmiş, beş gün içinde Sarayburnu’ndan Yedikule’ye ve Kızkulesi’nden Kadıköy’e 1200 top yerleştirilmişti. Aynı zamanda idari olarak bazı değişiklikler yapılmıştı. Gemilerin Çanakkale’den geçmesinde kusurlu bulunan Kaptan-ı Derya Salih Paşa azledilerek 24 Şubat 1807’de yerine Cezayirli Seydi Ali Paşa getirildi. Boğaz nazırı olan Feyzullah Efendi’nin yerine de Aziz Efendi tayin edildi.
İngiliz donanması komutanı Amiral Duckworth bu ara dönemde özellikle bir çatışma çıkmamasına dikkat etmesine rağmen, su almak için Kınalıada’ya çıkan İngiliz askerleriyle Anadolu yakasından adaya geçen Osmanlı askerleri arasında çıkan bir çatışmada İngilizlerden 7-8’i öldürülmüş ve 5’i esir alınmıştı (Bu esirlerden biri olan 15-16 yaşlarındaki askerî öğrenci Harwell’in Amiral Duckworth’un oğlu olduğu, dönemi anlatan tarihlerin hemen hepsinde ittifaken yazılmış olsa da İngiliz kaynakları bu bilgiyi doğrulamamaktadır. Fatih Yeşil, s. 474). Sultan III. Selim, huzuruna getirttiği bu kişileri taltif ve takdir ederek altınla ödüllendirmiş, Osmanlı askerlerine yardım ederek onlarla birlikte Kınalıada’daki muharebeye katılan Rum reayadan 42 kişiye cizye muafiyeti beratı vermiş, ayrıca çelenk de (sorguca benzeyen pırlantalı nişan) vermek isteyince, padişahın yanında bulunan Sırkâtibi Ahmet Efendi protokole aykırı bu duruma itiraz edip “Cizye muafiyeti ile ödüllendirmişsiniz. Lâkin çelenk münasip değildir” deyince padişah çelenkten vazgeçmiştir (Câbî Tarihi, s. 107).
Bâbıâli, sahillerin tahkimatı için gereken süreyi kazanıp hazırlıklar tamam olunca, her ne kadar İngilizler tekliflerini yumuşattı ise de bunları tamamen reddetti. İngilizler için artık işin sonuna gelinmişti: Ya herşeyi göze alıp saldırıya geçeceklerdi ya da savuşup gideceklerdi. Saldırmak için fırsatı kaçırmışlardı; İstanbul ilk geldikleri gün gibi değildi. Karada hazırlıklarını tamamlamış, tahkimatını kurmuş Osmanlı askerlerine hücum etmek bir netice vermeyeceği gibi, daha fazla oyalanmak da tehlikeli olacaktı. İkinci şıkkı tercih edip savuşup gitmek için uygun rüzgar beklendi. Beklenen poyraz 1 Mart gecesi esmeye başlayınca hazırlıklara başlandı. Sabah saat 08.25’te savaş düzenine geçerek Adalar açıklarında manevra yapmaya başladılar. Saat 16.00’ya kadar İstanbul önünde gösteriş yapan İngiliz filosu aynı gün içinde İstanbul’u terketti.
Ancak 12 gün öncesine göre Osmanlı istihkamları çok daha güçlüydü. İlave olarak kale ve tabyalara eğitimli topçu neferleri geldiğinden, ateşin tanzimi ve isabetinin artacağında şüphe yoktu. Yoğun ateş altında Boğaz’ı geçmeye başlayan İngiliz filosundan hiçbir gemi batırılamadıysa da 7 gemi ancak hasarlı bir şekilde Boğaz haricine çıkabildi.
İngiliz elçisi Arbuthnot’un tehdit ve ültimatomlarla elde etmeye çalıştığı siyasi hedeflerin hiçbirine ulaşılamadan girişilen İstanbul harekâtı, İngiliz filosuna hasar almış gemiler ve 46 ölü, 235 yaralıya malolmuştu.
Harekâtın başarısızlığından sorumlu tutulan elçi Arbuthnot tenzil-i rütbe ile İngiltere Maliye Bakanlığında sıradan bir memur oldu. Filoyu kayıpsız geri getiren Amiral Duckworth ise konumunu muhafaza etti (Fatih Yeşil, s. 489).
İngiliz donanmasının çekip gitmesi, İstanbul’la huzur ve sakinlik getirmedi. Tam aksine herkesi korku ve heyecana getiren bu olayla İstanbul kaynamaya başlamıştı ve bu duracağa benzemiyordu. III. Selim’in Fransa ile yakınlaşmasını engellemek isteyen İngiliz yanlısı devlet adamları ile hem ondan hem de Nizam-ı Cedid’den kurtulmak isteyen muhalifler, İngiliz donanmasının İstanbul önüne gelmesini kullanarak Yeniçerilere vesvese verdiler. Bunlar “Padişah İngiliz ve Ruslarla anlaşıp Yeniçerileri ortadan kaldırmak istiyor. Aslında İngiliz donanması padişahın müsaadesiyle İstanbul’a geldi. Rus donanması da yakında gelecektir. O vakit Yeniçeri kaldırılacak ve yerine Nizam-ı Cedid geçecek” yolunda propaganda yapmaktaydılar. Bu propagandaya ilave olarak İngiliz donanmasına karşı koymak adına ayaktakımı, hamallar silahlandırılmıştı. İngiliz tehlikesi geçtikten sonra da bunlar teslim etmedikleri silahlarıyla ciddi bir tehlike oluşturuyordu. Hadisenin üzerinden üç ay geçmeden ayaklanan Boğaz yamakları ve bu silahlı güruh Kabakçı İsyanı’nda rol oynayacak ve III. Selim’i önce tahtından sonra canından edecek olayları çıkaracaktı.
108 yıl sonra 1915’te
İngiliz donanmasının 19 Şubat 1807 tarihinde Çanakkale Boğazı ve İstanbul’a karşı giriştiği deniz harekatı, bu tarihten 108 yıl sonra 1915’te tam da aynı günde tekrarlanacaktı. İngiliz donanması yine müttefiki olan Rusya’ya yardım için, ancak bu defa 108 yıl önce düşmanı olan Fransa’yı da yanına alarak harekete geçecekti. 19 Şubat 1915’te İngiliz-Fransız donanması Çanakkale Boğazı’nı önüne geldiğinde aradan geçen 108 yılın çok şeyi değiştirmiş olduğu görülecekti. Artık gemiler yelkenlerini şişirecek rüzgar beklemiyor, güçlü makinelerle yol alıyordu. Çelik gövdeli gemiler kahredici ateş gücü sayesinde karşılarındaki hedefleri çok uzaktan hatta kara toplarının menziline girmeden yokedebiliyorlardı.
Gemiler 108 yıl öncekine göre kendilerini koruyan kalın çelikten zırhları ve ateş kusan modern toplarıyla dehşetli silahlara dönüşmesine rağmen, 1915’te Çanakkale önüne gelen İtilaf donanmasının komutanı Amiral De Robeck’in işi, 1807’deki Amiral Duckworth’tan daha zorlu idi. Zira aradan geçen yıllarda inşa olunan tabyalar ve güçlü toplar ile bunları maharetle ve cesaretle kullanan topçu neferlerine ilave olarak Boğaz’ın suları altında yatan mayınların varlığı, dünyanın en güçlü donanmasına geçit vermeyecekti.
İSTANBUL’DA ACAYİP BİR HADİSE!
Mezarda canlanan ölü ve ‘keferenin yaptığı sihir’
İngiliz donanması İstanbul önlerindeyken, halk arasında söylenti ve rivayet had safhaya çıkar. Asım Efendi Tarihi’nde geçen o günlere ait bir hadisede, Eyüp tarafında bir mezarlıktan sesler geldiği, mezar açılınca ölmeden gömülmüş bir cariyeyle karşılaşildığı aktarılır. Hadise bir “İngiliz oyunu” olarak nitelenir.
İstanbul önüne gelen İngiliz donanmasının, İstanbul ahalisini nasıl telaşa düşürüp ürküttüğü malumdur. Sokaklarda, kahvehanelerde sürekli bu olay konuşulmakta, uydurulan rivayetler ve hikâyelerin sonu gelmemekteydi. Kıyametin kopmasının yakın olduğu, Mehdi’nin zuhur edeceği, vesaire…
Efsanesi, hikâyesi, dedikodusu son derece bol olan İstanbul ahalisinin tam da bu zamanda konuştuğu başka bir hadise olmuştu: Eyüp tarafında bir mezardan gelen sesler ve bunun İngiliz donanmasına bağlanması. İstanbul halkının nasıl bir halet-i ruhiye içinde olduğunu gösteren bu hadisenin Âsım Tarihi’nden alınan sadeleştirilmiş hali şöyledir:
“İngilizlerin Çanakkale Boğazı’ndan geçip İstanbul önüne geldikleri günlerde, Eyüp kasabasında Otakçılar semtinde bulunan bir kabrin önündeki evin sahibesi olan yaşlı bir kadın, geceyarısına yakın vakitte henüz kendi işleriyle meşgul olup uyumamışken, ara ara kabir tarafından hazin bir inleme ve feryat işittiğinden, işini bırakıp penceresi önünde kulak kabartınca sesin kabirden geldiğini anlayarak, iki tarafındaki komşularının duvarlarına vurup onları uyandırarak onlara anlatmış. Komşular dinlediklerinde gerçekten de inleme sesini duyarak yaşlı kadını tasdik etmişler. Durumu öğrenen diğer komşular da uyanıp lamba ve fenerlerle çıkmışlar, gelen sesi takip ederek kaynağı olan yere gelmişler.
Meğer o gün oraya başka bir mahalleden bir hatun cenazesi defnedilmiş olduğundan, işitilen ses onun defnedildiği mezardan gelmekteydi. Hemen mahallenin imamına ve sair mahallenin belli başlı kişilerine haber verdiler. Onların da gelmesiyle mezar kazılarak, içinde bezi ve dikişi perişan bir kefene sarılmış, ağzı ve burnu sargılarla sarılı, boğulmuş bir Arap [zenci] cariye ortaya çıktı. Galiba acele ve telaştan sargıda görünmeyecek şekilde bir boşluk kaldığından, nefesi tamamen kesilmeyerek baygın bir vaziyette iken defnedildikten hemen sonra tekrar canlanarak inlemeye başlamış. Defnedilirken telaş ve aceleden dolayı toprakla örtülmesine de fazla özen gösterilmediğinden, üzerindeki toprakta da küçük bir boşluk kaldığından ağlayıp inlemeleri dışarıdan duyulur olmuş. Olduğu gibi dışarıya çıkarılarak ağzının bağını açtıklarında, az da olsa kalan hayat belirtileriyle nefes alıp verdiyse de şuuru yerinde olmadığından konuşamamış. Dört-beş dakika sonra o da kalmadığından son nefesini vermişti.
Bu acayip hadise o günlerde halk arasında her yerde konuşulur olup, mahalle ahalisi her yerde kadını defneden kişileri aramış ise de hiçbir iz ve haber alamamışlardı. Ve o günler Bâbıâli’nin ve askerlerin İstanbul önüne gelen İngilizlerle uğraştıkları vakit olduğundan, katiyen o taraftan bu işi anlamaya çalışıp soran olmadı.
Bu hadiseyi işiten herkes farklı bir mana verirken halkın çoğunluğu, din ve devlet düşmanı olan kefere milletinin yaptığı bir sihir sonucu ortaya çıktığı fikrine kapıldılar. Gerçekten de bu ihtimal daha kuvvetlidir. Şu yakın zamanda aniden ortaya çıkan ihtilaf ve fitne vakasını da [Kabakçı İsyanı] buna yüklemek yanlış olmaz. En doğrusunu Allah bilir”.
Asım Efendi Tarihi, c. 1, s. 240-241