Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Çarşamba’dan Strasbourg’a kendi kaleminden…

Türkçeye envai çeşit kelime katan bir yazar/şair; tiyatro tarihimize en büyükler arasında ismi yazılacak bir sahne emekçisi, yönetmeni, oyuncusu, kavuklusu; Galatasaray Liselilerin her daim “abi”si… Velhasıl, aynı çağı paylaşmaktan gurur duyduğumuz insanlardandı Ferhan Şensoy. Ardından kim yazsa, onun kendini anlattığı gibi olmayacaktı. Biz de aldık Kalemimin Sapını Gülle Donattım’ı elimize, Çarşamba’dan Strasbourg Devlet Konservatuvarı’na çocukluk-gençlik yıllarını, onun kaleminden aktardık. Belki ayak izlerini takip etmek isteyen olur diye…

İstanbul’a ikinci gidişim. İlki Samsun’dan gemiyle. Gene bir yaz sabahıydı. Beş yaşım­daydım. Gemiye ulaşmak için limandan sandala bindik an­nem, babam ve üç yaşındaki kız kardeşimle. Annem ve babam İstanbul’u biliyorlar. Evlendik­lerinde bir süre orada yaşamış­lar. Fatih’te oturmuşlar. Annem orada hamile kalmış. Babam benim dede evinde doğmamı is­temiş, annem hamileyken İstan­bul’dan Çarşamba’ya gelmişler. Babam Belediye Başkanı olmuş, bir daha İstanbul’a dönmemiş­ler. Fatih’te annem ve babamın oturduğu evi merak etmiştim. Tohumum orda atılmış. Sonra göstermişti annem bana orayı. Edirnekapı’dan tramvayla Fa­tih’e gitmiştik. Oturduğum kol­tuğun arkasını kaydırarak her iki yönde de oturabileceğimi keş­fetmiş, bir öyle bir böyle oturup oynamıştım Fatih’e kadar, anne­min sürekli uyarısına rağmen: “Yapma oğlum!” “Yapıcam!”

Sınav günü gelip çatıyor, gö­türülüyoruz Galatasaray Lise­si’ne. Okulun kapısı ne kadar güzel, bahçe ne kadar güzel, okul çok güzel. Ellişer ellişer değişik salonlara alıyorlar bizi. Tek tek sıralara oturturuluyoruz, sınav kağıtları dağıtılıyor, başlıyor sı­nav. Avuçlarım terliyor… Kurşun kalemimin sürekli ucu kırılıyor… Kimi sorular çok zor… Zorlan­dıklarımı atlayarak devam edi­yorum. Giderek daha rahatlıyor sorular… Sonuna gelince, geri dönüp atladığım soruları yapı­yorum, kimisini olsa olsa ne olur mantığıyla, kimisini de kafama göre doldurup tamamlıyorum testi. Kazanıyoruz sınavı. Am­cam bize birer Galatasaray roze­ti armağan ediyor.

Türk tiyatrosunun kavuklusu Tuluat oyuncusu Kel Hasan Efendi’nin İsmail Dümbüllü’ye, onun da Yeşilçam’ın usta oyuncularından Münir Özkul’a devrettiği kavuğu yaklaşık 30 yıl boyunca Ferhan Şensoy taşıdı.

Galatasaray yılları

Fransızcayla cebelleşerek baş­ladı okul. İlk yıl yalnız Fransızca okunuyor. Ve fakat bu adi Fran­sızca yazıldığı gibi okunmuyor, okunduğu gibi yazılmıyor. Öğ­retmenimiz Mösyö Arditi, tek kelime Türkçe konuşmuyor. Bil­mediğinden değil, dilimizi çok iyi biliyor. İlk gün Fransızca gir­di sınıfa, sen anla anlama, öyle konuşuyor adam. Nasıl olduysa bir gün sökmeye başladık Fran­sızcayı, hatta aramızda Fransız­ca şakalara geçtik. İstanbul’daki semt isimlerini, sokak isimleri­ni Fransızcaya çevirip, Fransız hocamızın çok Fransız kaldığı espriler türetiyoruz.

Kimi cumartesiler yengem bizi tiyatroya götürüyor. Bu cu­martesilerin ilkinde, Fatih Şehir Tiyatrosu’nda tiyatroyla tanışı­yorum. İlk kez tiyatro görüyo­rum. Cahit Atay’ın “Pusuda” ve “Sultan Gelin” oyunları oyna­nıyor arka arkaya. Hale Rakunt, Fuat İşhan gibi oyuncuları ta­nıyorum, hayran oluyorum. Si­nemadan “Cilalı İbo” tipiyle ta­nıdığımız Feridun Karakaya’yı sahnede görünce çıldırıyorum. Çok seviyorum tiyatroyu. Ondan sonra onbeş günde bir gider olu­yoruz değişik tiyatrolara. Vasfi Rıza, Bedia Muvahhit, Vahi Öz, Fadıl Garan, Ertuğrul Bilda gibi oyuncuları izliyorum. Tiyatro­nun büyüsü çarpıyor beni. Oyun bitince hiç çıkmak istemiyo­rum salondan. Eğer öksürüğüm varsa, tiyatroya gitmeden önce, Edirnekapı’daki kurukahveciden okaliptüs alıyoruz, gösteri bo­yunca okaliptüs emiyorum ök­sürmemek için. Tiyatroda öksü­rülmezi öğreniyorum.

Diş fırçası saçlı Mösyö Fi­ot, çılgın resim öğretmenimiz kırmızı saçlı Pinokyo Kemal, iş bilgisi dersini en önemli ders olarak gören Kürt Ali, sürekli burnunu karıştıran Madam Co­lombier… Birden renklendirdi­ler okul hayatımızı. Liseye geç­tik. Hem de bütünlemesiz falan, haşırt diye bitirmişim ortaoku­lu. Yıllardır bana yaşgünlerimde hediye olarak küçük kaatlara ya­zılı nasihatler veren ve genelde babalar çocuklarına her zaman değil de, önemli okulları bitir­diklerinde önemli hediyeler alır, örneğin ortaokul bittiğinde gibi bir taktik izleyen babamın artık denilecek hiçbir şeyi kalmamış­tı. Ne istersem alınacaktı. Yazı makinesi istediğimi belirttim. Babam durumu şaşkınlıkla kar­şıladı: “Arzuhalci mi olucaksın oğlum sen?” Kem küm ettim, kimi Fransızca ödevleri sınıfta herkesin makinayla yazdığını, sınıfta bir sürü öğrencinin ya­zı makinesi olduğunu söyledim. Babam da, oğlum öbür çocuklar­dan geri kalmasın diye düşüne­rek ikna oldu. Karaköy’den gıcır bir Remington marka dakti­lo alındı. Gri fermuarlı çantası içinde, mutluca sallanarak giril­di küf kokulu Tünel’e. Cumarte­si-pazarları, şiirlerimi daktiloya çekmeye başladım.

Bir dünya rekoru 33 sene boyunca sahnede kalmış “Ferhangi Şeyler” sürekli yukarı taşımaya devam ettiği bir dünya rekorunu da elinde tutuyordu (üstte). Ferhan Şensoy (solda, en önde) Galatasaray Lisesi’nden arkadaşlarıyla (altta).

Tahir Alangu ile Edebiyat başladı. “Mollalar, o önünüzdeki, üstünde ‘Edebiyat’ yazan kitap okunmayacak! Ananıza babanı­za söyleyin, size birer Sait Faik külliyatı alsın… Haftaya edebi­yat! Bu ders serbestsiniz, ne is­terseniz yapın” diyerek çekip gidiyor sınıftan. Bir ay içinde, herkes Sait Faik’i hatmetmiş du­rumda. Alangu bize hiç duyma­dığımız, yeni yazarlar tanıtıyor, kitaplarını getiriyor, öykülerini okutuyor, birden Osman Cemal

Kaygılı, F. Celalettin, Memduh Şevket Esendal’la doluyor küçük beyinlerimiz. Her gün yeni bir pencere açıyor bize Tahir Baba… Kimi gün bir Çehov öyküsü, kimi gün Homeros… Derken Kaleve­la Destanı… Daha sonra, henüz dilimize çevrilmemiş olan Hein­rich Böll, Friedrich Dürrenmatt gibi yazarları, evinden getirdi­ği Almanca özgün baskılarını açıp, gözlüğü alnına kaldırarak, anında çeviri yöntemiyle kendisi okuyor bize… Sınıfta neredeyse herkes öykü yazmaya başlıyor… Birinin ukala velisi, müfredat programını uygulamıyor diye şi­kayet etmiş hocamızı Milli Eği­tim Bakanlığı’na. Ankara’dan müfettiş geliyor. Sınıfa sokmu­yor müfettişi: “Arkadaşlarımla edebiyat görüşüyoruz. Edebi­yatın teftişi olmaz, çok ayıptır” diyerek yol ediyor, hiç böyle bir adam görmemiş olan şaşkın mü­fettişi. Sonra bir gün içimizden birilerini dolma parmaklarıyla göstererek: “Sen! Sen! Sen! Siz­ler yazar olacaksınız, bu işin pe­şini bırakmayın… Çok okuyun! Günlük tutun mollalar” diyor. Tahir Alangu parmakla göster­diğinde, utanarak önüne bakan, yüzü kızaran bu küçük çocuklar: Nedim Gürsel, Selim İleri, Ma­hir Şaul, Engin Ardıç, İzzet Ya­sar, Ferhan Şensoy…

Charles de Gaulle ziyareti

1968’de onuncu sınıftaydım. 1969’da da onuncu sınıfta ola­cağımı henüz bilmiyordum. İlk 10’umdaydım yani. O yıl, Fran­sızların cumhurbaşkanı Charles De Gaulle’ün Türkiye ziyare­ti programının içine Galatasa­ray Lisesi de konuşlandırılmıştı. Adam Kasım’ın sonunda geldi, fakat Eylül ayından itibaren De Gaulle’ü bekleyen bir hazırlık başladı okulda. Önce onun ge­çeceği orta yol asfaltlandı, asfalt yamru yumru bulundu, üstü bir kat daha asfaltlandı… O da be­ğenilmedi, bir yeni kat çekildi… Giderek otoyol gibi yükselme­ye başladı o orta yol. Bu hazır­lıklar sürerken, oraya harcanan paranın bir yerlerden kısılma­sı gerekmiş olmalı ki, birdenbi­re bizim yemekler dandikleşti, haftada üç çıkan gassay pilavı haftada bire indi, genelde mer­cimek, nohut biçimi bir askerî tabldot uygulaması gözlenmeye başlandı. Biz de bütün bunlar De Gaulle’ün yüzünden oluyor diye, çocuk beynimizde bir De Gaulle düşmanlığı geliştirdik.

Neyse günü geldi, adam Ga­latasaray Lisesi’ne caddeden or­ta kapıdan, üstü açık siyah bir mercedesle, yanında zamanın Dışişleri Bakanı, bir Galatasa­raylı ağbimiz İhsan Sabri Çağla­yangil ile birlikte giriş yaptı. Al­kışladık. Çünkü bizi yolun sağına soluna alkışlayalım diye dizmiş­lerdi ve iyi alkışlayıp alkışlama­dığımız gözetim altındaydı. Çok uzun boylu adam, Tevfik Fikret salonunda, hepimizi şaşırtan bir konuşma yaptı. Bizler onu, asker olmasından ötürü biraz aşşa­ğılıyor, alt tarafı asker işte, diye düşünerek tanıdığımız şube re­islerine benzetmeye uğraşıyor­duk. Ve fakat Charles De Gaulle: “Quelle secrète harmonie que ma visite en Turquie coïncide avec le centenaire du Lycée de Galatasaray” diyerek girdi söze. Ne gizemli bir uyumdur ki Tür­kiye’yi ziyaretim Galatasaray Li­sesi’nin 100. yılına denk düşüyor, biçiminde başlayan konuşma­sıyla, bambaşka bir devlet ada­mı olarak çıktı karşımıza. Uzun cümleli, çok noktalı virgül kulla­narak, edebi ve şiirsel bir Fran­sızca konuşuyor, konuşması­nın içinde, Baki’den, Fuzuli’den, divan edebiyatından Fransızca çeviri alıntılar söylüyor ve bütün bunları hiçbir kağıda bakmadan, o an aklına gelmiş gibi, gözümü­zün içine bakarak dile getiriyor­du. Sus pus olmuştuk.

Yaşayan bir tiyatro müzesi 87 yıl tiyatro, 17 yıl da sinema olarak hizmet verdikten sonra 1989’da Ferhan Şensoy tarafından bir bölüm hissesi alınarak tekrar tiyatroya çevrilen Ses Tiyatrosu (üstte)… “Şahları da Vururlar” oyuncuları (üstte, sağda)…

O gittikten hemen sonra, Yüksekkaldırım’da şapkacılara koşup lazımlık biçim şapkasının tıpkısını yaptırdım ve bu şapkayı başıma takarak, okulda De Gaul­le taklitlerine başladım. Benim oynadığım De Gaulle gene aynı stilde konuşuyor, ama biraz bi­zim okulun iç işlerini biliyor ve yarı Fransızca, yarı Türkçe bir Galatasaray Fransızcası kulla­nıyor: “Quelle secrète harmonie que ma visite en Turquie coïnci­de avec l’asphaltage, le badanaje et le bombokation des yemeka­ges du Lycée de Galatasaray” bi­çiminde, yemeklerin b.mboklaş­ması ve benzeri şikayetlerimizi dile getiriyor. Taklidim çok tu­tulur oldu. Okulda akşam ikinci etütlerde sınıfta genel istek üze­rine çıkıp yapıyorum. Arkadaş­lar çok eğleniyorlar. Bir daha yap deniliyor, bir daha yapıyorum. Her yaptığımda biraz geliştiri­yorum. De Gaulle’ü oynuyorum, müdürü oynuyorum. Hikaye git­tikçe gelişiyor. Muhalif ve gerilla bir gösteri olarak geceleri yatak­lar kenara çekilip, bana boşaltı­lan bir orta alanda, başka yatak­hanelerden gelen izleyicilerle oluşan bir izdihamın ortasında taklitlerimi yaparken, kimi za­man birinin panik halinde “Mü­dür!” demesi üzerine izleyiciler kaçışıyor, o an taklidini yapmak­ta olduğum müdürle burun bu­runa geliyordum. Meğer müdür de kalabalığın arkasından izli­yormuş beni. Genetik kopya­sıyla karşı karşıya gelen müdür gülmesini tutamazken, beni de azarlamadan edemiyordu.

Şensoy; oyuncu ve yönetmen Nefrin Tokyay, Dümbüllü’nün kavuğunu devrettiği Rasim Öztekin, ve tiyatro eleştirmeni Zehra İpşiroğlu ile bir yemekte.

Strasbourg Devlet Tiyatrosu

Strasbourg Devlet Tiyatrosu’nun arka bahçesi, konservatuvar giri­şi. 200 kişinin üstündeyiz. Bah­çeye sığamıyoruz. Herkes çok özgür ve spor giyimli, tek boyun­bağı, gömlek, ceket konumlu tip benim. İş görüşmeye gelmiş gi­bi bir halim var. Adayların çoğu Fransız. Fransız olmayanlar da, Belçikalı, İsviçreli, Faslı, Tunus­lu, Cezayirli. Bir Alman kız var, onun da annesi Fransızmış. Her­kes ana dili olarak konuşuyor bana yabancı olan dili. Ve ne ka­dar hızlı konuşuyorlar. Bu sinir bozucu bir durum. Ben konuş­mak için, önce kafamda cümle­mi kuruyorum, sonra konuşma eylemine geçiyorum.

Benim adım okunmuyor. Al­fabematik sırasıyla mı çağırı­yorlar? Başvuru sırasına göre mi çağırıyorlar? Bir de gelmeyen var, sabahtan beri arasıra onun adı ünleniyor: “Mösyö Fernand Sansua, Mösyö Fernand San­sua!” Kimse o tip, yok, gelmemiş. Başka birinin adı çığırılıyor. Çe­kip gitsem mi şurdan? Ağlamak istiyorum. Her çıkandan sonra ısrarla o gelmeyen inek “Fer­nand Sansua”nın adı okunuyor. Yok kardeşim, adam gelmemiş, allahallah, beni çağırın artık! Ba­yılmak üzereyim. (…)

“Çıkın sahneye!” diyorlar. Benimle ilgili değiller, kahve ma­kinesinin oradalar. Sahneye çı­karken tökezliyorum, düşecek gibi oluyorum, toparlanıyorum. Kendi yazdığım bir şeyi oynaya­cağımı açıklıyorum. “Fransızca mı yazdınız?” diyor pos bıyıklı. “Nerede öğrendiniz Fransızca­yı?”, “Liseyi Fransızca okudum. İstanbul’da, lö lise dö Galata­saray!” “Kaç yıl yani?” “Aşşağı yukarı bir asır” diyorum. Gü­lüyorlar. Başlıyorum De Gaul­le numaramı oynamaya. Jüride kıkırdama oluyor. Kahve maki­nası grubu da masaya yanaşıyor. Gömleği blucininden taşan gülü­yor. Pos bıyıklı gülüyor. Frenkçe kahkahalar arasında indiriliyo­rum sahneden.

En son o kalmıştı 1987’de “İstanbul’u Satıyorum” adlı tiyatro oyununda Münir Özkul, Erol Günaydın, Rasim Öztekin ve Baykal Kent’le çekilen fotoğraftan en son Ferhan Şensoy hayatta kalmıştı.

Devamını Oku

Son Haberler