Tarih bir bütün olarak algılanmalı ve ele alınmalıdır. Eğer geçmişimizin hoşumuza giden bölümlerini görür, hoşumuza gitmeyen kısımlarını görmezden gelirsek, üzerinde hemen herkesin hemfikir olduğu “tarihten ders almak” deyimi, hoş fakat boş bir klişe olarak kalır.
Tarihe bakarken gözlerimiz başarı, eski tabirle muvaffakiyet aradığı için ancak zaferleri görürüz. Bu konuya Romanyalı genç bir Tatar dostum işaret etmişti. “Siz sadece zaferlere bakıyorsunuz, halbuki biz hem başarıları hem yenilgileri öğreniyoruz, yenilgilerden ders çıkarmak mümkün” diye.
Daha 19. yüzyıla kadar haberdar olmadığımız Kadim Türk tarihi ile ilgili olaylarda ise durum farklıdır. Burada özellikle “elli yıllık esaret dönemi” denilen 630-680 yılları hakkındaki duygularımızda hüznün yerini hırs ve düşmanlık almıştır. Bunda gerek yazıtlardaki ifadeleri gerek Çin yıllıklarından okuduklarımızı bugünkü duygularımızla algılamamızın rolü vardır. Öte yandan olayları aktaran Çin yıllıklarının o dönemde “Türk” diye bahsettikleri sadece Kadim Türk devleti mensuplarıdır. Dili Türkçe olan Kırgızlar, dillerinin Eski Türk diline çok yakın olduğu ifade edilen Karluklar ve başkaları Çin kaynaklarınca Türk olarak algılanmamışlardır , yani onlar esir düşmemişlerdi.
O dönemde Gobi Çölünün güneyinde konuşlanmış olan I. dönemin son hükümdarı Elig Kağan 630 yılında Çin ordularına yenilip Tang sülalesinin hâkimiyetini kabul ettikten sonra, “Türk” halkının bir kısmı batıya veya kuzeye doğru yönelmiş kısacası bütün Türkler esir olmamıştı. Ancak bu olaylar bizde halk hafızasında yer almadığı ve ayrıca tarihi de sadece kağanların yaptığını düşündüğümüz için 630-680 dönemini böylesine dramatik bir şekilde algılarız.
Tüm bu sebeplerden, kaynaklarımızın verdiği bilgiler ışığında bütün Kadim Türkler Çin hizmetine girmişler erkekler köle, kızlar cariye olmuş gibi bir izlenim uyanıyorsa da, Çin hâkimiyetini kabul edenler daha çok Çin’e yakın Kadim Türk devletinin güney taraflarında bulunanlardır. Kuzeyde ise herkesin yeni bir çözüm üretmeye çalıştığı hareketli bir dönem yaşanıyordu. Ayrıca kuzeydeki Kadim Türklerin bir kısmı Tang nüfuzunun dışında idiler.
Çin hâkimiyetine girmemiş Kadim Türklerden biri kuzey bölgelerinde hüküm sürüyordu. Aşina soyundan gelen bu şahıs Çebiş diye biliniyordu. Çebiş, Çincesi ile xiao (küçük) kağan idi, karargahı Altay dağlarının kuzeyinde bulunuyordu. Bu küçük kağanlar genelde kuzeydeki boyları idare etmekle devlet yönetimi konusunda deneyim sahibi oluyorlardı.
Elig Kağanın yenilgisinden sonra kuzeydeki bütün boy ve bölük halkları beraberce Çebiş’i uluğ kağan olarak “kaldırmak” istemişlerdi. Onun halkın sevgi ve saygısını kazanmasını çekemeyen komşuları Çebiş’i öldürmek isteyince, o da askerlerini toplayıp Altayların kuzeyindeki yurdunda kendisini kağan ilan etmişti. Çebiş’in 30.000’den fazla deneyimli süvarisi vardı, hüküm sürdüğü alanın batısında Karluklar, kuzeyinde Kırgızlar bulunuyordu. Onun güçlendiğini gören Tang hükümdarı Uygur, Bugut gibi boyları kışkırtarak, Çebiş Kağan’a hücum etmelerini sağlamış ve kendi ordularını Altay dağlarına sürmüştü. Bu mücadelelerden yenik düşen Çebiş Kağan 650 yıllarına kadar varlığını sürdürmüştü. Buradan anlıyoruz ki, 50 yıllık esaret Kadim Türk devletini kuzeyindeki kesimleri değil, güneyindekileri kapsıyordu. Çebiş Kağan’dan sonra meydana gelen ayaklanmalardan sonuncusu 680’lerde Elteriş Kağan-Tunyukuk işbirliği ile Kadim Türk devletinin II. dönemini başlatmış oldu, yani kimse boş durmamıştı.
Çebiş Kağan’ın Kadim Türk siyasi yapısındaki yeri ne idi sorusu uzun zaman yanıtlanamamış, unvanının önder, lider anlamındaki Türkçe çavuştan geldiği düşünülmüştü. Ancak Hatice Şirin’in Eski Türk Yazıtları Söz Varlığı üzerine yaptığı çalışmalar başka unvanlarda da geçen çebiş sözcüğünün “keçi yavrusu” anlamına geldiğini göstermektedir. Başka unvanlarda da karşımıza çıkan çebiş, “uluğ”un karşıtı olarak görünmektedir. Hatta bugün Türk dillerinde ve Türkiye’de kırsal kesimde çebiş keçi yavrusu anlamına geldiği gibi “ufak tefek” anlamını da taşır. Bu takdirde Çincesi ile xiao (küçük) olarak yazılmış bu unvanın Türkçe’sinin kağanın adı gibi algılanan çebiş olduğu görülmektedir. Kısacası Pablo Coelho’nun Simyacı romanındaki gibi çözümün uzun yolculuktan sonra unvanın Türkçe’sinin Çince’sinin hemen yanı başında olduğu anlaşılmaktadır. Biz herhalde adı yazıtlarda geçmediği için bu kağanı Göktürklerden saymayız.