İstiklal Savaşı’nın önde gelen komutanları, Mustafa Kemal Paşa gibi ulus-devletin ne demek olduğunu anlayabilmiş değillerdi. Tüm yurttaşlarına eşit mesafede duracak çağdaş bir ulus-devletin mutlaka seküler olması, bunun için halifeliğin kaldırılması, bunun için de işe saltanatın kaldırılmasıyla başlanması gerektiğini göremiyorlardı.
Cumhuriyet, evrensel bir değer değildir. Almanya, Fransa ve İtalya gibi cumhuriyetle yönetilen ülkeler bulunduğu gibi, birçok Batı ve Kuzey Avrupa ülkesinin parlamenter monarşiyle yönetildiğini de görürüz. Bu da bize çağdaş ve insan haklarına saygılı, demokratik bir ülke olabilmek için mutlaka cumhuriyet kurmak gerekmediğini gösterir. Öte yandan örneğin komşumuz İran da cumhuriyetle yönetilir ve sözkonusu değerler açısından şüphesiz aynı kategoride değildir.
Neden Almanya ve Fransa’nın cumhuriyet olduklarını ama Büyük Britanya’nın parlamenter monarşiyle yönetildiğini anlayabilmek için bu ülkelerin tarihinin nasıl evrildiğine bakmak gerekir. İlk gördüğümüz noktalardan siyasal fikirlerin ve ideolojilerin ortaya çıkması ve bunların toplum katında ne kadar güçlü ya da zayıf oldukları; toplumsal yapılar ve bunlarda görülen dönüşümler biri, bu ülkelerin tarihlerinde biçiminde sıralayabiliriz.
Ülkemizi 1923’te cumhuriyetin ilanına götüren siyasal sürece baktığımızda ise her şeyin 2. Meşrutiyet’le başladığını ve temel meselenin ulusal egemenlik meselesi, yani ülke yönetiminde seçilmişlerin üstünlüğünün kabul edilip edilmeyeceği meselesi olduğunu görürüz. 17 Aralık 1908’de açılan Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı, 1876 Anayasası’nı değiştirerek ülke işlerinde son sözün meclise ait olacağı bir devlet düzeni kurmak isteyen İttihat ve Terakki Cemiyeti üyelerinin çoğunlukta olduğu bir meclisti. Bu çoğunluk, 2. Abdülhamit’in 1878’de Meclis-i Mebusan’ı dağıtıp tam 30 yıl boyunca toplanmaya çağırmaması gibi bir durumla bir defa daha karşılaşmak istemiyordu. Bu doğrultudaki çabalar hemen 1909’un Ocak ayında başladı ve 30 milletvekilinden oluşan Anayasa Komisyonu ulusal egemenlik ilkesine uygun anayasa değişiklikleri öngören bir kanun üzerinde çalışmaya koyuldu. Kanun taslağı Mart ayı sonlarında tamamlandı ve basılmış metin 12 ya da 13 Nisan günü Meclis’e geldi. Ancak, ulusal egemenlik karşıtları 13 Nisan 1909’da tarihimizde “31 Mart Hadisesi” olarak bilinen isyanı çıkararak öngörülen anayasa değişikliklerine engel olmaya çalıştılar.
Bilindiği gibi isyan, Rumeli’de oluşturulan Hareket Ordusu tarafından bastırıldı ve anayasa değişiklikleri 1909’un Ağustos ayında Meclis-i Mebusan’da kabul edilerek yürürlüğe girdi. Ancak ulusal egemenlik yönetimine karşı olanların etkinlikleri de sürdü. Nitekim bu çevrelere mensup bazı subayların kurdukları Halâskâr Zabitan grubunun 1912 yazında verdikleri bir muhtıra ciddi bir siyasal kriz yarattı ve Meclis çoğunluğunun desteklediği hükümetin istifa etmesine neden oldu. Bu krizin ertesinde ise ulusal egemenlik ilkesine karşı olan ve tarihçiliğimizde “Bâb-ı Âlî paşaları” olarak bilinen sınıfa mensup, üst düzey devlet memurlarının oluşturduğu yeni hükümet, 1912 seçimlerinde görülen bazı usulsüzlükleri bahane ederek Meclis-i Mebusan’ı dağıttı. Gerçi yeni hükümet sonbaharda yeniden seçim yapılacağına dair söz vermişti ama, Balkan Savaşı’nın çıkmasıyla bu mümkün olmadı ve ülke 2 yıla yakın bir süre meclissiz kaldı.
Balkan Savaşı’nın çıkmasından sonra bir hükümet değişikliği daha oldu ve ulusal egemenlik ilkesine karşı olan Kâmil Paşa başbakanlığa geldi. Kâmil Paşa Hükümeti, Balkan Savaşı yenilgi üzerine yenilgiyle sürerken, ulusal egemenlik ilkesinin baş savunucusu İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni yoketmeye yönelik bir dizi önlem alarak birçok kişiyi tutuklamaya koyuldu. Kendilerini ve meşrutiyeti tehlikede gören İttihatçılar da, savaşın kötüye gitmesini bahane ederek, 23 Ocak 1913’te “Bâb-ı Âlî Baskını” olarak bilinen devlet darbesiyle Mahmut Şevket Paşa’yı başbakanlığa getirdiler.
1909 olaylarında Hareket Ordusu’nun başkomutanı olan Mahmut Şevket Paşa, meşrutiyetten yana ama İttihatçılardan da pek hoşlanmayan biriydi. Dolayısıyla, kurduğu hükümette İttihatçı olmayan birçok Bakana da yer verdi. İttihatçıların da bu duruma fazla ses çıkarmadıklarını ve Balkan Savaşı sona erer ermez yapılacak olan milletvekili seçimlerini beklediklerini söyleyebiliriz. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı ve ulusal egemenlik karşıtları, “Damat” Salih Paşa’nın önderliğinde bir karşı-devrim girişiminde daha bulundular. Girişim başarılı olmadı gerçi ama, Mahmut Şevket Paşa öldürüldü. Bunun üzerine İttihatçılar iktidara el koydular ve sert bir devlet terörü süreci başlattılar. Böylece 1. Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar sürecek olan İttihat ve Terakki diktatörlüğü başlamış oldu.
1.Dünya Savaşı’nı yenilgiyle bitirmesi, savaş sırasında birçok yolsuzluk yapmış ve birçok suç işlemiş İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin siyaset sahnesinin ön saflarından çekilmesine yol açtı. 1918 Temmuz’unda Osmanlı tahtına geçmiş olan Sultan 6. Mehmet Vahdettin, bu durumu fırsat bilerek 1914’te açılmış olan Meclis-i Mebusan’ı 21 Aralık 1918’de kapattı ve yeni seçim çağrısı yapmadı. Bu son Osmanlı padişahının 2. Abdülhamit gibi bir mutlakiyet yönetimi başlatmak isteyip istemediği hakkında kesin bir şey söyleyemeyiz; ama 4 Ocak 1919’da yayınlanan resmî tebliğin, seçimlerin barış sonrasına ertelendiğini duyurarak fiilî bir mutlakiyet rejimini başlattığı da kesindir. Sultan Vahdettin, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin siyasal çizgisinin özellikle Türk seçkinleri arasında çok popüler olduğunu, milletvekili seçimleri yapılması halinde bu siyasal çizginin parlamentoda çoğunluğu sağlayacağını biliyordu. Bu bakımdan savaş suçları nedeniyle İttihat ve Terakki’nin İtilâf Devletleri’nce cezalandırılmasını bekleyecek, dolayısıyla da bu devletlerin Mondros Bırakışması sonrasında yaptıkları birçok haksızlığa ses çıkarmayacaktır.
Sultan Vahdettin ve çevresindeki birçok Bâb-ı Âlî paşasının bu tutumları önemli sonuçlar doğurdu. İstanbul’un işgaller karşısındaki edilginliği, İttihat ve Terakki’yi yeniden önplana çıkarttı; zira Anadolu’da görülen direniş hareketleri neredeyse dışlayıcı bir biçimde İttihatçılar tarafından başlatılmıştı. Ayrıca, Sultan Abdülhamit mutlakiyetinin sona ermesinden yalnızca 10 yıl sonra yeniden bir mutlakiyet olasılığının belirmesi, bazı ulusal egemenlik taraftarlarının sabrının taşmasına ve cumhuriyetçiliğin yükselmesine yol açtı. Daha Bâb-ı Âlî Baskını sonrasında duyulmaya başlayan cumhuriyet dedikoduları, 1919 yazında ciddi bir program maddesi olmaya başladı. Girişilmekte olan Millî Mücadele’nin başarıyla sona erdirilmesinden sonra cumhuriyete geçileceğine ilişkin fikirlerin, henüz Erzurum Kongresi sıralarında açıkça tartışıldığına ilişkin elimizde çok tanıklık bulunuyor.
Ancak ulusal egemenlik yanlıları arasındaki cumhuriyetçilerin 1919 yazında küçük bir azınlık olduklarını da unutmamak gerekir. Hattâ bu durum 1 yıl sonra, yani Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra da pek değişmedi. Saltanat kurumu siyasal çevrelerde hâlâ saygınlığını sürdürüyordu. Ayrıca Sultan Vahdettin’in Anadolu’daki harekete karşı açıkça cephe almış olması bile, birçokları için meşruti hükümdarlıktan vazgeçmek için yeterli bir neden değildi. Daha 10 yıl önce 2. Abdülhamit’i tahttan indirmiş olanlar pekala Sultan Vahdettin’i de tahttan indirmekle yetinebilir ve 1909’daki anayasa değişiklikleriyle ortaya çıkmış olan düzenle yollarına devam edebilirlerdi. Cumhuriyetçilerin önderi konumundaki Mustafa Kemal Paşa’nın yakın mesai arkadaşları arasında bulunan Rauf (Orbay) Bey ile Kâzım (Karabekir) ve Refet (Bele) Paşaların tercihleri kesinlikle bu yöndeydi.
Saydığımız bu önemli isimlerin hepsi ulusal egemenlik ilkesini özümsemiş insanlardı. Yaşam tarzları açısından baktığımızda da Batılı değerleri benimsemiş ve Türkiye’nin Batı Avrupa dünyasına özgü bir gelişmişlik ve refah seviyesine ulaşmasını gerçekten isteyen kişilerdi. Ancak bunlar, Mustafa Kemal Paşa gibi ulus-devletin ne demek olduğunu anlayabilmiş değillerdi. Tüm yurttaşlarına eşit mesafede duracak çağdaş bir ulus-devletin mutlaka seküler olması, bunun için halifeliğin kaldırılması, bunu yapabilmek için de işe saltanatın kaldırılmasıyla işe başlanması gerektiğini anlamamışlardı. 1924’te bir muhalefet partisi kurmalarına karşın hepsinin daha sonra tek partili cumhuriyet yönetiminde yer almaları; muhafazakar olmadıklarını ama ulus-devletin nasıl bir yapıda olması gerektiğinin bilincine de henüz varamadıklarını gösterir.
Anadolu Savaşı’nın zaferle sonlanması üzerine cumhuriyet rejimine geçmeyi hedefleyen Mustafa Kemal Paşa, bu amacına ulaşabilme yolunda Millî Mücadele’nin önemli önderleriyle hemen bir siyasal mücadeleye giremezdi. Ulusal egemenlik yanlılarının anayasalı hükümdarlık ve cumhuriyet yanlıları biçiminde bölünmesi ülkeyi de bölebilirdi. Ayrıca anayasalı hükümdarlık yanlısı arkadaşlarının desteğini yitirmenin, Mustafa Kemal Paşa gibi düşünenleri Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) azınlık durumuna düşüreceği kesin gibiydi. Dolayısıyla, “cumhuriyete geçişi daha güçlü olacağı yeni bir meclise bırakmak ve ilk adımda saltanatı kaldırmak” diye özetleyebileceğimiz bir strateji benimsedi. Saltanat kaldırılacak, halife devlet başkanı olacaktı; ancak bu yeni devlet başkanının başbakan atamak gibi bir hakkı olmayacak, TBMM’nin seçtiği başbakanı onaylamak zorunda olacaktı. Bütün bunlar, barış sağlandıktan sonra yapılacak yeni bir anayasayla belirlenecekti.
Bu formülün TBMM tarafından herhangi bir itirazla karşılanmadığını biliyoruz; zira Meclis’te 4 Ekim 1922’de görüşülen ve İstanbul’daki İtilâf Devletleri temsilcilerine yazılan bir notada İstanbul, “halifeliğin başkenti” olarak tanımlanmıştı. Ancak Meclis çoğunluğunun sözkonusu formüle aklının yatmasının nasıl sağlandığına dair elimizde şimdilik herhangi bir veri yok. İşin daha da ilginci, bu formülün Osmanlı başkentinde Doğu Trakya’yı teslim almak üzere 19 Ekim 1922’de kente gelen Refet Paşa, yani daha Temmuz ayında Mustafa Kemal Paşa’ya saltanatın kaldırılmasına karşı olduğunu söylemiş bir kişi tarafından duyurulmasıydı. Bunun üzerine İstanbul gazetelerinde yakında önemli anayasa değişiklikleri yapılacağına ilişkin yorumlar çıkmaya başladı. Sonuç olarak, gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın o günlerde İstanbul’un aydın kamuoyunu görece iyi temsil ettiğini varsayacak olursak, TBMM’nin 1 Kasım gecesi alacağı saltanatı kaldırma kararını Osmanlı başkentinin de en az 10 gün öncesinden benimsemiş olduğunu söyleyebiliriz.
Mustafa Kemal Paşa’nın bulduğu formül hiçbir zaman anayasa maddesi olmadı. Zaten anayasa da cumhuriyetin ilan edilip halifeliğin kaldırılmasından sonra yapılacaktı. Yani önce devletin yapısı belirlenecek, sonra anayasa yapılacaktı. Yeni rejime doğru gidiş sürecinde gördüğümüz bu özellik de Mustafa Kemal Paşa’nın parlak stratejisinin ürünüdür. Nitekim Mustafa Kemal Paşa daha sonra 1924 Anayasası’nın yapılma sürecinin de kendisini haklı çıkaracağı gibi amaçladığı devlet yapısının doğrudan doğruya bir anayasayla kurulamayacağını, zira ne cumhuriyetin ilanının ne de hilafetin kaldırılmasının üçte ikilik bir meclis çoğunluğu sağlayamayacağını öngörmüştü. Dolayısıyla cumhuriyet salt çoğunluk oyuyla çıkarılacak ya da değiştirilecek bir kanunla ilan edilecekti. Bu hamlenin işaretini de 1923 Eylül’ünün sonlarında Avusturyalı bir gazetecinin kendisiyle yaptığı söyleşide verdi: 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu’nun ilk iki maddesi zaten cumhuriyet anlamına geliyordu (bkz. #tarih, sayı 79). Yapılacak iş, fiilen varolan bu rejimin adını koymaktan ibaretti.
Bilindiği gibi TBMM sadece bir yasama meclisi değildi; yürütme gücünü de üstlenmişti. Bu gücünü topluca kullanması mümkün olmadığından, kendi içinden ve çoğunluk oyuyla bir mebusu seçiyor ve bu kişiyi yürütmenin bir alanında çalışmak üzere kendisine vekil tayin ediyordu. Bu bakımdan Ankara Hükümeti’nin “Bakan”larına İstanbul’dakiler gibi “nazır” değil, “icra vekili” denmişti. İkinci TBMM açıldıktan sonra icra vekilleri heyeti başkanı olan Fethi (Okyar) Bey, İçişleri Vekilliği’ni de üstlenmişti (14 Ağustos 1923). Fethi Bey, 24 Ekim 1923 tarihinde bu görevinden istifa etti. Birkaç gün sonra cumhuriyeti ilan edebilecek çoğunluğu sağlamış olan Mustafa Kemal Paşa taraftarları, tam 4 gün boyunca kendilerine bir İçişleri Vekili seçecek çoğunluğu tutturamadı. Tabii hükümet krizi yapay bir krizdi ve Mustafa Kemal Paşa bunu bir “devlet krizi” şeklinde yorumlayarak yeni kurulmuş olan Halk Fırkası’nın 29 Ekim günkü toplantısında bir çözüm önerdi: Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu’nun bazı maddeleri değiştirilerek cumhuriyet sistemine geçilecekti! Aynı günün akşamı toplanan TBMM, Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu’nun bazı maddelerinin “kanuna açıklık getirecek” biçimde değiştirilmesine ilişkin kanunu, oylamaya katılan 158 mebusun 158 olumlu oyuyla kabul ederek cumhuriyeti ilan etti ve ikinci bir oylamayla Mustafa Kemal Paşa’yı cumhurbaşkanı seçti.