Atatürk’le aynı yıllarda doğdu; ondan hemen sonra 24 Aralık 1938’de İstanbul’da öldü. Ölmeden önce son yaptığı iş, Atatürk’ün Ankara’daki katafalkını hazırlamaktı. Hayatının son iki yılını İstanbul’da geçiren Bruno Taut, birçok okul binasına imza atmış; mimari ve şehir plancılığı tarihinde silinmez izler bırakmış; “Türk Evi” kavramını literatüre taşımıştı. Edirnekapı Şehitliği’nde yatan tek gayrimüslim.
Sergey Ayzenştayn’ın yapımcı desteği bulamadığı için gerçekleştiremediği “Cam Ev”in tohumu, yönetmenin 1926’da yaptığı Berlin gezisinde atılmış. Üç yıl boyunca senaryosu üzerinde çalıştıktan sonra vazgeçmek zorunda kaldığı tasarısından, günlüğünde, 1946’da, “herkesin yaşamında büyük bir gizem yeralır, benimkisi ‘Cam Ev’dir” diye sözeder. Tıkanık bir dönemidir bu: “Joyce’vari” çekmek istediği Marx’ın Kapital’ini de, Moskova için düşündüğü öznel portre çalışmasını da hayata geçirememiştir.
“Cam Ev”, tepeden tırnağa, içi de dışı gibi cam cephelerden oluşan, Mies’vari bir gökdelende geçecekti. Ayzenştayn, iş ve ev düzenini kapitalist cehennemin saydamlığı üzerinden hayli acımasız bir yaklaşımla ele almak için pek çok ‘sahne’ çizmiş, kamera için düpedüz devrim niteliği taşıyan açılar öngörmüştü.
Tohumun Berlin’de atılmış olması rastlantı değildi: Mimariye camı ağırlıklı olarak yerleştirme fikrinin doğduğu, gelişeceği, yeni kıtaya mührünü vuracak ölçüde yaygınlaşacağı ‘nokta’ orasıydı. Merdivenin ilk basamağına Paul Scheerbart’ı yerleştirmek gerekiyor: Bu yarı öke, yarı çılgın şahsiyet, yazdıkları, çizdikleri, kurdukları ile ayrıksı bir dünya yaratmış, Cam Mimarlığı kitabıyla çığır açtığını göremeden trajik sonuna varmıştı (Scheerbart nihayet dilimizde: 1913 tarihli romanı Lesabendio’yü Multilingual bastı; 1914 tarihli, ölümünden 1 yıl önce çıkan Cam Mimarlığı kitabı ise Hüseyin Tüzün’ün çevirisi ve Benjamin’in önemli metni “Deneyim ve Yoksulluk”la, Arketon Yayıncılık’tan çıktı).
Cam Mimarlığı kitabı Bruno Taut’a adanmıştır Taut adı Türkiye’de mimarlık çevrelerinden biraz taşmışsa, nedeni Atatürk’ün katafalkını gerçekleştirmiş olmasında aranabilir. DTCF mezunlarının, Ankara Atatürk Lisesi ya da Cumhuriyet Kız Enstitüsü öğrencilerinin, Cebeci Ortaokulu ya da Trabzon Lisesi’nin sıralarından geçenlerin kaçı onu tanımış, bilmişti? Her durumda, İstanbul yıllarından öğrencilerinde derin izler bırakmıştı. Akademik ortamdan, dünden bugüne kişiliğini ve çalışmalarını değerlendiren işler çıktı.
Avrupa’nın kaderi Taut’unkini birinci elden etkilediği için, serüvenini üç ülke üzerinden katetme zorunluğu çıkıyor: Almanya, Japonya ve Türkiye. Çıkış noktasına, Scheerbart’ın cümlelerini 1914’de gerçekleştirdiği “Glashaus”a kakmış olmasını mı; ilk İstanbul gezisi sonrası yayımladığı (1916) “Doğu, Avrupa’nın anasıdır ve kapısı İstanbul’dur” saptamasını yaptığı yazısını mı; 1919-1920 kavşağının anıtsal belgesi Cam Zinciri yazışmalarını mı koymak gerekir, yorumcuya kalmış.
Maria Stavrinaki’nin sıkı kazı çalışmasıyla hazırladığı Cam Zinciri–Dışavurumcu Yazışmalar, Taut’un tetiklediği, bir düzine sanatçı ve mimarın takma isimlerle katkıda bulundukları bir avant-garde kalkışım. Orada, varoluş amacını büyük harflerle “Dünya Görüşüm” başlıklı metninin ortasına gömmüştür: İNŞA ETMEK.
Scheerbart’ın etkisiyle de olsa, mimariye camın ağırlığını koyma sürecinde Taut’un katkıları azımsanamaz. Mies van der Rohe’dan Wright’a, “La Maison de Verre”den (1928-32, Paris) Philip Johnson’un “Cam Ev”ine (1949, New Canaan), bu bağlamdaki verimli çizginin tekvininde, Benjamin’in de vurguladığı gibi ikilinin öncülüğü sözkonusudur.
Taut’un Berlin’de gerçekleştirdiği toplu konutlar, şehrin periferisinde kaldıkları için savaş yıkımları arasına katılmamıştır. Işığın ve havanın güçlü, özgür dolaşımı esasına dayalı ‘yeni bina’ anlayışı, atnalı düzenine oturmuştu. Renk kullanımına açılması bir başka temel özellik olarak göze çarpar. Mimarlığını insanı ölçek alarak geliştirmesinin canalıcı bir boyutunu, “kadın”ı egemen eril kalıbından kurtarma yönündeki çabasıyla birlikte değerlendirmek gerekir. Mesleğinin kuramsal cephesini de savsaklamıyordu Bruno Taut: Kent İçin Taç (1919) ile başlayan yolun son evrelerinden birini, İstanbul’dayken yazıp yayımladığı Mimarlık Bilgisi (1938) temsil eder.
3. Reich’la birlikte sürgüne çıktı Taut. 1933 Mayıs’ından 1936 Ekim’ine Japonya’da kaldıktan sonra İstanbul’a geçti ve 24 Aralık 1938’deki ani ve erken ölümüne dek Türkiye’de son derece etkin ve üretken oldu. Vasiyeti üzerine İstanbul’a, ayrıcalıklı bir uygulamayla Edirnekapı Şehitliği’ne gömüldü.
Bu son döneminde, tasarladığı ve gerçekleştirdiği yapıtlarının yanısıra eğitmen olarak da ciddi katkıları olduğu biliniyor. Yaşasaydı -Ortaköy’de yaptığı ultima domus’u da gösteriyor- savaş yıllarını Türkiye’de tamamlamayı seçecekti büyük olasılıkla.
Bruno Taut’un serüvenini birkaç “ev” üzerinden değerlendirmek şüphesiz indirgeyici tavır olur. Benimkisi yazınsal bir okuma; ne mimarım, ne mimarlık tarihçisi. 1925-30 arası gerçekleştirdiği Berlin-Britz’deki toplu konutlarındaki ‘model ev’ Tautes Heim çıkış noktasına koyulabilir. Ona, Japonya’da kısmen gerçekleştirdiği tek yapı olan Kyu Hyuga Bettei (1936) ile Erika’yla birlikte oturdukları Senshintei’ı ekleyerek Ortaköy evine uzanırken aralara 1914’un Cam Pavyonu’nu, Katsura Saray için çizim ve fotoğraflarını yüklemek bir kuşatım sağlayabilir -tümü, benim gözümde, 1938 Şubat ayındaki konuşma metni “Türk Evi”ne köprü olsun, küllenmiş gözüken bir ‘sorun’u yeniden çağırmak için.
Kendi payıma “Anadolu Evi” tamlamasını yeğlesem de, Osmanlıların son yıllarında Hamdullah Suphi’nin ve Yahya Kemal’in başlattığı “Türk Evi” tartışması, Sedat Hakkı Eldem’den Cengiz Bektaş’a, Vedat Tek’ten günümüze tüketilmişe benzemiyor. Bruno Taut’un yaklaşımı, mimarın Avrupa’yla Japonya arasındaki geniş bir spektrum üzerinden, kısa sürede yoğun biçimde tanışma gayreti gösterdiği yerli örnekleri değerlendiriş üslubuyla da önem taşıyor.
Taut’un tam neden öldüğünü bilmiyoruz. Son akşamında sinemadan Erica Wittisch ile döndüklerinde uzanmış ve oracıkta sönmüş. Yetkililer, Wittisch’in “başladığı işleri kardeşi Max Taut’un bitirmesini dilerdi” sözünü dikkate almamışlar. Kayıtlar, sonraki yıllarda kimlerin eşi ve çocuklarıyla temasta olduğuna ilişkin ipuçları taşımıyor.
1969-1971 arası, Bruno Taut’un “projesini yürüttüğü” (Kemal Ahmet Aru) Saraçoğlu mahallesinde oturuyordum; lise öğrenimimin son iki yılını, aynı dönemde, Taut’un elinden çıkma Ankara Atatürk Lisesi’nde geçirmiştim.
İki yıl önce okuduğum bir inceleme metninden öğrendim Bruno Taut’un İstanbul Günlüğü’nün varlığını. Özgün dilinde yayımlanmamış ve dilimize çevrilmemiş olması çok şaşırttı beni; Almanya’da ve Japonya’da iki ayrı kaynaktan taranmış elyazmasına çarçabuk ulaştım; Tevfik Turan elyazısını sökmeyi başararak çeviriyi tamamladı, küçümen “albüm”ü kurmayı kendim üstlendim. Taut’un 1916’daki İstanbul gezisinin metninin çevirisi de ilk kez yayımlanıyor Türkçede. “Türk Evi” konuşması, olduğu gibi Her Ay dergisinden alınmıştır. ‘Benimkisi’ kişisel borcun ödenmesi, ‘bizimkisi’ ülkenin Taut’u yapıp ettiklerinden dolayı yadedilmesine katkı.
İstanbul Günlüğü, Bruno Taut’un aramızdan nasıl geçtiğine ilişkin birincil elden tanıklık belgesi.
2 YILLIK TÜRKİYE MACERASI
Günlükleri ilk defa Türkçede
Bruno Taut, 2. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’ye sığınan pek çok Yahudi asıllı Alman biliminsanı ve sanatçı gibi günlükler tutmuştu.
Kırmızı Kedi Yayınevi’nin İstanbul Günlükleri (1936-1938) adıyla yayına hazırladığı bu günlükler, daha önce Tokyo Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde bulunuyordu. Türkçeye tercüme edilmemiş ve yayımlanmamıştı.
Tevfik Turan’ın elyazması günlüklerden taranmış metinleri tercüme ettiği, Enis Batur’un fotoğraf albümünü derlediği kitap, Türkiye’de yaşadığı iki yıl içinde mimaride büyük izler bırakmış, Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Binası, Atatürk Lisesi, Cebeci Ortaokulu, İzmir Kız Enstitüsü, Trabzon Lisesi gibi birçok yapıda imzası bulunan bir ismin bu topraklardan geçerken neler yaşadığına dair birinci elden bir tanıklık. Ayrıca 1916’daki İstanbul gezisine dair metin de Türkçede ilk defa yayımlanıyor. Günlükler çok yakında yayımlanacak.