Yakın toplumsal tarihimiz, başarısız deneyimleri, hayalkırıklıkları ve “biz adam olmayız”larla dolu sancılı bir demokrasi tarihidir. Tarih, günümüzün siyasal çekişmeleri doğrultusunda ve o çekişmelere bir tür cephanelik oluşturmak için yazıldığı müddetçe, bu değişmeyecek.
Türkiye’de hâlâ demokrasinin güçlü bir biçimde yerleşememiş olmasını kromozomlarımızda ya da “Doğu”da veya İslâm’da aramak saçmalık olur. Bunu tarihte arayacağız tabii; ama sultanlarda veya tek parti yönetimlerinde ya da askerî darbelerde değil. Çünkü böyle yapmak da kolaycılık olur. Hattâ tutuculuğa da davetiye çıkarabilir, zira en başta sözünü ettiğimiz kategorilere benzeyen, özcü bir açıklamaya götürebilir bizi; “biz adam olmayız” ya da “böyle gelmiş, böyle gider” türünden.
Dolayısıyla yanıtı toplumsal tarihte arayacağız; yani toplumsal yapımızda, ekonomimizde, eğitimimizde, kısacası bir toplum olarak nasıl geliştiğimizde, nasıl evrilmişliğimizde arayacağız; bu bir. İkincisi, demokrasinin ne olduğunu ve nasıl oluştuğunu da bilmemiz gereki- yor; yani demokratik olduğunu varsaydığımız toplumlara da bakacağız. Ama şimdi ne halde olduklarını gözlemlemekle yetinmeden, onların da toplumsal tarihlerini yeterince iyi öğrenerek bakmamız gerekiyor.
Üçüncüsü ise, bütün bunları tarihselciliğe düşmeden yapabilmemiz gerekiyor. Bunun da iki anlamı var. Bunların birincisi, bugün gördüğümüz kadarıyla demokrasinin belli bir zamanda ve belli bir yerde oluştuğu ve artık başka yerlerde aynı sürecin tekrar etmesinin imkânsız olduğu yargısına varmamamız gerektiğidir. İkinci anlam ise, bir gün Türkiye’de de demokrasi olacaksa, bunun mutlaka başka yerlerde olanlara tıpatıp benzeyen bir süreçle olacağı beklentisinden uzak durmamız gerektiğidir. Yani pozitivist bir anlayışla, aynı koşullar yaratılırsa sonucun da aynı olacağı tarzında, kimya deneyi yaparcasına düşünmekten de kendimizi alıkoymamız lâzım.
Demokrasi, şehirli toplumlara özgü bir yaşam, düşünce ve siyaset biçimidir. O yüzden Marksistler demokrasiye “burjuva demokrasisi”, yani “şehirli demokrasisi” derler. Bugün bildiğimiz demokratik ülkelerde de şehirli nüfusun çok uzun bir süredir ezici çoğunlukta olduğu görülüyor. Türkiye ise % 50 şehirli nüfus eşiğine yalnızca yirmi yıl önce, 1990’ların ortalarında varabildi. Bugün bu oran çok daha yüksek olmakla birlikte, şehirlileşme konusunda daha katetmemiz gereken çok yol var. Çünkü şehirde yaşamaya başlamakla hemen şehirli olunmuyor. Yediklerimizin ambalajını yere atmamak için en az iki nesil gerekiyor ki, o da yetmeyebilir, çünkü en az iki nesillik şehirli belediyecilerimiz de olacak ki, her tarafa yeterince çöp kutusu koymayı düşünebilsinler. Ama bu mümkün değil, çünkü yeni şehirlimizle yeni belediyecimiz aynı hamurdandır. Sel suyuyla malını hatta canını yitirdiği için “ilgililer”i suçlayan “yurttaş”lar, dere yatağına ev yapma iznini kesinlikle vermeyecek olan birilerine belediyelerini teslim ederler mi hiç? Çok partili sistemde bunu göze alabilecek adaylar hayal edebilmek güç. Ayrıca bu konuda daha önce şehirli olmuşlarımıza da pek güvenilemez. Zira devlet toprağına yaptığı gecekondunun apartmana dönüşmesiyle zenginleşmiş olanlarımızın bu duruma ses çıkarmayacakları aşikâr; tıpkı yolsuzluklar konusunda duyarlı olmadıkları gibi buna da göz yumarlar.
Çok partililikten vazgeçip tek partili yasaklar dünyasına dönmek gibi bir saçmalık planlamıyorsak, yapacak iki şeyimiz var demektir: sel yatağına ev yapacak kadar – deli olmadıklarına göre – umutsuz olanlarımızın bir an evvel hayat standartlarını yükseltmek ve onları, hiç olmazsa çocuklarını, iyi eğitmek. Cumhuriyet tarihi bu açılardan pek parlak gözükmüyor. Zaman zaman ülkenin ciddî zenginleşme döemleri olduysa da fakir kesimlerin “ortasınıflaştırılması” ve eğitilmesi konusunda Cumhuriyet’in başarılı olduğu pek söylenemez.
Gençlik ve olgunluk dönemlerini vatansız kalma korkusuyla geçiren tek parti yöneticileri, 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar kendi yağımızla kavrulma politikaları izlemişler, bunu yaparken de bütçelerini ezici bir oranda altyapı yatırımlarına ayırmışlardı. Sonrasında Demokrat Parti, tümüyle köylüyü mutlu etme politikaları izledi. Oy deposu köylerimize bol keseden taban fiyatlarının yanısıra ekilen arazi artışı da verilince pek şehirleşme görülmedi. Yalnızca makinalaşma tarımda ufak bir işgücü fazlası ve bunun sonucu olarak ilk gecekondulaşmayı yarattı, ama 1950’lerin köyden kente göç oranları, daha sonraki onyıllara oranla çok düşük kaldı. Ancak köylünün göreli zenginleşmesi, eğitim hamlesine bir ivme kazandırmadığı gibi, tam tersine, okullaşma oranlarımızda tarihimizin tek düşüşü gözlemlendi. İmeceyle yapılmaya başlanmış birçok okul binasının 14 Mayıs 1950’den sonra yarı yapılmış bir halde kaderlerine terkedildiği bilinen bir şeydir.
Bu süreç 1960’larda Adalet Partisi yönetiminde de devam etti. Ancak üzerine iki şey daha eklendi. Biri, Beş Yıllık Plan gereği ikame sanayileşmesi başlarken, köyden kente gelmiş ve sanayi işçisi olmuş olanlara iyi yaşam koşulları verilmedi. Hattâ verilen bazı sözlerden de dönüldüğü için dönemin sonlarında çok ciddi işçi gösterileri yapıldı. İkincisi ise imam-hatip okullarının açılmasıydı. Gerçi bu okulların olmaması durumunda birçok kızımızın orta eğitimden nasiplenememiş olacağını teslim etmek gerekir. Ama buralarda verilen eğitimin kalitesinin ne kadar düşük olduğu ve ne tür sevimsiz sonuçlar doğurduğu bugünlerde İslâmî muhafazakâr çevrelerin bile gazete köşelerinde tartışılır oldu. Fakat şunu da söylemeden geçemeyiz: imam-hatip liselerinin niteliğini tartışmadan önce üniversite giriş sınavlarında tek bir mezunu bile başarılı olamayan liseleri konuşmak daha anlamlı olacaktır.
Bu noktada da eğitim meselesine eğilmemiz gerekiyor. Zira orta öğretim kurumları, eğer teknik bir meslek kazandırma amaçlı değilse, modern demokrasilerde yurttaşın yetiştirildiği yerlerdir. Devlet şekli cumhuriyet olsun, meşruti monarşi olsun, katılımcı demokrasi, insan hakları, yurttaşlık bilinci gibi değerler orta öğretimde verilir. Bu ise iki derste yapılır: yurttaşlık bilgisi ve tarih. Yurttaşlık bilgisi, bizde olduğu gibi sıkıcı bir biçimde ve itaat etme temelli bir içerikle verilmez. Tarih ise, yine bizde olduğu gibi hamaset ve menkıbe temelli değil, toplum ve siyaset temellidir. Ve kısa bir süre sonra seçmen yaşına gelecek olan lise ögrencileri, ülkelerinin siyasi tarihini en son genel seçimlerin yapıldığı tarihe kadar öğrenirler. O güne kadar ülkelerini yönetmiş olan anayasal düzenler, ayrıntılı bir biçimde anlatılır tarih kitaplarında. Ülkemizde ise lise tarih derslerinin içeriği ancak son on yıldır 1990’ları da kapsar oldu. Ülkemizde otuz yaşın üzerindekiler için tarih dersi 1938’de biterdi. Geçmiş anayasal düzenlerimizin çözümlemesi ise hiç olmamıştı, bugün de yok.
Bunun nedeni, Türkiye’nin yetmiş yıldır muhafazakârlar tarafından yönetiliyor olmasıdır. Yetmiş yıldır, çünkü Köy Enstitüleri’ni ölüme terkeden ve Ankara Üniversitesi’nde “komünist” avlayan, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) hükümetleridir. Sonrasında ise tek başına iktidar olma sevdasıyla hem Demokrat Parti hem de Adalet Partisi, bazı ilkeleri Cumhuriyet değerleriyle bağdaşmayan çevreleri de içlerinde barındırdılar ya da, bu sefer CHP de dahil olmak üzere, partileşen bu çevrelerle koalisyon hükümetleri kurdular. Bunlardan, hele Türkiye gibi yalnızca müfredatın değil, ders kitaplarının da devlet tarafından yapıldığı bir ülkede iyi bir tarih eğitimi vermeleri beklenemez. Çünkü tarih, özgürlüğün bilimidir; o yüzden özgür, demokrat yurttaşı tarih dersi yetiştirir. Bu da muhafazakârlığın, özellikle de dinsel muhafazakârlığın sevmediği bir iştir.
Bu muhafazakârlığın ve doğurduğu cehaletin günümüzdeki sonuçlarına gelecek olursak, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın da dediği gibi, kanun metni yazmasını bilen milletvekilimiz yok. Birçok bakan, milletvekili ve üst düzey politikacı, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” gibi, yabancı bir dile çevrildiği takdirde gülüşmelere değil kahkahalara neden olacak deyimler kullanabiliyorlar (“Şapka Devrimi”, “Harf Devrimi” gibi deyimler de bence aynı kategoriye dahildirler). Namık Kemal gibi kısıtlı bir temsil sistemi savunucusu, sırf parlamento istediği için “Türk demokrasisinin kurucularından” sayılabiliyor. Genel oy hakkının olmadığı, seçimleri Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin silahlarının gölgesinde yapılan ve amacına ulaşıncaya kadar seçim yaptırmayacağını söyleyen 1. Büyük Millet Meclisi’nin, sırf çoksesli olduğu için, “demokratik” olduğunu iddia edenler var. Belki iyi üniversitelerin iyi öğrencileri bunlarla da alay eden tweetler atıyorlardır; ama bu durum, ağlanacak halimize gülmemizin ötesine geçmiş olmuyor.
Son olarak, liberal entelektüel çevrelerin de bu demokratikleşememe tarihimizde önemli bir rol oynadığını söylememiz gerekir. Liberal çevreler, özellikle de solda olduklarını iddia eden liberal çevreler, biraz bu demokratik olmayan yakın tarihimizin acısını en çok çekenler oldukları için, biraz da bu cehalet ve muhafazakârlık ortamında uzun bir iktidarsızlık yaşamalarından ötürü, tarihimize toplumu neredeyse tümüyle tarihsiz bırakacak bir sünger çeker oldular; hem de epey bir süredir. Tanzimatçılar, Jön Türkler ve Cumhuriyet’i kuranlar, hep tepeden inmeci, emredici, toplumun yararını düşünmeyen, neredeyse topluma karşı oluşmuş çıkar çevreleri gibi tanıtılır oldu. Bunların hiçbirinin tertemiz bir dosyası olduğunu iddia edecek değilim; ama bu ülkede bir gün insan haklarına saygılı, dört başı mamur bir demokrasi kurulacaksa, bunun hiç yoktan varedilemeyeceğini, elimizde, tarihimizde ne varsa onun üzerinde kurulacağına da inananlardanım. Liberal çevreler maalesef bunu böyle görmüyor ve zaten herhangi bir demokratlık iddiası olmayan eski nesillere yüklenirken, geçmişte demokrasi sözü verip de bu sözlerini tutmayanları tarih çözümlemelerinde aynı sertlikle eleştirmiyorlar. Bu ise, modernlik değerlerine tutunan, ama çağdaş demokrasi ve insan hakları konusunda yeterince eğitilmemiş önemli bir kitlenin irkilmesine ve kendilerinden soğumasına neden olduğu gibi, günümüz koşullarında gerici bile diyebileceğimiz bir geçmiş özlemine savrulmasına katkıda bulunuyor. Bu da, tabii, gerçek liberalizmin Türkiye’de hak ettiği konuma bir türlü yerleşemeyip hala marjinal kalması sonucunu doğuruyor.
Kolayca görülebileceği gibi, demokratik bir topluma varabilmek için siyasal arayışlardan ve tutkulardan olabildiğince arınmış bir tarih yazımına ihtiyacımız var. Tarih, günümüzün siyasal çekişmeleri doğrultusunda ve o çekişmelere bir tür cephanelik oluşturmak için yazıldığında, demokratik düşünce ciddi zarar görüyor. Tabii bu söylediğimin tam tersi de söylenebilir ve siyasetin tozu dumanı yatışmadan soğukkanlı tarihçilik yapmanın mümkün olmadığı da iddia edilebilir. Böyle bir çıkışa itiraz etmek doğrusu çok zor olur. Ama siyasal yaşamla tarih yazımının oluşturduğu bu kısır döngü hiç kırılamaz mı? Bana kalırsa bu mümkündür; ancak bunu yakın bir gelecekte siyasetçilerden bekleyemeyeceğimize göre, ilk adımı tarihçilerin ve diğer sosyal bilim insanlarının atması gerekiyor.