Horlanan, aşağı görülen, kendisinden usanılan; öte yandan gerçekten ihtiyaç sahibi olduğu bilindiğinde vicdani bir itkiyle el uzatılan toplumsal sınıf. Osmanlı döneminde kethüdaları, şeyhleri ve beslendikleri bir vakıfları dahi olmuş. Kimi zaman menedilmişler, kimi zaman kollanmışlar. Yüzlerce yıl sokaklarda aynı narayı vurmuşlar: Allah rızası için…
Türkçedeki iki atasözü, dilenciliğin kültürdeki algılanışını iyi açıklar:
“Dilenci bir (tek) olsa şekerle besleyeyim” ve “Dilencinin torbası dolmaz”. Çokluk, suistimal ve sınırsız istekler. Bunaltan bir yalvarış hâli.
Ortaçağ İslâm dünyasında dilencilere “benû sâsân” denirdi ki, dilenci, dolandırıcı ve şarlatan anlamlarının hepsini birden karşılıyordu. Peygamber, yeni Müslüman olacaklardan dilencilik yapmayacaklarına dair söz alıyor, en iyi kazancın alın teriyle elde edildiğini vurguluyordu (Müslim, Zekât, 108). Kuran, dilenciliği insan haysiyetiyle yakıştırmıyordu; Allah nasılsa her kula rızkını yazmıştı ve başka kullara el açmak yakışıksız bir işti. Ancak burada onurlu bir fakirlik övülmüş, Müslüman zenginlerin mallarında ihtiyaç sahibi dilencilerin belirli bir hakkı olduğu saptanmış (ez-Zâriyât, 19) ve “isteyeni azarlama” denilmiştir (ed-Duhâ 10). Bu sebepledir ki Osmanlı Türkçesinde “Sâile (isteyene) sual olunmaz” diye bir tabir de türemiştir.
Kimi Sûfî gruplar ise dilenmeyi nefsi terbiye etmek ve kibri kırmak için uygulamış, talebelere de bir ödev kılmışlardı. Farsça kökenli “derviş” kelimesi dilenci sözcüğüyle eşanlamlıdır. Tekke mensubu kimi dervişler, ellerindeki Hindistan cevizi veya abanozdan mamul, omuzlarına astıkları keşkül-i fukara ile dilenirler, bunlara para veya hububat koyarlardı.
Temelde dilenci olmayan ama işi oraya vardıran gruplar da türemişti. Kutsal aylarda “cerre çıkan” medrese talebesi köylerde ders veriyor, karşılığında halktan para istiyorlardı. Bu talepler kimi zaman bunaltıcı ısrarlara dönüşüyordu. Miskinler ise “hiç veya yeteri kadarmalı olmayan kimse, zelil, zayıf” diye tanımlanıyor ve bunlara ayrıcalıklı davranılıyordu; ihtiyaç içinde oldukları her hâllerinden belliydi. Osmanlı Türkçesinde “Eri sözünden, esbabı yüzünden, dilenciyi gözünden, tavşanı izinden, avradı kızından, kızı bezinden belle” diye bir deyiş de türemiştir. Yine Kuran’da da miskinlerin gözetilmeleri buyuruluyordu (Bakara, 83). Selçukluların cüzzam hastalarını tecrit ettikleri yerlere “miskinler tekkesi” adı verilmişti.
Daha çok Yeniçeriliğin ortadan kaldırılmasından sonra görülen “goygoycular” taifesi ise başka bir âlemdi. Anadolu’dan gelme ve çeşitli engelleri olan “goygoycular” Muharrem ayının başlamasıyla birlikte kendilerine vakfedilen Şehzâdebaşı Tabhâne’deki yuvalarından İstanbul sokaklarına dağılıyor, Kerbela hadisesinin yasını tutuyor, “hey kaygulu canım (goygoy canım)” diyerek İstanbul sokaklarını inletiyordu. Okudukları gazellere karşılık hububat ve hediyeler topluyor, bunları heybelerine güzelce diziyor, sonra da aşure yapıp halka dağıtıyorlardı. Galiba en gönlü bol dilenci takımıydılar.
Devlet arşivlerinde bulunan 28 Mayıs 1568 tarihli bir belgede Gülsuyucu oğlu gibi “haşere dilenci grupları”nın cenaze sahiplerini taciz ettikleri ve bunların engellenmesi buyuruluyordu. Kadılara bağlı subaşılar “dilenci başbuğu” oluyor ve dilenmeye uygun olanlarla olmayanları ayıklıyordu. 1574’te Divan-ı Hümayun, payitahta yönelen dilenci akınını, Arap fakirlerinin ve dervişlerin hücumunu önlenmeye çalıştı; çünkü bu sıralar şehirde nüfus yoğunluğu ve beslenme sıkıntısı vardı. 4 Temmuz 1736 tarihli bir defter, Üsküdar, Galata, Suriçi ve Boğaziçi’ndeki dilencilerin sıkı bir kaydını içeriyordu. 20 Eylül 1789 tarihli evrak ise, yaralı dilencilerin meskenlere yollanmasını, kazanca gücü yetenlerin dilencilikten menedilmesini uygun görmüştü.
Avusturya elçisi sıfatıyla 1554 ve 1556’da İstanbul’a gelen Busbecq, dilencilerin İstanbul’da kutsal haklara sahip olduklarını ve kimisinin kölelere malik olduğunu yazar! Onun kaydına göre, insanları yağ kandili, limon veya nar satın almaya zorlayan Arap dilenciler vardır. Busbecq, Türklerin sokak köpeklerini mahallenin malı sayıp ilgiyle beslediğini, dilencilere ise “Allah onlara akıl (kazanma imkânı) verdiği için” o kadar da acımadıklarını yazar.
Evliya Çelebi 17. yüzyılda dilenci esnafının iyice kurumsallaştığını haber verir. 7.000 neferlik bu sınıf sancak açarak gezer; sadaka ile ilgili ayetleri okuyarak inananların gönüllerini celbetmeyi dener; bilhassa gazadan ganimetle dönen gazileri sıkıştırıp “Şey’ullah” (Allah rızası için) sözü eşliğinde el açardı.