Kasım
sayımız çıktı

‘Dilencinin torbası dolmaz’ ama ‘isteyene sual olunmaz’

Horlanan, aşağı görülen, kendisinden usanılan; öte yandan gerçekten ihtiyaç sahibi olduğu bilindiğinde vicdani bir itkiyle el uzatılan toplumsal sınıf. Osmanlı döneminde kethüdaları, şeyhleri ve beslendikleri bir vakıfları dahi olmuş. Kimi zaman menedilmişler, kimi zaman kollanmışlar. Yüzlerce yıl sokaklarda aynı narayı vurmuşlar: Allah rızası için…

 Türkçedeki iki atasözü, di­lenciliğin kültürdeki al­gılanışını iyi açıklar:

“Dilenci bir (tek) olsa şeker­le besleyeyim” ve “Dilencinin torbası dolmaz”. Çokluk, suisti­mal ve sınırsız istekler. Bunal­tan bir yalvarış hâli.

Ortaçağ İslâm dünyasında dilencilere “benû sâsân” denirdi ki, dilenci, dolandırıcı ve şarla­tan anlamlarının hepsini birden karşılıyordu. Peygamber, yeni Müslüman olacaklardan dilen­cilik yapmayacaklarına dair söz alıyor, en iyi kazancın alın te­riyle elde edildiğini vurguluyor­du (Müslim, Zekât, 108). Kuran, dilenciliği insan haysiyetiyle ya­kıştırmıyordu; Allah nasılsa her kula rızkını yazmıştı ve başka kullara el açmak yakışıksız bir işti. Ancak burada onurlu bir fa­kirlik övülmüş, Müslüman zen­ginlerin mallarında ihtiyaç sa­hibi dilencilerin belirli bir hakkı olduğu saptanmış (ez-Zâriyât, 19) ve “isteyeni azarlama” denil­miştir (ed-Duhâ 10). Bu sebep­ledir ki Osmanlı Türkçesinde “Sâile (isteyene) sual olunmaz” diye bir tabir de türemiştir.

Dilenciler esnafı 3. Murat’ın oğlu için tertip ettirdiği 1582 Atmeydanı sünnet şenliklerinde sakatlar ve dilenciler. Dilenciler bu tarihlerde başlarında denetleyicileri olan bir kuruma sahipti ve devlet Şehzadebaşı’nda onlara bir vakıf tayin etmişti. İmparatorluğun tüm görkeminin ve esnaf ustalıklarının sergilendiği bu Surnâme’de dilenciler de ansızın belirip zıtlık oluşturarak önceki ve sonraki sahnelerin görkemini arttıran bir unsur gibi kullanılmış (İntizâmî, Surnâme-yi Hümayun, res. Osman, TSMK H. 1344).
 
 

Kimi Sûfî gruplar ise dilen­meyi nefsi terbiye etmek ve kib­ri kırmak için uygulamış, tale­belere de bir ödev kılmışlardı. Farsça kökenli “derviş” kelimesi dilenci sözcüğüyle eşanlamlıdır. Tekke mensubu kimi dervişler, ellerindeki Hindistan cevizi ve­ya abanozdan mamul, omuzla­rına astıkları keşkül-i fukara ile dilenirler, bunlara para veya hu­bubat koyarlardı.

 Temelde dilenci olmayan ama işi oraya vardıran grup­lar da türemişti. Kutsal aylarda “cerre çıkan” medrese talebesi köylerde ders veriyor, karşılı­ğında halktan para istiyorlardı. Bu talepler kimi zaman bunaltı­cı ısrarlara dönüşüyordu. Mis­kinler ise “hiç veya yeteri kadarmalı olmayan kimse, zelil, zayıf” diye tanımlanıyor ve bunlara ayrıcalıklı davranılıyordu; ihti­yaç içinde oldukları her hâlle­rinden belliydi. Osmanlı Türk­çesinde “Eri sözünden, esbabı yüzünden, dilenciyi gözünden, tavşanı izinden, avradı kızından, kızı bezinden belle” diye bir de­yiş de türemiştir. Yine Kuran’da da miskinlerin gözetilmeleri bu­yuruluyordu (Bakara, 83). Sel­çukluların cüzzam hastalarını tecrit ettikleri yerlere “miskin­ler tekkesi” adı verilmişti.

Daha çok Yeniçeriliğin or­tadan kaldırılmasından sonra görülen “goygoycular” taifesi ise başka bir âlemdi. Anadolu’dan gelme ve çeşitli engelleri olan “goygoycular” Muharrem ayı­nın başlamasıyla birlikte ken­dilerine vakfedilen Şehzâdeba­şı Tabhâne’deki yuvalarından İstanbul sokaklarına dağılıyor, Kerbela hadisesinin yasını tutu­yor, “hey kaygulu canım (goygoy canım)” diyerek İstanbul sokak­larını inletiyordu. Okudukla­rı gazellere karşılık hububat ve hediyeler topluyor, bunları hey­belerine güzelce diziyor, sonra da aşure yapıp halka dağıtıyor­lardı. Galiba en gönlü bol dilen­ci takımıydılar.

Dilenci tek olsa… Muhtemelen Venedik balyosu veya buraya bağlı bir çalışan tarafından 17. yüzyılda, serbest Türk nakkaşlarına ısmarlanan bir minyatür albümü, İmparatorluk simalarını tek bir albümde özetlemeye çalışmaktaydı. Albüm, satın alma yoluyla Alman şarkiyatçı Franz Taeschner’in eline geçti ve 1925’te Alt-stambuler hof-und volksleben (Eski İstanbul Saray ve Halk Yaşamı) adıyla çoğu siyah-beyaz olarak yayımlandı. Eserin orijinali ne yazık ki 2. Dünya Savaşı sırasında kayboldu ve çoğu resmin gerçek rengini bilmiyoruz. Eserde, Osmanlı toplumuna dair büyük merak taşıyan sipariş sahipleri için 1 sayfa da bir dilencinin bir beyefendiye el açtığı sahneye ayrılmıştır. Burada sosyal konumu kadar büyük çizilen bey, tüm soğukkanlılığı ve merhametiyle dilenciye bakıyor ve iki elini de asasına dayadığına göre pek de pamuk elleri cebe atacak gibi değil. Belki İstanbul halkının bakışını özetleyecek biçimde “dilenci tek olsa şekerle besleyeyim be kuzum” diyor (İstanbul Saray ve Halk Yaşamı, çarşı ressamları, 1648- 87, haz. F. Taeschner, Alt-stambuler hof-und volksleben ein türkisches miniaturenalbum aus dem 17. Jahrhundert, c. I, Hannover 1925, res. no. 20. Renklendiren: Enes Söl).

Devlet arşivlerinde bulunan 28 Mayıs 1568 tarihli bir belge­de Gülsuyucu oğlu gibi “haşe­re dilenci grupları”nın cena­ze sahiplerini taciz ettikleri ve bunların engellenmesi buyuru­luyordu. Kadılara bağlı subaşı­lar “dilenci başbuğu” oluyor ve dilenmeye uygun olanlarla ol­mayanları ayıklıyordu. 1574’te Divan-ı Hümayun, payitahta yönelen dilenci akınını, Arap fa­kirlerinin ve dervişlerin hücu­munu önlenmeye çalıştı; çünkü bu sıralar şehirde nüfus yoğun­luğu ve beslenme sıkıntısı vardı. 4 Temmuz 1736 tarihli bir def­ter, Üsküdar, Galata, Suriçi ve Boğaziçi’ndeki dilencilerin sıkı bir kaydını içeriyordu. 20 Eylül 1789 tarihli evrak ise, yaralı di­lencilerin meskenlere yollan­masını, kazanca gücü yetenlerin dilencilikten menedilmesini uy­gun görmüştü.

Avusturya elçisi sıfatıyla 1554 ve 1556’da İstanbul’a ge­len Busbecq, dilencilerin İstan­bul’da kutsal haklara sahip ol­duklarını ve kimisinin kölele­re malik olduğunu yazar! Onun kaydına göre, insanları yağ kan­dili, limon veya nar satın almaya zorlayan Arap dilenciler vardır. Busbecq, Türklerin sokak kö­peklerini mahallenin malı sayıp ilgiyle beslediğini, dilencilere ise “Allah onlara akıl (kazanma imkânı) verdiği için” o kadar da acımadıklarını yazar.

Evliya Çelebi 17. yüzyılda dilenci esnafının iyice kurum­sallaştığını haber verir. 7.000 neferlik bu sınıf sancak açarak gezer; sadaka ile ilgili ayetleri okuyarak inananların gönülle­rini celbetmeyi dener; bilhassa gazadan ganimetle dönen ga­zileri sıkıştırıp “Şey’ullah” (Al­lah rızası için) sözü eşliğinde el açardı.