Kokuyla cinsellik arasındaki cilveleşme tarih boyunca hep ilgi çekti. İnsanlar cinsel çekimlerini artıracak mucizevi formülün peşinde koşup durdu. Yiyecek aromalarından, çiçek ve baharat özlerinden, hatta bir geyik türünün testisinden bile medet umuldu. Oysa birini karşı cinsin tüm üyeleri için çekici kılabilecek o sihirli ve evrensel koku aslında hiçbir zaman var olmamıştı.
Güzel kokmanın cinsel cazibeyi artırdığına dair kanıtların tarihsel izlerini süreceksek, işe Yunan mitolojisinin meşhur hikayesiyle başlayabiliriz. Hatırlayacaksınız, Afrodit ‘uyumsuzluk elması’nın sahibini seçilebilmek için Paris’e rüşvet olarak ölümlülerin en güzelini, Helen’i vaad etmişti. Bu vaadin gerçekleşmesi için cariyesiyle minik bir şişe de parfüm yollamıştı. Hayatımıza ‘afrodizyak’ tanımını sokan bu parfümle Paris Bey, göz koyduğu Helen Hanım’ı kocası Sparta Kralı Menelaus’un at, ahır, kan ve ter kokan vücudundan uzaklaştırarak kendi yanına çekmiş, koynuna alabilmişti. İki gönül bir olmuş, Truva yangın yerine dönmüştü.
Afrodit’i tanrılar, tanrıçalar ve titanlarla dolu dünyasında bırakıp bugünlere gelirsek, havasını soluduğumuz kültürde cinsel çekim yarattığı iddiasıyla satılan pek çok ürün olduğunu görürüz. Oysa bizlerin uğruna cüzdan boşalttığımız bu ürünler, örneğin vücutlarını sığır dışkısıyla sıvamayı seksi bulan Etiyopyalı Dasanetchler ya da cezbedici kabul ettikleri soğan kokusuna bürünmeyi tercih eden Malili Dogonlar gibi pek çok ‘uygar olmayan’ kültür için herhangi bir anlam ifade etmiyor. Bu da bizi bu işin pek dillendirilmeyen acı gerçeğiyle karşı karşıya getiriyor: Ne tarih boyunca, ne de günümüzde evrensel olarak çekici veya tam tersi, itici bir kokudan söz etmemiz imkânsız. Çünkü, insanların içinde yaşadıkları toplumların kültürel kodları kokuların cinsellikle ilintilendirilmesinde belki de en önemli rolü oynuyor.
Freud ve belden yukarı çıkan insan burnu
Koku ve cinsellik ilişkisi neredeyse tarih boyunca sürekli ilgi çekti ve merak uyandırdı. Hazır cazibe reçeteleri dayatmaya kalkmadan önce belki psikanalizin babası Sigmund Freud’a bir danışmakta fayda var. Freud, 1930 yılında yayınlanan Uygarlığın Huzursuzluğu (Das Unbehagen in der Kultur) kitabındaki geniş dipnotlarında koku duyusunun evrimsel süreçte iki ayak üzerine kalkıldığı (bipedal) andan itibaren bastırılmaya başlandığını yazıyor. Muhtereme göre dört ayak üzerindeki ‘insansı’nın burnu kaçınılmaz olarak hemcinslerinin erojen bölgeleriyle aynı seviyedeydi ve bu da cinsel güdülerden uzaklaşıp başka şeyler yapmaya pek de imkân tanımıyordu. Gene Freud’a göre bizler ki ayak üzerine kalkmamızla birlikte libidomuz ve ona harcadığımız enerjiyi başka alanlara kaydırabildik, bu sayede diğer konularda yaratıcı ve üretici olabildik.
Oysa dört ayak üzerindeki hayvanların âlemi pek çok mesaj gibi cinsel mesajları da koku duyusu üzerinden vermeye ve almaya devam ediyor. Bu mesajlar da kağıda yazılmış notlar veya akıllı telefonlarla değil, kimyasal iletişim araçları ile, bir başka deyişle kısaca “kimyasal mesajları algılama yeteneği” olarak tanımlayabileceğimiz koku duyusu aracılığıyla aktarılıyor. Hayvanlar arasındaki bu mesajlaşma muhabbetinin biz insanların hayatına yansıyan pratik faydaları da yok değil elbette. En azından şunu söyleyebiliriz ki hayvanlar âlemindeki bu kokulu iletişim olmasaydı, mesela pek kıymetli trüf mantarı nedir, haberimiz olmayacaktı.
Trüf: Bize kokmayan pahalı afrodizyak
Trüf mantarı (Tuber magnatum), toprağın derinliklerinde yer alıyor. Doğal olarak toprağın altını göremediğimiz için elimizde varlığını saptayabilecek tek araç kendine has kokusu, ne var ki o da bizim algı eşiğimizin altında kalıyor. Ancak bu mantarın bizim algılayamadığımız kadar düşük yoğunluktaki kokusu erkek domuzun çiftleşme döneminde salgıladığı ‘azgın’ kokuya fazlasıyla benziyor. Bundan sebep ormanda dolaşan dişi domuz, kokuyu duyduğu an erkeğine ulaşma çabasıyla toprağı eşelemeye başlıyor ve pek bir pahalı bu mantar türüne ulaşabiliyor. Trüf mantarı avlarındaysa artık domuz değil, kokuya eğitilmiş köpekler kullanılıyor. Neden? Çünkü dişi domuz “erkeğim benim!” diye toprak kazıp harcadığı emek karşılığında ulaşa ulaşa şekilsiz bir mantara ulaşınca, kızgınlığından mantarı ağzından kurtarmak her zaman mümkün olamıyor. Zor ulaşılan bu mantarın en pahalısı beyaz olanı. Fiyatı yıldan yıla değişmesine rağmen çiğinin kilo fiyatı en ucuz yılda bile 1500 Euro’nun altına pek düşmüyor. Avrupa’da pazar yerlerindeyse gramı 7-8 Euro civarında. Trüf mantarını bir aile olarak düşünürsek, Gaziantep’e özgü ‘keme’ veya ‘domalan mantarı’nı uzak akrabadan sayabiliriz. Ailenin bir diğer uzak akrabası da Arabistan’da “çöl mantarı” diye bilinen mantar. Bu mantarın ismi ise Taht Oyunları (Game of Thrones) dizisinin fanatiklerine tanıdık gelecektir: Khalesi.
Trüfün kokusunu domuzların hayatından çıkarıp insan cinselliğine de bağlayan yok değil. 1812 yılında Val-de-Grace askerî hastanesinin baş eczacısı olan, geleceğin doktoru ve antropoloğu Julien-Joseph Virey, sıcak ülkelerde cinsel yaşama ilişkin fikirlerini “afrodizyaklara olan gereksinim sıcak ülkelerde daha fazladır; çünkü güneşin fazlası aynı çiçek yapraklarını söndürdüğü gibi cinselliği de söndürür. Kadının biyolojik görevi de doğurmak, dolayısıyla döl almak olduğundan güneşte gevşemiş erkeğini yeniden canlandırmak için bu tip malzemeye ihtiyacı olması doğaldır” diye açıklarken laf soğuk ülkelere geldiğinde bizim için önemli olan şu cümleyi de ekliyor: “Bizimkiler cinsel çekim sağlamak için çiçek kokularının falan peşinden koşuyorlar fakat aslında başta trüf mantarı olmak üzere mantar çeşitlerinin kokularına dikkat etmek lazım.”
Aşk aromalı gıdalar
İlginçtir ki yiyecek kokusunun cinsel çekim yaratması sadece hayvanlar için geçerli değil. Her ne kadar ‘tavlama kokusu’ olarak parfümler ön plana çıksa da, batı toplumlarında da bazı yiyecek kokularının cinsel arzuyu artırdığı biliniyor. Koku duyumuzun beynimizde işlendiği bölgenin bilişsel yargılara uzak olması sebebiyle bizler bunun farkında değiliz belki ama araştırmacılar bazen bizleri şaşırtacak ilginç sonuçlara ulaşabiliyorlar. Şimdi 1775’ten yakın geçmişe gelelim ve 1994’te Koku ve Tat Araştırmaları Enstitüsü (The Smell and Taste Research Foundation) isimli kuruluşun Dr. Alan Hirsch’ün yönetiminde yaptığı deneye bir göz atalım. Bu deneyde erkek deneklerin penislerine bir nevi tansiyon ölçme aleti bağlanıyor, ardından deneklere muhtelif kokular koklatılıyor ve kan basıncındaki değişim gözlemleniyor. Koklatılan kokular geniş bir seçki oluşturuyor. İçlerinde çiçek, parfüm, bir de tarçınlı kurabiye kokusu var. Deney sonuçlandığında beklentilerin aksine uyarının en fazla gözlemlendiği koku tarçınlı kurabiye kokusu oluyor.
Bunun üzerine Hirsch ve ekibi bir sonraki yıl deneyi bu kez seçkinin tamamını yiyecek kokularından oluşturarak tekrar ediyorlar. Deneyin kazananı %40’lık bir değişim oluşturan lavanta ve balkabağı turtası karışımı koku oluyor. Deney kadınlar üzerinde tekrar edildiğinde bu kez meyankökü (Glycyrrhiza glabra) ve salatalık kokularının karışımının en yüksek uyarıyı sağladığı görülüyor. İlginç olan ise erkeklerin hemen hemen her kokuya “olumlu”, buna mukabil kadınların bazı kokulara olumsuz, yani itici veya heyecan azaltıcı olarak tepki vermeleri. Kadınları iten kokular arasında ‘millî erkek sporumuz’ mangalın kokusunun da bulunduğunu ekleyelim.
Elbette bu kokuların uyandırdığı duygular da evrensel değil. Bizim mutfak kültürümüzde ‘balkabaklı turta’ diye yerleşik bir tarif yok; ayrıca meyankökünü de kimi yerel şerbetler (biyanbalı) dışında sofraya getirdiğimiz söylenemez. Bu da bizleri, deneyin yapıldığı ABD vatandaşlarını, Dogon’ları ve Dasanetch’leri aynı yerde, yani kültürel kodlarda buluşturuyor bir kez daha.
Misk: Geyik testisindeki keramet!
Bununla beraber, insanlar cinsel çekim için bir mucize peşinde koşmaktan hiç vazgeçmiyorlar. Muhtelif kokulu madde de bu hikâyelere malzeme oluyor. Misk kokusu mesela, Asya’nın yüksek bölgelerinde bulunmasına rağmen aşağılara, Arap ellerine inmesiyle beraber yaygınlık kazanıyor. Talmud’da bahsi geçen, İslamî literatürde kendisine sayısız kez atıfta bulunan, 6. yüzyılda Cosmas Indicopleustes’un Hristiyan Topografyası (Topographia Christiana) isimli beş ciltlik kitabındaki ‘afrodizyak’ nitelemesiyle birlikte “erkek sağlığının uyarıcısı” olarak bilinmeye başlanan ama doğurganlıkla da bağdaştırılan misk nedir peki?
Misk, Moschus moschiferus isimli bir tür geyiğin testislerinin hemen üzerindeki bezeden alınan kömür karası toza verilen isim. Misk veya Moschus moschiferus nitelemeleri de zaten Sanskritçe testis anlamına gelen “mushkas” kelimesinden türüyor. Tenis topu büyüklüğünde ve tüylü misk bezesinin idrar kesesine de bağlanması sayesinde erkek geyik bahar aylarında idrarına karışan kokuyla dişisine çağrıda bulunabiliyor. Saf hali pek sevimli kokmasa da seyreldiğinde oldukça cazip bir profile bürünen kokuyu da insanlar fark edip kendi kullanımlarına alıyorlar. Biraz acımasızca oluyor elbette bu, zira miski hayvandan çıkarabilmek için ya öldürmek, ya da karnını yararak açıp, malzemeyi çıkarttıktan sonra tekrar dikerek hayvanı cinsel çağrı yapamayacak konumda doğaya serbest bırakmakla mümkün olabiliyor. Bu nedenle misk geyiğinin avı neredeyse tamamen yasaklanmış ve tür korumaya alınmış durumda. Ancak doğada insan dışı diğer canlılara yönelik bu hassasiyetlerin oluşmadığı zamanlarda bu koku sürülebilir parfümsü sıvı veya kremlerden yiyecek katkısına kadar her amaçla kullanılmış. Rivayetlere göre, Çin’de derebeyleri misk partiküllerini metreslerinin yemeğine karıştırır, yemek sonrası mahrem alana geçildiğinde de hanımefendinin terinden yayılan miskimsi kokuyla beyefedi daha bir uyarılır, bu sayede de daha verimli bir ilişki yaşarmış. İlişkide verimin ölçüsü de elbette çocuk sahibi olabilmek. Gene aynı niyetle dönem dönem Avrupa’da çocuğu olmayan erkeklerin miski muhtelif şekillerde, bal, şarap veya yemeklerine karıştırarak yutup dertlerine deva aradıkları malûm. İyi de, herkes bunu ister mi? Hayır. İngilizlerin meşhur Doğu Hindistan Şirketi mesela, misk ve çayı aynı gemiye kargo olarak kabul etmiyor. Haklı endişeleri, miskin baskın kokusunun çaya sinmesi ve alışık olunan lezzetten farklı bir lezzete yol açarak alıcıların beklentilerini karşılayamaması.
Beri yandan Romanov ailesinin dinî ve ruhanî hatta siyasi danışmanı, Çarlık Sarayındaki kadınların gözbebeği ve çoğu kez yatak arkadaşı Grigori Yefimovich, yani Rasputin’in dillere destan cinsel gücünü Sibirya’nın yükseklerinden elde edilen miski bol bol kullanmasına bağlayanlar da var. Rasputin miskin kendisine sağladığı avantajları Büyük İskender’den mi öğrendi, onu bilemiyoruz ama İskender Bey M.Ö. 326’da Hindistan’a girmesiyle beraber daha önce pek aşina olmadığı pek çok baharatın yanı sıra miskle de tanışmış, giysilerini de tütsülediği muhtelif kokulu malzemenin dumanına tutarak parfümlendirmişti.
Sadece erkeklerden örnek vermeyelim elbette. Jeanne Antoinette Poisson -veya bilindik ismiyle- Madame de Pompadour, hani şu XV. Louis’nin meşhur metresi, dönemin Fransız cemiyet hayatının önde gelen ikoncanı hanımefendiye gelelim. Söylentilere göre; gerek sanat hamiliği gerekse bugün bile uygulanan saç modeliyle oldukça ünlü bu tartışmalı tarihi şahsiyet vefat ettikten sonra odasının duvarlarına sinmiş misk kokusu 20 yıl boyunca çıkarılamıyor. O odanın misafirleri arasında yer alan kral hazretleri ve bizzat hanımefendinin kendisi bu koku sebebiyle sık sık migren ataklarıyla uğraşmak zorunda kalsalar dahi, insan tabiatı işte, çekici olmak aşkına vaz geçemiyorlar bir türlü bu kokulu alışkanlıktan. Onun ölümünden bir yıl önce doğan ve 1804 yılında görkemli bir törenle İmparatoriçelik tahtına oturan Josephine’in de misk ve gül kokusuna olan tutkusu dillere destan.
O dönemde parfümlerin pek nadir tene uygulandığını, genelde giyim eşyası (iç çamaşır ve gecelikler dâhil) ve aksesuar olarak kullanılan kumaşlara püskürtüldüğünü de unutmamamız gerek. Zaten Fransızca kumaş anlamında kullanılan toile kelimesinden mülhem kumaş kokulandırmakta kullanılan sulara da eau de toilette deniliyor. Derdimiz etimoloji değil elbette, bizi ilgilendiren pamuk veya yün gibi doğal elyafların yağlı dokularıyla parfümün kokusunu çok daha uzun süre muhafaza edebilmeleri.
Ancak çekim yaratmak için doğal halimizle bizde mevcut olanın dışındaki araçlara başvurmak bazen tepki de yaratmıyor değil. Meşhur kimyager ve parfümcü Septimus Piesse 1855 yılında yayınlanan dillere destan kitabı Parfümcülük Sanatı’nda (The Art of Perfumery and Methods for Obtaining The Odors of Plants) 1770 yılında İngiltere’de kokulu ve kozmetik müdahalelerle kandırılmaktan bıkan halkın tepkisini dile getirmek ve bu işleri bir düzene bağlamak amacıyla parlamentoya sunulan bir yasa teklifinden bahsediyor. Yeterli sayıda leyhte oy alamadığından kanunlaşamayan teklifte özetle şöyle deniliyor: “Her türlü yaş, mevki, meslek veya dereceden, evli, dul veya bakire herhangi bir kadın, bu yasanın çıktığı tarihten itibaren eğer parfüm, boya, kozmetik sular, takma diş, peruka, demir korseler, veya yüksek ökçeli ayakkabılar giyerek majestelerinin tebaasından herhangi bir erkeği baştan çıkarmaya veya onu bu yolla evliliğe götürmeye yeltenirse, bu davranışları yürürlükteki büyücülükle mücadele yasası ve bu yasanın öngördüğü cezalar dairesinde değerlendirilecek, bu yolla sağlanmış bir evlilik akdi de geçersiz sayılacaktır”.
Bütün bu örnekler bizi yaşadığımız toplumların kültürel kodlarının önemi hakkında uyarıyor. O kültürel kodlar ve normlar ki, asla sabit değiller ve zaman içinde değişkenlik gösteriyorlar. 20. yüzyılın başı ve sonu arasında bile dramatik değişimler olduğunu söyleyebiliriz. Madem konuyu cinsellikten açtık, cinslerin toplumdaki rolleri üzerinden örneklerle bu değişimlerin neler olduklarına bir bakalım.
Seçkin ayrıcalığı parfümler ve değişen cinsel kimlikler
20. yüzyılın başlarında parfüm kullanımı henüz endüstri devrimi ve moda-marka olgularının günlük hayata yeterince nüfuz etmemiş olmasından dolayı, hâlâ bugünkü yaygınlığına ulaşmış değil. Bütün tarih boyunca olduğu gibi parfüm kullanımı, bir seçkin ayrıcalığı. Parfümü satmak için tasarlanan reklamlar da buna koşut mesajlar veriyorlar. Eğer söz konusu parfüm kadın pazarı hedeflenerek satılan bir parfümse dergi sayfasında tüketiciye balo salonu, ziyafet gibi seçkin mekânlar sunuluyor, görseller şık giysili hanımların kendilerini özdeştirmelerine yardımcı olacaklar arasından seçiliyor. Dönem itibariyle kadının toplum içindeki hiyerarşik yeri de bu görselleştirmede elbette atlanmıyor ve eğer kadın reklamda erkekle beraber yer alacaksa o erkek mutlaka kadından bir boy daha uzun oluyor.
Ne var ki yıllar geçtikçe cinslerin toplumsal rolleri de değişmeye başlıyor. Kadın, özellikle savaş yıllarından sonra hızlanan bir şekilde erkeğin toplum içindeki rolüne her alanda ortak oluyor. Bu anlamda 1930’lardan itibaren reklâmların içinde cinsel cazibesini öne çıkartan kadın figürünü seyrek de olsa görmeye başlıyoruz. Ancak rol belli, erkeği uyarıp beraber çıkma teklifi almak ve sonunda evlilik, dolayısıyla “aslî vazife”ye kavuşmak. 1935 tarihli bir parfüm reklâmında “aşkı uyandırarak tamamıyla karşı konulmaz olmanın sırrı” Irresistible (Dayanılmaz) isimli parfümü satın alıp kullanarak erkekleri etrafına toplamak, komplimanlar almak, yalvarırcasına dile getirilen çıkma tekliflerine muhatap olmak şeklinde tarif ediliyor. Bu yolla diğer kadınları yani muhtemel rakipleri kıskandırma şansı da atlanmıyor.
Bu dönemde sadece parfüm değil, bütün kokulu ürünlerde kadın toplumun ona biçtiği rolle özdeşleştirilmiş vaziyette. Bir ağız gargarası reklâmı mesela, uzun yıllar boyunca “evde kalma korkusu”nu ana tema olarak kullanıyor. Kampanya dâhilinde kadınlar söz konusu ürünü kullanmamaları halinde engelleyemeyecekleri ağız kokuları nedeniyle aslî vazifelerini yerine getirebilecek konuma, yani bir erkeğe eş olmaya asla ulaşamayacakları konusunda uyarılıyorlar. Evde kalma korkusunun muhtelif hüzünlü görsel kurgularla körüklendiği bu reklâmlarda koku veya kokulu ürünün itici olma halinin önüne geçmenin yegâne formülü olarak sunulduğunu görüyoruz. 1933 yılındaki Listerine reklâm görselinde başlıktaki “Onun balayı… oysa benimki olmalıydı” ve alt kısımda yer alan “Kumar oynamayın, sağlama gidin, Listerine kullanın” uyarısına; 1937 yılındaki reklâmın görselinde ise başlıktaki “Hep nedimeydi, hiç gelin olamadı” sloganına dikkatinizi çekerim.
Yıllar geçtikçe görece de olsa cinsler arası eşitlik kavramı kendisini daha fazla hissettirmeye başlıyor. Artık kadın sistemin motoru olan iş hayatına dâhil olabiliyor, üstelik yönetici konuma gelebiliyor. Otorite tahtına ortak olmasıyla beraber de “kadın peşine düşen erkekler”e nazire yaparcasına “erkek peşine düşen kadın” karakterini oynayabilmeye başlıyor. Bu söylediklerimin en bariz örneğini 1973 yılında piyasaya çıkan Revlon markasına ait efsanevi Charlie parfümünün reklâmında görebiliyoruz. Görselde kadın ve erkek eşit boyda, giysiler her ikisinin de kariyer sahibi olduklarını vurguluyor. Yetmiyor, Charlie kadını beş parmağıyla erkeğin kalçalarına hamle etmiş vaziyette. Yunanca pente beş, penthikos da beşli, yani “el” demek. Penthikos kelimesinin evrile evrile argomuzdaki “pandik” sözcüğüne dönüştüğünü söylemeyi de atlamayalım ki, bu reklâmın cinsellikle ilintisini çok boyutlu olarak irdeleyebilelim.
Kadının ve kadınsı cazibenin parfümlere malzeme olması sadece şişe içindeki sıvıyla değil, bazen şişenin kendisiyle de mümkün oluyor. Bir başka kültürün kadınlarının cinsel çekim için kullandıkları bir kısım malzemenin modern toplumda görselleşmesinin en bilindik örneği ise 1999 yılında Christian Dior firmasında çıkan J’Adore isimli parfüm. Hervé Van Der Straeten’in tasarladığı parfüm şişesini Myanmar’daki (Burma) Kayan Lawhi kabilesi kadınlarının geleneksel aksesuarı ile mukayese ettiğimizde, kabile kadınlarının cinsler arası ayrımı abartarak kadınsılığı öne çıkarmak, bu yolla da karşı cinse yönelik çekim sağlama amacıyla kullandıkları boyun halkalarının sembolizasyonunu net olarak görebiliyoruz.
Bilginiz için; Kayan Lawhi kızlarına şamanik ritüeller ve uzun hazırlık merasimlerinin ardından beş yaşlarındayken halkalar takılmaya başlanıyor ve birkaç yılda bir yeni halkalar ilave ediliyor. Sanılanın aksine bu halka boyunluklar boynu yukarı doğru uzatmıyor, bilakis omuzlara ve köprücük kemiğine aşağıya doğru baskı yaparak akıl almaz derecede uzun boyun görüntüsünü veriyorlar.
“Kokudan gelip kokuya giden her şey” hakkında daha fazlasını öğrenmek istiyorsanız, Vedat Ozan’ın Kokular Kitabı üçlemesine başvurabilirsiniz.