Askerin ‘iktidar’ ve ‘müdahale’ hevesinin, 20. yüzyılda coğrafyasını genişlettiği biliniyor. Ernst von Salomon, Ernst Jünger ve Yukio Mişima, eserlerinin yanısıra eylemleriyle de darbelerin içinde veya kıyısında durdular. Darbeleri “içeriden” okuyan yazarlar…
Herşeyden önce, ‘darbe edebiyatı’ ile ‘darbe dönemleri edebiyatı’ arasında belirgin bir fark gördüğümü söylemeliyim. Türkiye’nin “başarılı” olmuş darbeleri uzun süren baskı dönemleri yarattı; doğurduğu ağır sonuçları kuşatan çok sayıda yapıt kitaplığımızın raflarında: 27 Mayıs 1960’ın, zıt perspektiflerle, Yaman Koray’dan (neredeyse unutulmuş bir roman: Deniz Ağacı) Yılmaz Karakoyunlu’ya bir rekoltesi olmuştur; ama bu konudaki en şaşırtıcı yaklaşımların, sıcağı sıcağına gazete sayfalarından devşirebileceği unutulmamalı: Yaşar Kemal’iyle, Çetin Altan’ıyla, Tanpınar’ıyla alkışlanmış bir darbe (o kavşakta kullanılmayan, yeri “ihtilal”le doldurulan kavram) 27 Mayıs.
Bir darbecinin halet-i ruhiyesi
1922’de Alman Dışişleri Bakanı Walther Rathenau’nun ölümüyle sonuçlanan bir darbe girişimine katıldığı gerekçesiyle beş yıla mahkum olan sağcı Alman yazar Ernst von Salomon, ( ) isimli romanında bir darbecinin ruh halinin şekillendiği koşulları anlatmıştı.
12 Mart 1971 darbesi ise kısa bir süre 9 Mart olası kalkışımıyla karıştırıldığı için sol kesim tarafından olumlu karşılanmış, gene kısa bir süre sonra kabak solun başına patlamıştı. Darbe dönemini konu edinen, Sevgi Soysal’ın Şafak’ından Eroğlu’nun ve Ağaoğlu’nun romanlarına pek çok yapıt yaşanan ağır acıları kuşatmıştı. Bir sonraki darbenin, 12 Eylül 1980’in başta anayasası izleri hâlâ sürüyor. Dönem edebiyatına gelince: 12 Eylül edebiyatı polemikler doğurmuştur: Yalçın Küçük’ün “eylülist” damgası vurarak yüklendiği Latife Tekin ve Ahmet Altan gibi yazarlara yönelik suçlamalara, karşıdan Ahmet Oktay diklenecekti — kaldı ki, darbe dönemleri edebiyatı hakkında en dikkatli yorumları Ahmet Oktay’ın eleştirel okumalarında buluyoruz.
Darbe dönemlerini konu edinen edebiyatın çok sayıda başyapıt üretebildiğini söylemek güçtür. Gene Ahmet Oktay, 1990’da yayımladığı bir yazısında “bir iki çıkış dışında 12 Eylül Dönemi’nin romanı henüz yazılmış değildir” saptamasını yapıyor, “bekleyelim, görelim” son yorumunu getiriyordu. Açıkçası: Beklenmiş, görülmemiştir. Bunda, soyutlama eksikliğinin payını yabana atamayız: 2. Dünya Savaşı hakkındaki iki başyapıt, Hesse’nin Boncuk Oyunu ile Thomas Mann’ın Doktor Faustus’u, olayların üstüne çıkmanın önemini kanıtlayan örneklerdi. Biz de en güçlü antimiliter tavrı Altan Gürman’ın tablolarında bulmamış mıydık?
***
Küresel ‘darbe tarihi’, kadim Yunan’dan Batı ve Doğu Roma’ya çok sayıda girişimin geniş kataloğunu içeriyor. Modern çağın darbecilik geleneğini başlatan örneğin, Napoléon Bonaparte’ın 18 Brumaire’i olduğu konusunda görüş birliği vardır. “Coup d’État” kavramı, kısaltılmış haliyle ‘coup’ (darbe) o kavşakta vaftiz edilmiştir. İsviçre Almancası kaynaklı “putsch” da yaygın kullanımda bugün.
Askerin ‘iktidar’ ve ‘müdahale’ hevesinin, 20. yüzyılda coğrafyasını genişlettiği biliniyor: Almanya’da, Fransa’da, Portekiz ve İspanya’da, Polonya’da ve Çekoslavakya’da, neredeyse bütün Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde, Asya’da ve Ortadoğu’da çoğu kanlı pek çok darbeye tanık olundu. Edebiyat ve sanat alanında, hemen hep, kendisinden çok sonuçlarının büyüteç altına alındığını görüyoruz darbelerin.
Birkaç istisna dışında, üç örneğin üzerinde kısaca duracağım. Darbeyi yazmak zorun zoru iş, içeriden okumak için işin içinde olmak mı gerekir(di)? Bir çırpıda geçersiz sayılamayacak bir soru, bir sorun — bu dergide, daha önce, romancı Littell’in, tanık olmadığı Auschwitz yıllarını bir cellâdın gözünden başarılı biçimde yazdığına değinmiştim; bir darbecinin perspektifini seçmek etik açıdan zorlu, buna karşılık estetik açıdan kaydadeğer bir yol olabilir-di: Vereceğim örnekler, deneyimi içeriden yaşadıkları/yaşayacakları için dikkat kesilmeyi hakediyorlar.
***
Ernst von Salomon (1902- 1972), dilimize çevrilmiş, çetinceviz romanı Sorgulama’dan bir ölçüde tanıdığımız tekinsiz bir Prusyalı Alman yazarı. Milliyetçi-sağcı, ama küçükburjuva nefretinden dolayı Hitler’e ve III. Reich’a mesafeli, ayrıksı bir şahsiyet. “Kadeler”de yetiştiği özel askerî okulu didikleyen Die Geachteten başlıklı romanı önemsenmeli. 1922’de Alman Dışişleri Bakanı Walther Rathenau’nun ölümüyle sonuçlanan darbe girişimine katıldığı için beş yıl hapse mahkûm olan von Salomon, bilebildiğim kadarıyla ilk kez içeriden darbeci kimliği üzerine sözalan bir edebiyat adamı. Romanının bu bağlamdaki önemi, yüzyıl başı Almanya’sında askerî gençliğin bünyesinde kabaran uç siyasal eğilimlerin bir terör tutkusunu nasıl aşıladığını birinci elden tanık statüsünden aktarmasından geliyor.
Ernst von Salomon’un kişiliği ve yapıtıyla arasında somut bir köprü kuruyor ikinci örnek: Alman edebiyatının gene ikircikler yaratmış bir temsilcisi Ernst Jünger (1895- 1998!). 2. Dünya Savaşı’nın sonuna dek Alman ordusundaki görevinde kalan, buna karşılık Hitler’e karşı -sözde- tavır alan yazarı Führer’i “Jünger’i rahat bırakın” diyerek korumuştu. 1939’da en ünlü romanı Mermer Yarların Üzerinde’yi yayımlamıştı öte yanda: Barbar III. Reich düzenine diklenen, suikastle sonuçlanacak bir darbe kalkışımını konu edinen romanının Nazileri öfkelendirdiği biliniyor. Von Salomon gibi sağcı ve seçkinciydi Jünger; parçası olduğu askerî dünyanın ve ordu corpus’unun iç dinamiklerini avucunun içi gibi tanımasının, kurmaca darbe kalkışımındaki gerçekçi boyutu doğruladığı şuradan belliydi: 1944 yılında Claus von Stauffenberg öncülüğünde Schwarze Kapelle tarafından düzenlenen Hitler’e suikast girişimi (ki mek parmak farkla kurtulmuştur) neredeyse Jünger’in beş yıl önceki romanının bir replikasıydı!
Führer’inin yazarı
Hitler’e düzenlenen kurmaca bir darbeyi konu eden romanıyla Nazi’leri öfkelendiren, ancak Führer’i tarafından korunmaya devam eden Ernst Jünger (elinde puro olan) subay arkadaşlarıyla eğleniyor.
Ernst Jünger, yakın dostu Albay Erhard Wildermuth ile Paris’te, 1942.
Üçüncü örnek farklı bir kültürel coğrafyadan: Türk okurunun dilimize çevrilmiş pek çok kitabından tanıdığı Japon yazarı Yukio Mişima (1925-1970), başyapıtı sayılan roman dörtlüsü Bereket Denizi’ni 25 Kasım 1970 günü tamamladı; aynı gün, kendi kurduğu Kalkan Tarikatı (Tate No Kai) üyesi dört adamıyla Tokyo askerî garnizonunu bastı, general Manita’yı tutsak aldı. Yüksek bir noktadan askerlere seslenen yazar, onları ulusal geleneklere dönmeye, imparatora sonsuz sadakata, 1947 Anayasası’nın değerlerini benimsemeye çağırdı, ona katılmalarını istedi. Olumsuz karşılık alınca da ‘seppuku’ uygulayarak, zorlu bir süreç sonrası intihar etti.
Mişima, Batı kültürünün radikal temsilcilerinden (Sade, Nietszche, Bataille) olduğu kadar Samuray etiği Hagakure’den etkilenmiş, yapıtlarında ve yaşamında uçlar arasında gidip gelmiş özgün bir yazardı. Yapıtı, yaşamı ve ölümü, başta Marguerite Yourcenar’ın canalıcı metni Mişima ya da Boşluğu Görmek çok sayıda çalışmaya konu olmuş, sinemaya aktarılmıştır.
Şüphesiz Mişima’nınki teatral, olanaksız bir darbe girişimiydi. Gerçi, 1960 tarihli öyküsü “Vatanseverlik”te, 1969 tarihli romanı Koşumu Çözülmüş Atlar’da hemen hemen provasını yapmıştı son oyununun, ama ölümünü asıl ve asal yapıtı olarak tasarladığı (bir yıldır) ve uyguladığı tartışılmaz. Asker’in ve Ordu’nun İktidar ile ilişkisi düpedüz sapkın bir alan: Çok sayıda patolojik unsurdan oluşuyor. Darbe edebiyatı bu anlamda son derece değerli ipuçları veriyor: Nasıl bir dünyagörüşü, nasıl bir topluma bakış, hangi eğitim düzeninin sonucunda, işlevi savunmak olan birilerinin işini saldırmak sanmalarıyla sonuçlanıyor — bizler, burada, yarım yüzyılı aşkın bir süredir görmeden bakmadık mı?