Ekmek ne kadar aziz ise, buğdayı ekip biçen de o denli uluydu. Ancak onlar da padişahın kuluydu! İmparatorluk ekonomisini sırtlarında taşıyan bu insanlar, ağır ve çeşitli vergilerle başederek geçimlerini sağlamak zorundaydı. Osmanlı köylüsü genel olarak ürettiklerinin yüzde 50’sini vergi olarak ödüyordu.
Bir çift öküzün sürebildiği alana çiftlik, bu işi yapana ise çiftçi denir. Tarımın binlerce yıl önce doğduğu topraklar üzerinde kurulan ve yayılan Osmanlı İmparatorluğu’nda, çiftçilik tarihin her döneminde ve arzın her köşesinde olduğu gibi meşakkatli ve emek isteyen bir işti.
Reaya denen yönetilenler sınıfının en kıdemli kademesi, ekonomik yapıda esas üretimin çekirdeğini oluşturan çiftçilerdi. Bir yandan doğal afetlerle sarsılıp yağmuru gözleyen, öte yandan bir çift öküzünün hastalığıyla tasalanan eşkıya ve vurguncudan canı bezen ekinciler ehli; bir de her hasat vakti kapısına dayanan tımarlı sipahi alacaklısıyla cebelleşmek zorunda kalırdı. Mahsulün en az 10’da 1’ini ayni olarak sipahiye veren köylü aynı zamanda “çift resmi” adıyla toprakların kullanımına karşılık 6 ila 25 akça arasında değişen bir vergi öderdi; bu miktarı belirleyen unsurlar toprağın verimi, yükümlünün medeni hâli ve maddi kudretiydi. 16. yüzyılın ortasında, Anadolu’da ırgat günlüğünün yaklaşık 5-6 akçe, bir koyunun 50-60 akçe olması bize bir fikir verebilir.
Çiftçiden alınan bununla da sınırlı değildi. İster şehirli ister köylü olsun, padişah hazretleri kendilerine olağanüstü hâl vergisi (avarız) tayin ediyor ise ahalinin vay hâline! Osmanlı sosyo-ekonomik tarihi araştırmacısı Mustafa Akdağ’a göre Osmanlı köylüsü genel olarak ürettiklerinin %50’sini vergi olarak ödüyordu. Aynı alanda çalışan Mehmet Öz, 16. yüzyılda Ordu ve Adana’da, üretimin %20-29’u oranında bir ödeme yapıldığını tahmin etmiştir.
Çiftçinin yaşadığı yörede stratejik köprü ve geçitler varsa bunların onarımı da devlet hizmeti olarak çiftçiye düşerdi. Buna karşılık ekinci, modern zamanlara kadar askerlik yapmaya mecbur tutulmamış, eşkıya ve vurguncudan korunmaya çalışılmıştır. Taşradaki sipahilerden şikayet eden çiftçi mektupları genelde İstanbul’a süratle ulaşıyor ve divan-ı hümayunun gündemine alınıyordu.
Osmanlı devlet anlayışına göre devlet güçlü bir orduya, ordu dolu bir hazineye, hazine refaha kavuşmuş bir halka, halkın refahı ise adalete bağlıydı. Köylü toprağını ekmek zorundaydı; aksi hâlde devlet bünyesinin en önemli organı çalışmaz, maraz doğardı ve çiftçi “çiftbozan” denen bir cezaya tabi tutulurdu. Yerini değiştirdiği taktirde ise her nereye taşınmış olursa olsun, tımar sayımı yapıldığı anda kaydedilen sipahisine vergilerini ödemeye devam ederdi.
Topluca terk hâlleri ise devletin en korktuğu şeydi. Eşkinci (sipahi askeri) yazılıp sefere giden, kelle alıp sancak diken bir çiftçi reaya sınıfından çıkarılıp asker (yönetenler) sınıfına geçebilir; medrese tahsil edip mürekkep yalayan bir ekinci çocuğu ilmiye sınıfında iyi yerlere yükselebilirdi.
Gökteki çiftçi
Bir astroloji kitabında başak burcu, bir çiftçiye benzetiliyor. Adam bir elinde orak tutarken diğer eliyle kavradığı buğdayı başağından ustaca ayırıyor (Metâlîü’s-saâde, çev. Muhammed el-Sûdî, res. Nakkaş Osman, 1582. Fransa Ulusal Ktp., Suppl. turc. 242.).
Yerdeki çiftçi
1720 Okmeydanı sünnet
şenliklerinde geçiş yapan
ekinciler en altta. Şair
Vehbi’ye göre bunların kaderi
değirmenciler ve ekmekçilerle
birbirine bağlanmıştır ve
geçişlerini de birlikte yaparlar.
Ekinci eker-biçer, değirmenci
öğütür, fırıncı ekmeğe
dönüştürür. Tohumlarını saçarak
bir çift öküzleriyle ortaya
çıkan çiftçiler, mesleklerinin
piri saydıkları padişah için dua
ederek ve ona hediyelerini
sunarak meydandan geçip
giderler (Surnâme-yi Vehbî, res.
Levnî, 1720-28. TSMK A., 3593).