Unut-Mayın kitabının yazarı ve Güneydoğu gazisi Koray Gürbüz, ilk elden tanıklıkları aktardığı kitabını ve gazilerin gündelik gerçeğini anlattı.
KORAY GÜRBÜZ
Dünyanın tartışmasız en saf ve en cesur askerlerini, “vatan toprağına can eken” Mehmetçikleri bir kitapla anlatma iddiasında değilim. Ben sadece tarih yazan, vatanını ve milletini canıyla, kanıyla, bütün varlığıyla savunan yurdun dört bir yanındaki Mehmetçiklerin bir kısmının hikâyelerini Türk milletine aktarmak için aracılık ettim.
Unut-mayın adını taşıyan ve 19 Eylül Gaziler Günü itibariyle çıkan kitabımda Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyenlerin maşası olan kukla PKK’yla yaklaşık 40 yıldır canlarını ortaya koyarak mücadele edenlerin, yani kahraman gazilerimizin gerçek hikayelerine yer verdim.
“Çatışmada beş asker de yaralandı” diye duyduğumuz haberlerin aslında “Beş evlat; kolunu, gözünü, bacağını, dalağını, böbreğini, gençliğini kaybetti” demek olduğunu yazmaya çalıştım. Analarının kına yakıp asker eylediği kuzuların, vatan savunmasında nasıl aslanlaştıklarını anlattım. Patlayan mayınların alıp götürdüğü organları, gürleyen bombalar altında silah arkadaşına uzanan elleri, gözler ufuk çizgisindeyken yürekleri ana-baba sevgisiyle ısınanları kendi ağızlarından kaleme aldım. Fakat vatan için tüm hayatlarını feda eden kahramanların kırık kalplerine de şahit oldum. İş bilmez siyasetçilerin ve bayrak uğruna bedel ödemenin anlamını bilmeyenlerin sebep oldukları acıları da anlatmaya çalıştım.
Gencecik vatan evlatlarının Türk milleti için hangi şartlarda mücadele ettiklerini ve gazi olduktan sonra neler yaşadıklarını, kalplerinin nasıl kırıldığını göstermek istedim. Yıllardır aynı sorunları yaşayan, aynı hayalkırıklıklarını hisseden ve birbirleri dışında dertleşecek kimseyi bulamayan gazilerin “biz de varız!” çığlığı bu kitap. Tabii hemen her gün izlediğimiz haber bültenlerinin de etkisi var bu kitabın yazımında. Zira spikerlerin kullandıkları dil bile toplumun gazilik konusunda yeterince bilgi sahibi olmadığını gösteriyor. “Yaralandı” deyince halkımız bunu küçük bir kesik ya da kırık gibi algılıyor. Oysa bahsettiğimiz yaralanmalar kolların kopması, bacakların parçalanması, gözlerin kör olması ya da hayat boyu hastanede yaşamaya sebep olacak doku ve organ kayıpları demek. Aslında her bir “yaralandı” haberi sadece o Mehmetçiğin değil onunla beraber tüm ailesinin ve sosyal çevresinin de etkilenmesi, değişmesi anlamına geliyor. Biz gaziler, toplumun Mehmetçiğe olan tüm sevgisine rağmen gaziliğin anlamını yeterince kavrayamadığını düşündüğümüz ve devleti yönetenlerin de “şehitlik ve gazilik” kavramlarını topluma anlatmak için anlamlı bir çabasının olmadığını gördüğümüz için “unutmayın” demek zorunda hissettik kendimizi.
Kitap boyunca Karadağlar’ı, Beste Dereler’i, Dağlıca’yı, Tendürek’i ve sınırın öte yanını anlatırken; basılan karakolları, patlayan mayınları, şehit düşen silah arkadaşlarımı yazarken sadece gerçekleri bilin istedim.
Dağlarda nöbet tutan askerlerden birinin en büyük hayalinin “bir Anadol pikap alıp, yaşlı babasıyla kâğıt toplayıcılığı yapmak” olduğunu öğrenince gerçeği hiç değiştirmeden, olduğu gibi yazdım. Aylarca dağlarda yattığı için beyaz toprak bitlerini’ istilasına uğrayan bir başka Mehmet’in çektiği çileyi bilin diye, ne anlattılarsa aynen naklettim. Hiçbir zaman şiirsel olayım, anlatımı güçlendireyim, kelimelerle oynayayım diye düşünmedim. Çünkü en büyük şiirselliğin kahraman Mehmetçiklerin saf ve temiz duyguları olduğunu defalarca yaşayarak gördüm.
Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki, gazilerin ve şehit ailelerinin konuşmaktan en çok rahatsız olduğu konu “maddi haklar”dır. Zira hiçbir Mehmetçik “şehit olursam şu hakları verirler gazi olursam şu kadar maaş alırım” diyerek mücadele etmez. Her bir Mehmetçik sadece vatan ve millet uğruna hayatını ortaya koyar. Bu anlamda devletimiz ve milletimiz “size hiçbir maddi hak vermeyeceğiz” derse buna da itiraz etmeyiz. Ancak her milletin şehidine gösterdiği saygı, gazisine gösterdiği ilgi aynı zamanda vatanının varlığına ve milletinin bekasına verdiği önemi de gösterir. Devletler ve milletler, şehitlerinin isimlerini yollara, okullara vererek ya da gazilerine maaş bağlayarak aslında onların “şahsi bir mücadele vermediğini”, tam aksine onların mücadelesinin “millet için” olduğunu göstermiş olurlar. Bu anlamda “biz vatan uğruna fedakârlık yaptık” demek için değil, “bu topraklarda Mehmetçikler bitmez” demek için yazdım bunları. Umarım ki tarihleri yırtıp sonsuzluğa ulaşacak olan Mehmetçikleri bir nebze olsun sizlere anlatabilmişimdir.
İnsanlar gazilerimizin iç dünyasını bilirlerse onlara nasıl davranmaları gerektiğini de öğrenirler diye düşündük. Ne hissettikleri anlaşılırsa, en doğru yaklaşım tarzı da belirlenir diye inandık. Kitapta vatanını ve bayrağını, uğruna ölecek kadar sevenlerin verdiği hayat mücadelelerinden küçük kesitler var. Emin olun, Mehmetçiklerimizin anlattıkları her anıyı dinlerken, en az yaşandıkları zamanki kadar derinden hissedilmiş, o günlerin acıları, coşkuları, korkuları, kaygıları, umutları ve sevinçleri yeniden ve yeniden yaşanmıştır. Kitabı, işte bu duyguların ağırlığını ve yüklediği sorumluluğu hissederek hazırladık.
Gülabi Yiğit’e saygı
Kitabın kapağında her ne kadar benim ismim yazsa da ben kitabın “ortak bir eser” olduğuna inanıyorum. Bu yüzden bize destek olan ve yardımlarını esirgemeyen şehit ailelerine ve vatan için bedeninin bir parçasını verip gazi olan silah arkadaşlarıma, kardeşlerime teşekkür ediyorum.
Hiç kimse ödenen bunca bedeli gözardı ederek şehitliği ve gaziliği “sektör” olarak tanımlayamaz. Gündelik siyasi çıkarlar uğruna şehit aileleri ve gazilerle terör örgütü mensupları ve yandaşları “aynı kefeye” konulmamalıdır. Yakın geçmişte yaşadığımız gibi, devleti yönetenlerin “teröristlerin itibarını” değil, Türk ordusunun, şehit ailelerinin ve gazilerin itibarını düşünmesi gerekir. Aksi halde son Türk devletinin de son Türk yurdunun da Türk milletinin de geleceği karanlık olacaktır.
Gülabi Yiğit, devletin ilgisizliği, umursamazlığı ve yaşadığı derin kalp kırıklığıyla 16 Mart 2017 tarihinde hakka yürüdü. Yani onu geri getirmek ve hakettiği saygıyı göstermek için elimizde imkân kalmadı! Bu yüzden en azından bundan sonrası için bir şeyler yapalım. “Toprak, uğruna ölen varsa vatandır!” diye inanıyorsak o halde toprağa düşenleri de onlarla beraber hayatlarını toprağa gömen ailelerini de yalnız bırakmayın. Gülabi Yiğit’lerin kalplerinin kırılmasına izin vermeyin. Şehit ve gazi ailelerinin yaptıkları fedakârlığın anlamını bir an olsun düşünün ve çekilen acıları “unutmayın.” Emin olun onlar fazla bir şey istemiyorlar. Sadece “ilgi ve saygı görmek”, bir de unutulmamak istiyorlar. Hepsi bu kadar…
Zor şartlarda görev
Çetin arazi ve hava koşullarında 24 saat görev yapan askerler, kritik bölgelerde kontrolü sağlamak için olağanüstü çaba sarfettiler, sarfediyorlar.
UZMAN GÖRÜŞÜ
‘Barış süreci’nin bedeli çok ağır oldu
Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz, Türk ordusundaki en parlak kariyerlerden birine sahip. Kurmay Albaylığı döneminde Paris’te askerî ataşe olan Yavuz, Şırnak’taki tümen komutanlığı görevinden sonra Kara Harp Akademileri Komutanlığı yapmış, daha sonra Balyoz davasından 3.5 sene hapiste tutulmuş ve emekli edilmişti.
AHMET YAVUZ
Silahlı bir güçle müzakere yapma yaklaşımı, terörle mücadelede kırılmalara, zikzaklara yol açmıştır. Bu tercih bir yandan PKK’yı cesaretlendirmiş, diğer yandan meşruiyet zırhı elde etmesine yol açmıştır. Üstelik bu süreç PKK’ya katılımları azaltmamıştır.
Açılım ya da barış süreci macerası, iktidarın halk desteğini azaltmış; 7 Haziran 2015 seçiminde oy oranı tek başına iktidar olamayacak seviyelere gerilemiştir. Ardından tekrar terörle mücadeleye kaldığı yerden başlanmış ise de daha ağır bir bedel ödemek kader olmuştur. PKK’nın hendek savaşlarında vatandaşları kendisine kalkan yapma arzusu halktan soyutlanması sonucunu doğurmuştur.
Siyasi iktidarlardan beklenen ülkenin sorunlarını çözmesidir. Bunu yaparken hukuk içinde kalması, beka sorunu yaratmaması, TBMM’yi egemenliğin kaynağı olarak görmesi, Milli Güvenlik Kurulu’nda devlet aklının ortaya çıkmasını sağlayacak ortamı yaratması gibi temel kurallara saygılı olmak zorundadır. Oysa bunların hepsinde sorunlar ortaya çıkmıştır. Bunların hiçbiri askerî vesayet kapsamında değildir.
Önümüzdeki dönemin ne doğuracağını bilemeyiz. Ancak bir toplumu alt kimliklere bölmeyi savunmak ülkeyi yönetenlerin işi olamaz. Ayrıca Kürt meselesinde bu denli iç içe girmiş bir toplumu ayrıştırmak kimseye fayda getirmez. Çatıdaki Türk kimliğini kabul etmek ve saygı göstermek şartıyla her türlü düzenleme yapılabilir. İki veya daha çok kimlikli bir ülke yaratmak gerçekçi bir çözüm değildir. Kürt kimliğinin kabul görmesini isteyenlerin orada durmadıkları ve durmayacakları açıktır. Amaçları sınırdaş olduğumuz ülkelerdeki Kürt kökenlilerle birleşmek ve etnisite merkezli bir devlet kurmaktır.
Ülkede bütün Kürtler bir bölgede yaşasa, ara çözümler üretmek mümkündür. Ancak öyle bir durum da yoktur. Milyonları aşan sayıda insan, ortak evliliklerden doğmuştur. Onları ne yapacağız? Ayrıca Güneydoğu’da yaşayan Kürt kökenli vatandaştan daha fazlası ülkenin batısında muhtelif şehir ve yerleşim yerlerine dağılmış vaziyettedir. Özerklik türü çözümlerin onlara sağlayacağı hiçbir şey olmadığı gibi kaybettireceği şeyler çoktur. Bu realite ortadayken, ayrılıkçı harekete acaba diyerek yaklaşmak sorunu küçültmez, büyütür… (
, Ahmet Yavuz, s. 128-129)