Türkiye’de 19. yüzyılın ilk yarısında başlayan modern tıp eğitimi ve doktorluk, her şeyden önce en hayati konuyu tedavi etmek durumundaydı: Dil! Eğitim-öğretim dili ve kitaplar Fransızcaydı; öğrenciler ancak ileri seviyede Fransızca bildikleri takdirde eğitim alabiliyordu. Türkçe eğitime geçmek için çalışan ve bunu başaran kahramanların hikayesi.
Batı’da Rönesans’la birlikte yükselmeye başlayan bilimsel devrim dönemi (1450-1700) 17. ve 18. yüzyıllarda Aydınlanma Çağı’na doğru ilerledi; ancak bilimsel düşünce geleneksel tıbba nispeten geç yansımıştı. Oysa Osmanlı Devleti’nde tıp, modernleşmenin ilk ve en güçlü parçası olacak; hekimler önemli roller üstlenecek; 19. yüzyıl ortalarında, bugüne kadar kesintisiz ulaşacak modern tıp kurumlarının temelleri atılacaktı. Bu zorlu süreçte, Fransızca eğitimle geçen 30 yılın ardından bir grup zeki, çalışkan ve fedakar öğrencinin Türkçe eğitim için verdiği mücadele müstesnadır.
Osmanlı döneminde tıbbın modernleştirilmesi çalışmaları 19. yüzyıl başlarına tarihleniyor. Bu dönemde medreseler hâlâ faaldi; ancak modern tıbba ayak uydurmaktan artık çok uzaktı. Sultan 3. Selim zamanında 1805’te Kuruçeşme’de Rumlar tarafından açılan tıp mektebi ve 1806’da Kasımpaşa’da yapılan Tıphane uzun ömürlü olamayacak; Sultan 2. Mahmud döneminde, 14 Mart 1827’de açılan Tıphane-i Âmire ise modern tıp eğitimini bugünlere getiren bir başlangıç sağlayacaktır. 1831’de açılan Cerrahhane ise daha sonra Tıphane birleştirilmiş, fakat eğitim yeterli bir seviyeye ulaşamamıştı.
Tıphane-i Âmire, kuruluşundan 12 yıl sonra geliştirilmek ve daha yüksek nitelikli bir eğitim vermek üzere Galatasaray’daki yeni binasına nakledildi; Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane adıyla 11 Mart 1839 tarihinde öğretime başladı. Mektebi yeniden yapılandırmak üzere Viyana Tıp Mektebi muallimlerinden Karl Ambros Bernard, İstanbul’a davet edildi. Talebenin çoğunluğunun Fransızcasının zayıf olduğunu gören Bernard, Fransızca öğretime ağırlık verecekti.
Okulu ziyaret eden Sultan 2. Mahmud buradaki nutkunda asıl amacın Fransızca eğitimi olmadığını, tedrisatın Türkçe (Osmanlıca) icra edilebilir hâle getirileceğini buyurmuş, fakat bu mümkün olmamıştı. Mektebin yabancı hocaları, tıp eğitiminin Türkçe yapılamayacağını savunuyorlardı. 1853’te okula atanan Cemaleddin Efendi, 1856’da mektebin parlak talebeleriyle bir “mümtaz sınıf” kurdu ve bu sınıfta Vakanüvis Ömer Lütfi Efendi ile Ârif ve Şevki Efendiler tarafından Arapça, Farsça ve Türkçe dersler verilmeye başlandı. Bu ekibin gerekli tıp terminolojisini meydana getirmesi ve Türkçeye kitap tercüme etmesi hedefleniyordu. Bu çalışmalar çok geçmeden yabancı hocaların tepkisini çekti; Türkçe tedrisat aleyhinde bir kampanya başlattılar. Mektep nazırı Cemaleddin Efendi 1859’da azledildi; Türkçe çalışmaları durduruldu.
Ancak bu çalışmalara katılan öğrencilerden Kırımlı Aziz, Vahid, Hüseyin Remzi, Hüseyin Sabri, Servet, Nedim, İbrahim Lütfi, Bekir Sıdkı Beyler Türkçe tıp dili üzerine başladıkları kitap inceleme çalışmalarını devam ettirdiler; Fransızca öğrendikleri fenni tıbbın Türkçe ifade edilebileceğini anlamışlardı. Henüz talebeydiler ve imkanları kısıtlıydı; dahiliye muallim muavini Binbaşı Ahmet Ali Efendi’den yardım istediler. Tıp kitaplarını Türkçeye çevirmek için para desteği sağlamak üzere seslerini duyurmak niyetindelerdi; asıl düşüncelerinin ise tıp derslerini Türkçeleştirmek olduğunu saklamamışlardı. Talebenin cesaret ve azmini gören Ahmet Ali Efendi, mektep nazırı Arif Bey’e bu talepleri nakletti. Arif Bey, belki biraz da onları oyalamak niyetiyle bunları kabul etti ve öğrencilerin her birinden birer Fransızca kitap bölümü tercümesi istedi. Yapılan tercümeler çok beğenildi; bununla birlikte öğrencilere, mezun olana kadar sadece dersleriyle meşgul olmaları da ihtar edilmişti.
Öğrenciler, mektebin matbaa müdürü Hacı Arif Efendi’nin oturduğu Hacı Beşir Ağa Medresesi’nde ve Vahit Bey’in konağında toplanmaya başladı. İlk toplantıda Hacı Arif Efendi bütün birikimi olan 35 altını verdi ve “Kitapları alın, Türkçeye çevirin, çevirileri basmanın bir yolunu bulurum” dedi. Talebeler rahat bir nefes aldı ve Mısır Çarşısı’nın arkasındaki Çiçek Pazarı Sokağı’nda bir handa oda kiraladılar, çalışmaya başladılar. Ahmed Ali Efendi de onlara destek oldu ve birlikte 1862’de Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye’nin ilk nizamnamesini kaleme aldılar. 1867’de, cemiyetin mektep nazırının sorumluluğunda olması şartı ve ayda 1000 kuruş kırtasiye masrafı ödeneğiyle Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye’nin kurulmasına padişah tarafından izin verildi.
Sultan Abdülaziz’in iradesi ile 3 Mart 1867’de kurulan cemiyet, henüz yolun başında sayılırdı. Mektep nazırı Salih Efendi, önce kitap tercümelerinin yapılıp sonra eğitime geçilmesini daha uygun görürken, Kırımlı Aziz Bey ve diğer öğrenciler Türkçe eğitimin hemen başlatılmasını istiyorlardı. Bunun üzerine Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin (Askerî Tıp Mektebi) içinde bir dershanede, eğitim dili Türkçe olan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (Sivil Tıp Mektebi) açıldı. Tıbbiye-i Mülkiye’de Türkçe eğitimin mümkün olduğunun gösterilmesi, Tıbbiye-i Şahane’de bunun yolunu açabilirdi. Fransızca eğitim veren yabancı hocalar, menfaatlerine dokunan bu ihtimal üzerine Beyoğlu’nda çıkan Fransızca gazetelerde tıp eğitiminin Türkçe yapılmasının mümkün olmadığına dair makaleler yazdılar, bunları ayrıca devlet makamlarına da sundular. Buna karşı Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye’nin üyeleri de Türkçe eğitimin yapılabileceğine dair bir rapor hazırlamıştı.
Askerî Şura, yaptığı araştırmalar sonucunda Türkçe tıp eğitimi teklifinin memleketin istikbali açısından önemli olduğuna karar vererek bunu padişaha arzetti. 1870’te padişahın iradesiyle Tıbbiye-i Şahane’de Türkçe eğitim başladı. Bu mücadeleyi, cemiyetin kurucularından, o tarihte mezun olan Kırımlı Aziz, Hüseyin Remzi, İbrahim Latif (Lütfi), Hüseyin Sabri, Vahit, Emin Efendiler ve onları destekleyen birkaç muallim vermişti. Kurucu üyelerin çoğu Türkçe tıp eğitimi veren Tıbbiye-i Mülkiye’de öğretmen olmuşlar ve 3 sene içinde tıp derslerinin Türkçe yapılabileceğini ıspat etmişlerdi.
Tıp eğitiminin Türkçe olması, yeni bir sorunun kapısını açmıştı: Tıp terimlerinin saptanması ve bir lugat hazırlanması şarttı. Kadrosunu genişleten cemiyet çalışmalarına devam ediyordu. Tıbbiye-i Şahane Nazırı Salih Efendi’nin başkanlığında, Ahmet Paşa, İbrahim Lütfü Bey, Mehmet Muhtar Efendi, Ahmet Hilmi Bey, Mehmet Nuri Bey, Hüseyin Remzi Bey, Agop Bey, Mehmet Nazif Bey, Mehmet Nedim Bey, Vahit Efendi, Bekir Sıtkı Efendi, Hüseyin Sabri Efendi ve Hacı Arif Efendi’nin aralıksız 3 yıl süren çalışması sonucunda 1873’te ilk tıp lügatımız Lugat-ı Tıbbiye basıldı. 640 sayfalık bu eser Fransızca tıbbi müfredatın Türkçeleştirilmesinde kilit rol oynayacak; sonraki 10 yıl içerisinde 46, 1881-1892 döneminde 77 ve 1893-1904 döneminde 45 olmak üzere toplam 168 tıp kitabı Türkçeye kazandırılacaktı.
1892’de cemiyet, “Tıbbi müzakereler” adı verilen bilimsel toplantılar düzenlemeye başladı. Ancak bunların “mahsurlu” olduğu düşüncesiyle, cemiyet 29 Mayıs 1897’de 2. Abdülhamid’in emri ile kapatıldı ve tercüme çalışmaları “Tedkik-i Müellefât Komisyonu” adıyla devam etti. 2. Meşrutiyet’in ardından yasak kalkacak, 25 Aralık 1910’da cemiyet yeniden açılacak ve çalışmalar kaldığı yerden devam edecekti.
12 Aralık 1910’da Darülfünun Tıbbiye Reisi Cemil Paşa başkanlığında toplanan ve yeniden organize edilen Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye; 1912-1922 arasında Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu savaşlar ve tıbbiyenin 5 yıl boyunca İngiliz askerlerinin işgali altında bulunması nedeniyle zor günler yaşamış olsa da her şeye rağmen çalışmaya ve tıp kitapları yayımlanmaya devam etti. Millî Mücadele’nin başladığı 1919’da Süleyman Numan Paşa tarafından teklif edilen Millî Tıp Kongresi ise ancak 1925’te gerçekleşebilecekti.
Cumhuriyetin ilanından sonra çalışma ortamı düzelen cemiyet, tıbbî toplantılar, seminerler, kongreler, kitaplar ve süreli yayınlarla faaliyetlerine devam etti. Adı “Türkiye Tıp Encümeni” olarak değişti, ama tüzüğü aynı kaldı (1925-1968 arasında 20 millî tıp kongresi gerçekleştiren Türkiye Tıp Encümeni, bu kongrelerin her birine ait kitapların da basımını sağladı).
1.Millî Türk Tıp Kongresi” Ankara’da düzenlendi. 1 Eylül 1925’te Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın teşrifleri ve Başbakan İsmet Paşa’nın nutku ile açılan kongre, TBMM Başkanı Kâzım Paşa’nın özel izni ile TBMM binasında yapıldı. Kongreye, aralarında Ankara’dan Dr. Naime Hanım ve İstanbul’dan Dr. Hayrünnisa Hanım olmak üzere 2 kadın hekimin de yer aldığı 592 hekim katıldı.
1946’da Türkiye Tıp Encümeni Arşivi adı altında 6 aylık bir dergi yayımlamaya başlayan cemiyet, 10 Aralık 1966’da Türkiye Tıp Akademisi adını aldı; bu değişikliğin ardından Türkiye Tıp Akademisi Mecmuası adı altında 3 aylık çıkarılmaya başlanan dergi ve Türkiye Tıp Akademisi günümüzde de varlığını sürdürüyor.
KIRIMLI DR. AZİZ İDRİS BEY
38 yıllık muazzam bir hayat
1840’ta İstanbul’da doğan Kırımlı Aziz Bey Askerî tıbbiyeyi 1865’te bitirdi. Aynı yıl açılan sivil tıbbiyeye müdür olarak atandı. Burada umumi emraz (genel hastalıklar), tıbbi kimya, hikmeti tabiye (fizik) ve dahili emraz (iç hastalıkları) dersleri verdi.
Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye’nin kuruculuğunu ve başkanlığını yaptı. Tıp öğreniminin Türkçeleşmesinde büyük rol oynadı. Arkadaşlarıyla birlikte çevirdiği P. H. Nysten’in sözlüğünü, Lûgat-ı Tıbbiye adıyla yayımladı (1873). Kırımlı Aziz Bey Türk Kızılay’ın kurucularından ve ilk başkanlarındandır. Uluslararası kızıl haç ambleminin Hıristiyanlığı çağrıştırması nedeniyle Müslümanlar arasında kabul görmeyeceğini ifade ederek bu konuda mücadele etmiş ve Kızılay’ın hilal ambleminin uluslararası kabulünü sağlamıştır.
Kırımlı Aziz Bey, yazdığı iki ciltlik Kimya-yı Tıbbi kitabında ise Fransızca terim kullanmamış ve Türkçe bir adlandırma sistemi kurmuştur. İlm-i Emraz-ı Umumiye adlı kitabında hastalıklar hakkında ayrıntılı genel bilgiler verilir. Yazdığı kitaplar uzun yıllar boyunca Tıbbiye’de ders kitabı olarak okutulmuştur.
Kırımlı Aziz Bey 1878’de henüz 38 yaşındayken akciğer veremi nedeniyle hayata veda etti.
DR. HÜSEYİN REMZİ BEY
Zooloji, fizyoloji, mikrobiyoloji…
26 Mart 1839’da İstanbul’da doğan Hüseyin Remzi Bey, 1854’te Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’nin idadi kısmına girmiş ve 1857’de mümtaz sınıfa kabul edilmiştir. Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye’nin kurucu üyelerindendir. Mekteb-i Tıbbiye’den 1866’da kolağalık rütbesiyle mezun olarak 3. Ordu’da hekimlik görevine başlamış ve 2 yıl Manastır’da ardından İstanbul’da çalışmıştır.
1873’te Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’de muallimliğine atanmış, fizyoloji, zooloji, hijyen dersleri vermiştir. Ayrıca Darüşşafaka’da gönüllü muallimlik ve kurum hekimliği yapmış ve tabiat tarihi müzesi kurmuştur.
1886’da Zoeros Paşa ve Hüseyin Hüsnü Efendi ile kuduz aşısı ve mikrobiyoloji araştırmaları yapmak üzere Paris’e, Pasteur Enstitüsü’ne gönderilmiştir.
Paris’teki araştırma döneminden sonra yurda dönmüş ve yazdığı gözlemlerini Osmanlı bilim çevrelerine duyurmuştur.
Mülkiye Baytar Mektebi’nin kurucularındandır ve 1889’da mektep açıldığında zooloji dersleri vermeye başlamıştır. Ayrıca, uzun yıllar çiçek aşısı üzerinde çalışmış ve aşı müfettişliği görevinde bulunmuştur. 1892’de resmen açılan Telkihhâne-i Şâhâne’nin başına getirilerek 18 Aralık 1896’daki ölümüne kadar çalışmıştır.