1984’ten bu yana PKK’ya karşı mücadeledeki en önemli zaaf, siyasi kararsızlıktır. Meselenin bir bütün olarak ele alınması, bölgede uygulanacak ekonomik ve sosyal politikalarla koordine edilerek sürekli kılınması gerekirken, bu yapılamamıştır. Başka bir önemli husus ise uzun vadeli bir askerî-politik strateji geliştirilmemesidir. PKK’nın, antlaşmalara göre müttefik olunan NATO ülkeleri tarafından desteklenmesi de sorunu ağırlaştırmıştır.
Eruh’ta 1984 yılında, PKK’nın karakol basarak eyleme geçtiği günlerde, bunun sonu gelmez bir savaşa dönüşeceği kolay tahmin edilemezdi. Sıkıyönetim uygulamalarıyla içteki huzursuzluğu sona erdirdiğini sanan generaller, sadece sıkıntının yönünü değiştirmişler, yeniden ortaya çıkmasını bir süre için ertelemişlerdi. Gene de bu konuyla başetmesi gerekenler, “üç-beş eşkıya”yı kısa sürede temizleyeceklerini düşünmüş olabilirler. Sonuçta bu, eşitsiz bir mücadele idi.

Anıtkabir yolunda
Türkşen ve Ertunç Emekli SAT komandosu Ali Türkşen, Anıtkabir ziyareti sırasında Güneydoğu gazisi İzzet Ertunç’u sırtına almış ve unutulmaz görüntülerden biri ortaya çıkmıştı.
Ne var ki cephe savaşı için hazırlanmış ordu, gayri nizami savaşla karşılaşınca şaşırıp kaldı. Karşısında yenip geçeceği bir ordu değil, dağların arasında saklanıp çıkan küçüklü büyüklü gruplar vardı ve imha edilenlerin yerine sürekli yenileri geliyordu. Bu durum, yeni örgütlenmeler ve doktrinlere ihtiyaç gösteriyordu ve bunlar eldeki soruna göre çok yavaş bir şekilde gerçekleşti. PKK’nın büyümesindeki en temel faktör, onlara verilen dış desteğin ve üs bölgelerinin dışında, doğru tedbirler alınıncaya kadar çok zaman kaybedilmesidir. Adeta sınama-yanılma yöntemiyle ilerleyen süreç çok hata ve çok kayıp üretmiştir. Elbette, bu arada karşı taraf da çok hata yaptı, ama bunlar birbirini götürmez.
Bütün mücadeleler önce zihinde kazanılır. Silah, teçhizat, kurumlar, eğitim vs. hepsi gereklidir ama, zihinsel durum hepsinin çok önündedir. Böyle bir mücadeleye zihinlerde hazırlık olmadığı, hazır olanların da olmayanları harekete geçiremediği görülecekti. Devlet zaafı, eğitim zaafı ve “hazırlıksızlık geleneği”… Ve ayrıca bilinmelidir ki, askerliğin de kaçınılmaz bir bürokrasisi vardır ama, bu mücadele bürokratik anlayışla başarıya ulaşılacak iş değildir. Bürokratlaşmış ve çok da iyi yönetilmeyen bir mekanizmanın asli işi olsa dahi, gerçek savaş örgütüne dönüşmesi kolay değildir. Bu barıştan savaşa geçen her ülke için farklı ölçülerde geçerli olmuş, kimileri hızla dönüşmüş, kimileri yavaş kalmıştır.
Türk ordusu birkaç istisna dışında her savaşa aşırı sıkıntıyla başlamış, bazılarında sonradan toparlanmış veya bu fırsatı bulamamıştır. Bunun birçok nedeni vardır ama, bunlardan birincisi bilgiyi sistemli bir hale getirerek yeni nesillere aktaracak mekanizmaların eksikliğidir. Askerî eğitimde örneğin Varna ve Kosova meydan muharebeleri incelenmiş, ama Makedonya’da, Yemen’de, Doğu Anadolu’dan Kerkük ovasına uzanan bölgelerde, Lübnan dağlarında, Karadeniz’de, Ege’de ve Anadolu’nun dört köşesinde yapılan çetecilik ve gerilla mücadeleleri es geçilmiş; bu iş için yeterli çaba ayrılarak bu deneyler derlenmemiş; “küçük savaşlar” veya “gerilla harbi” için doktrin geliştirilmemişti. Elbette, işgal altına düşecek bölgelerde düşmana karşı yapılacak baskın ve sabotajlar için bir hazırlık vardı ama, bu NATO konseptleri içerisinde, daha çok istihkamcıları ilgilendirecek bir bakış içeriyordu.
Dünyanın her yerinde bir parçası oldukları gayri nizami savaşları titizlikle inceleyen Batılı ülkeler, elbette Türk ordusunun durumunu son derece iyi biliyor ve büyük bölümü kısa sürede ölecek olsa da, PKK savaşçılarını eğitip donatıyorlardı. Türk ordusunun bu savaştaki performansı, komutanlara göre büyük farklılıklar göstermiştir. Bazı birlik komutanları askerlerini iyi eğitmiş, arazi denetimini yapmış ve hiç kayıp vermeden görevlerini tamamlamışken, diğerleri görevi kazasız belasız bitirip bölgeden ayrılma telaşı içerisinde denetimi yitirmiş, sürekli baskına uğramış ve aşırı kayıp vermiştir.
Paralel yapı örgütlenmesi

Bu durum yönetim, eğitim ve doktrin eksikliğine işaret etmektedir. Gerçi bu süreç içerisinde Kara Kuvvetleri bünyesinde üst düzeyde bir Eğitim ve Doktrin Komutanlığı (EDOK) kurulmuş olmakla birlikte, bunun gecikmiş bir çaba olduğunu söylemek mümkündür. Ayrıca süreç içerisinde ordu ve polisin içerisindeki “paralel yapı örgütlenmesi” giderek etkili hale gelerek mücadeleyi sabote etmeye başlamıştır. İçerisinde -tam bir kanser gibi- dev bir paralel yapı büyüyen ya da büyüten bir ordunun ne kadar güçten düşeceği izahtan varestedir. Şimdi, bu mücadelenin zaaflarını artıran hususları gözden geçirmemiz gerekir.
PKK’ya karşı mücadeledeki diğer önemli zaaf, siyasi kararsızlıktır. Meselenin bir bütün olarak ele alınması, bölgede uygulanacak ekonomik ve sosyal politikalarla koordine edilerek sürekli kılınması gerekirken, bu yapılamamıştır. Esasen bunu yapacak uzun vadeli bakış yoktu; olsaydı da siyasi istikrarsızlık ve yanlış yönlendirmeler işi gene yap-boz haline getirirdi. Sivil ve askerî otoriteler arasındaki işbirliğinin niteliği iktidarların politikalarına ve yetkililerin bakış ve becerilerine göre değişiklik göstermiş, baskı ve tasfiyeler birbirini izlemiştir. Bu tür savaşlar, politik yanı askerî yanına çok daha ağır basan mücadelelerdir ve politik istikrarsızlık ve kararsızlıktan fazlasıyla olumsuz etkilenir.
Başka bir önemli husus ise uzun vadeli bir askerî-politik strateji geliştirilmemesidir. Elbette, stratejiler gelişen durumların çerçevesinde sürekli gözden geçirilir ve yenilenir; ama bizdeki hükümetler bu konuda büyük yalpalama sergilemiştir. Bazen inisiyatif ele geçirilmiş ve örgüt büyük kayıplara uğratılmış, sonra her nedense işler gevşetilip örgütün yeniden toparlanmasına izin verilmiştir. Taviz ile işlerin yumuşatılacağı sanılan dönemlerin hayalkırıklarını, tavizsiz mücadele dönemleri izlemiştir. Bu yalpalamalar karşı taraflarda iradenin zayıfladığı izlenimi yaratmış ve moral yükseltmiştir.
NATO ve PKK

Burada ilginç bir durum da, PKK’nın antlaşmalara göre müttefik olunan NATO ülkeleri tarafından desteklenmesidir. Türkiye bu durumu gerilimi yükseltmeden çözmeye çalışmış, ancak çaresizlik haline düşmüş ve düşürülmüştür. İstikrarsızlık, örgütün beslendiği Irak ve Suriye politikalarında da yaşanmıştır. Bu ülkelerin siyasi bütünlüğünün önemi bilinmekle birlikte, işgal ve parçalanmalarına karşı tutarlı bir tavır gösterilmemiş; gerçekleşen olasılıklara karşı bu ülkelerdeki muhtemel müttefik güçlerle ilişkiler yeterince geliştirilmemişti. Elbette, bu ülkeler de tutarlı davranmamıştır. Sonuçta Baas rejimleri Türkiye’ye dost değildi. Suriye yönetimi en güçlü zamanında PKK’ya sığınak ve üs olmuş, Irak ise sürekli üs haline gelmişti. Batı ülkeleri Baas milliyetçiliğini yıkmakta güçlük çekmedi ve ortaya, nasıl temizleneceğini halen kimsenin bilemediği yeni bataklıklar çıktı.
Konu bizi bir yerde mutlaka Türkiye’nin örtülü operasyon beceriksizliğine getirir. “Yurtta sulh, cihanda sulh” lafının arkasına gizlenerek saldırılardan korunmanın mümkün olmadığı zaten görülmüştü. Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı gibi, son derece olumsuz koşullarda çok başarılı bir örnek yaratılmış olmasına rağmen, örtülü operasyonlarda yeterli bir beceri düzeyine ulaşılamamıştı. Bunun birçok nedeni arasında, istihbarat teşkilatlarının çok uzun süre yabancılarla içiçe yaşaması da vardır. Soğuk Savaş sona erdikten sonra bu durum büsbütün Türkiye’nin aleyhine kullanılmaya başlanmıştır. Bu arada, Türkiye’nin neredeyse bütün kurumları, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle gelen değişimi kavramakta aşırı zorlanmıştır.
Örtülü operasyon beceriksizliğinin temelinde de istihbarat kurumlarının zayıflığı yatar. Dünyadaki tüm imparatorluklar içerisinde bir tek Osmanlıların modern bir istihbarat örgütü yoktu ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın da ancak 1. Dünya Savaşı öncesindeki günlerde kurulması büyük bir zaafa işaret eder. Halbuki istihbarat her şeyden önce bir gelenektir ve kolay oluşmaz. Bilgi toplama, değerlendirme ve örtülü operasyon yapma yetenekleri incelikli işlerdir ve her ülkede sivil ve askerler arasında bu konuda çekişme vardır. Ancak, bizde PKK mücadelesi başladıktan sonra da asker ve polis arasındaki koordinasyon ve istihbarat çalışması zaaflı bir şekilde yürütüldüğü gibi, kimi zaman sabote edilmiştir. Halbuki, politik kararlılık ve beceriden sonra, bu tür savaşların en önemli unsuru istihbarat ve koordinasyondur.
Kıdem değil liyakat
Askerlik, talimnamelerin öğrenilmesinden çok daha fazlasıyla, tarih, sosyoloji, antropoloji, temel bilimler, siyaset, diplomasi, coğrafya ve diğer bilgi disiplinlerinden istifade eden bir sanattır. Elbette ordu bunun farkındaydı ama, bu eksiğin giderilmesi için bazı subay ve astsubayların çok yetersiz sivil üniversitelerde yüksek lisans yapmaları, onların askerî kültürlerine fazla katkıda bulunmamıştır. Nitekim, askerî kurumların bilgileri özümseme, kaydetme ve aktarma uzmanlığının yanısıra, gayri nizami mücadelelere ilgi de uzun süre zayıf kalmış; bu konuda araştırmalar ancak 1990’lardan itibaren gelişebilmiştir. Aynı zaaf İçişleri teşkilatı ve polis için de geçerlidir. Teşkilat-ı Mahsusa, MM, Karakol Cemiyeti, Millî Mücadele’de yapılan büyük direnişler, Kıbrıs TMT, diğer örgütler ve ayaklanmalara karşı yapılan mücadelelerin dersleri incelenip yaygınlaştırılmamıştır. Böylece, liyakatten çok kıdeme öne veren bir terfi sistemi içerisinde, daha yetenekli subayların karar makamlarında yetkili olmaları garanti altına alınamamıştır.

Doktrin meselesi
Doktrinle ilgili konular çözüldükçe, bunun örgütlenmelere yansıması gündeme gelir. Büyük hantal birlikler yerine hareketli küçük birliklere geçiş uygulaması doğruydu ama, geç kalındığı açıktır ve bu değişikliğin gerektirdiği taktik ve operatif bakış değişikliği daha da uzun sürmüştür. Her türden harekatta, ama özellikle gayri nizami savaşlarda küçük birlik liderlerinin inisiyatifleri son derece önemlidir. Siviller arasında yapılan bir savaşta çoğu zaman tek başlarına kalan bu en tecrübesiz subaylar için özel eğitim gerekir. Tecrübe sahibi kıdemli astsubaylarla birlikte çalışmaları yararlı olur ve bunun için astsubayların ve uzman erbaşların da askerlik sanatında daha yetkin ve yetkili kılınması gerekir.
Keza, özel birliklerin geliştirilmesi ve komando birliklerinin profesyonelleşmesi de geç kalmıştır. PKK’ya karşı mücadelenin normal askerlik görevini yapan eratla yürütülemeyeceği anlaşıldıktan sonra sistem değişikliği çok yavaş yürümüştür. Ara dönemin acil ihtiyaçları, önce korucularla, sonra da uzun süre hizmet yapan tecrübeli personelden oluşan az sayıda küçük birlikle kısmen kapatıllmıştır ama, onların da özlük işleri doğru düzgün çözülmemiştir. Nihayet, profesyonel komando, jandarma ve polis özel harekat birlikleri geliştirilerek özel birliklerle beraber çalışacak hale gelinceye kadar yıllar geçmiştir. Gerilla savaşı uzatılmış (protracted) savaştır. Uzadıkça da zayıf tarafın işine yarar.
Ordu, gayri nizami savaş için küçük birlik taktikleri eğitimini ve siviller arasında operasyon yapma usullerini geliştirmekte de geç kalmıştı. Bazı ülkeler bu konuda çok daha önceki yıllarda özel okullar açtı. Örneğin, giderek öne çıkan kent savaşları için özel eğitim bizde çok geç başladı. Keza, keskin nişancı uzmanları ve silahlarının çok uzun süre birliklerin standart kadrolarında yer almaması, açıklanması zor bir aymazlıktı; çünkü PKK’nın çok yaygın kullandığı keskin nişancılara karşı da en etkili tedbirlerden biri de buydu. Sonuçta bu beceriler ülkemize kazandırılıncaya kadar boş yere birçok kayıp verdik.
Silah ve teçhizat konusundaki gecikmeler gerçekten aşırıdır. Ordumuz piyade destek silahlarında 2. Dünya Savaşı düzeyini ancak 1990 sonrasında, o da kademeli olarak aşmaya başladı. 2015’ten itibaren imal etmeye başladığımız piyade ve keskin nişancı silahlarına kadar 60 yıl boyunca bu alandaki tek değişiklik, M1’in ve 7.62’lik makineli tüfeğin yerini alan G3 ve MG3 oldu. Diğer piyade destek silahları olan havan ve 75’lik dağ topları standart olarak kaldı. Keza yakın destek silahı olarak 40 mm otomatik bombaatarlar da çok geç ve çok az sayıda alındı. Bunun yerine bazı yerlerde eski 40 mm’lik uçaksavarlar, hatta M48 tankları kullanıldı; ancak bunlar sabit mevzilerden çıkamazdı. Mükemmel 12.7’lik M2 ise tüm silahların ötesinde, haklı yerini korumaktadır. Bu çok uzun ve detaylı konuya burada giremeyiz.
En önemli destek vasıtası olan silahlı hücum helikopterleri konusundaki ihmal ise akıllara durgunluk verecek ölçüdedir. Birçok ülke hücum helikopterlerinden taburlar oluşturduktan sonra bile, bizde bu tür bir tek platform yoktu. Neden sonra da sadece 10 adet alındı. Bunların bir kısmının tamir veya bakımda olacağı hesaplanırsa, kırım geçiren olmasa bile, herhangi bir anda havalanabilecek sayı 6 ila 8 arasında değişir ki, bu kadar geniş bir coğrafyada bu sayının ne denli eksik kaldığı açıktır. Daha sonra gelen 25 kadar eski model ikinci el Kobra da, açığı ancak bir ölçüde kapattı. Son olarak fahiş fiyatla birkaç tane daha tedarik edildi. Halen devam eden gecikmeli ATAK projesinin ilk aşaması bitince, bu mücadelenin 40. yılını idrak etmiş olacağız!
İHA’lar (insansız hava araçları) konusunda da benzer gecikme hikayeleri mevcuttur. Son birkaç yıla kadar keşif amaçlı ve silahlı İHA’lar dışarıdan alınıyor, bunlar tedarikçi tarafından kasıtlı olarak geciktiriliyor ve bunlardan gelen bilgiler bu İHA’ları satanlar tarafından deşifre edilip dağdaki gruplara ulaştırılarak kaçmaları sağlanıyordu. Millî İHA ve uydu sistemleri ile durum değişti. Hele SİHA’lar (silahlı İHA’lar) arazide barınmayı çok zor hale geldiği için, PKK çoğu kez yerleşim yerlerine sığınmak mecburiyetinde kalmıştır. Şehir savaşları geleceğin temel mücadele biçimi olmaya adaydır. Nitekim 2016 “hendek savaşları” bunun denemesi oldu. Burada iyi mücadele edildi ama, temelinde gene çok büyük bir hata vardır. Bu muazzam yığınağa ve tüneller sistemi ile tahkimata izin verilmiş olması, izah edilebilecek bir gaf değildir.

20 MART 1993 En kanlı dönem
Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve 32. Jandarma Gn. Kom. Eşref Bitlis’in çabaları sonucu PKK ateşkes ilan etti. Eşref Bitlis 17 Şubat 1993’te uçağının düşmesi sonucu şaibeli bir biçimde yaşamını yitirdi. Bitlis, 10 gün önce ABD uçaklarının PKK’ya yardım dağıttığını açıklamıştı. 24 Mayıs 1993’te Malatya’dan yola çıkan Elazığ-Bingöl karayolunda 33 erin öldürülmesi, 3 erin yaralanmasıyla sonuçlanan saldırısı ile ateşkes sona erdi..

HAZİRAN 2004-2007 Yeniden terör
2005’te Kuşadası, 2006’da Adana, Marmaris, Antalya, Mersin, 2007’de Ankara’da bombalı eylemler gerçekleşti. Yaz boyunca PKK’nın büyük eylemleri devam etti. Ekim 2007’de Dağlıca’da 12 asker şehit oldu, 16 asker yaralandı.
Kritik personel sorunu
Soğuk Savaş’ın bitmesi ve BOP gibi gelişmelerin muhtemel etkileri Türkiye’de hem politikacılar, hem de sivil ve asker bürokrasi tarafından değerlendirilemedi. Türkiye’nin AB sürecinden dışlanacağı da 1980’lerden beri açıkça ortada olduğu halde, buna uygun tedbirler alınmadı. Keza Kıbrıs olayından sonra Lübnan’dan İran sınırına kadar olan alanda Batılı devletlerin çalışmalarına karşı tedbir düşünülmedi. Bunların hepsinde, güvenlik stratejisinin çok yanlı ele alınmasının payı büyüktür.
Personel sorunu da kritik öneme sahiptir. Bu tür mücadeleyi yürüten personel -hukuk dışına çıkmadığı sürece- devleti, kamuoyunu ve basını arkasında hissetmelidir. Bu süreçte, yabancı kuruluşlar tarafından finanse edilen basın ve siyasilerin yıkıcı bir eleştiriye girmesine müsaade edilmesi ve “paralel devlet”le birlikte çalışmaları çok ağır sonuçlar doğurdu. Keza, devletin kendi personeline güvensizliği de birçok felakete neden olmuştur. Gayri nizami mücadeleyle boğuşan bazı ülkelerde, örneğin İsrail’de askerler izine çıktıkları zaman bile dolu silahlarını yanlarında taşırken, bizde eskiden birçok halde nöbette bile cephane verilmez; koruma görevleri eksik cephaneyle ve uygun olmayan silahla sözde yapılır; çok daha önemlisi bu görevlere alınanlar hangi durumda nasıl davranacaklarını asla bilemezdi. Keza, keskin nişancı silahlarının çok yakın zamanlara kadar kullanılmaması da güvensizliğe bağlıdır. Bu koşullarda, çarşıya çıkan, birliklerine intikal eden veya terhis edilen askerler birçok pusuda boş yere can vermiştir. Bu basiretsizliğin giderilmesi de çok uzun sürmüştür.
Personelin psikolojisine gelince… Bilinmelidir ki, tarih boyunca hiçbir ordu savaşa girinceye kadar teğmenden orgenerale her rütbede subayın gerçek karakterini tam tanıyamaz. İyi ordular savaşta süratle eleme yapıp, uygun savaş liderlerini seçer. Başka çare yoktur. Bu savaşta çoğu komutan, görevi asgari risk ile atlatmak için PKK’lıların geçmeyecekleri ama kendileri için korunaklı yerlerde pusu atmış (çoğu geceler yüzlerce pusu atılıyordu), arazi/alan kontrolü yapılmamış ve inisiyatif yitirilerek daha fazla kayıp verilmiştir. Halbuki aktif bir tutumla, arazi ve alan kontrolü sağlayan komutanlar, çeteleri sürekli kaçmaya/saklanmaya zorlayarak inisiyatifi ele aldılar.
Buraya tarihle ilgili bir not koymalıyız. Genel tedbirsizlik, boş verme, saflık ve bilinçsiz tutum, ne yazık ki Türk ordusunun çok eski zaafıdır. Osmanlı ordusu sayısız kez savaş hilelerine kurban gitmiş, saman arabasıyla kalelerine girilmiş, balıkçı sandalı gibi yanaşan düşmanlar amiral gemimizi havaya uçurmuş, nöbette uyuyan askerlerimiz şehit veya esir düşmüştür. Ama sonuçta, gevşeklik her noktada aşılamaz. Kaldı ki, askerî sistemimiz inisiyatif geliştirme üzerine kurulmamıştır.
Karakol baskınları da ayrı bir konudur. Bunlar çoğu halde askerî değil başka kıstaslarla inşa edildikleri için, bulundukları baskına açık mevkilerde yıllar boyu aşırı kayıp verildikten sonra yeni korunaklı karakolların inşasına başlanmıştır. Bu, aynı zamanda bazı polis karakolları için de geçerliydi. Keza, alan kontrolünden vazgeçen veya bunu layıkıyla yapamayan komutanların karakolları, her halükarda baskına açık haldeydi. Burada birimler arasında yardımlaşma ilkesinin ne kadar hayata geçirilebildiği de çok titiz bir şekilde değerlendirilmeli, birlik ve bölge esasında yardımlaşma için elverişli intikal olanakları sağlanmalıydı. Elbette, bu konuda çok büyük ilerlemeler sağlandı ve Türkiye nihayet çok büyük bir zırhlı araç ailesinin imalatçısı ve ihracatçısı oldu ama, süreç içerisinde mayın ve pusuyla nice kayıplar verildi.

TEMMUZ 2015 Savaş şehirlere taşındı
20-22-23 Temmuz’da sırasıyla Suruç’taki bombalı saldırı, Ceylanpınar’da iki polisin evinde şehit edilmesi ve Suriye sınırında bir askerin şehit edilmesi sonrasında TSK jetlerle operasyona başladı. Şehirlerde hendekler kazıldı, sokaklar hatta evler, apartmanlar çatışma alanı oldu..
Sınırötesi üs bölgeleri
Bunlara ek olarak, sınırdan insan ve malzeme geçmesini engelleyecek fiziki tedbirlerin alınmasında gecikme yıllar sürmüş, böylece PKK’ya serbest üs bölgeleriyle rahatça irtibat olanağı verilmiştir. Üs bölgeleriyle operasyon bölgeleri arasındaki intikalleri zorlaştırmak için yapılan sınırötesi operasyonlar devamsız olmuş, kovalamaca sonrasında kontrol sağlanan alanlar tekrar örgüte terkedilmiştir.
Sınır ötesindeki üs bölgeleri bir yana, PKK’ya siyasi, mali ve askerî destek veren ülkelere karşı diplomatik girişimler çok zayıf kalmış; fiili yaptırımlardan söz edilmemesi zaaf algısı yaratmış; tam tersine yabancı ülkelerin Türkiye içerisinde yaptıkları girişimler bile engellenmemiştir. Nihayet, PKK’nın askerî kanadının yan örgütlerinden tecridine için çalışmalar zaafla ve kararsızlık içinde yürütülmüş, örgüt her türlü destek çalışmasını çok rahat bir şekilde yapmıştır. Yabancı kuruluşların örgütle ve yan kuruluşlarıyla bağlantılarına aşırı uzun bir süre izin verilmesi ise affedilir hata değildir. Hiçbir ülke yabancıların gelip de topraklarında silahlı direniş yapılan bir örgütle bağ kurmasına izin vermez. Ama işte, basiret bağlanıyor. Türkiye’deki siyasi partiler de maalesef taktik-politik çıkar hesaplarıyla bu konuda tutarlı ve ortak bir tutumu her zaman sergilememişlerdir.
UNUT-MAYIN
Gazi kabul edilmedim

Adı soyadı: Kadir Özbayar
Doğum yeri ve tarihi: Karabük-Ovacık / 02.02.1970
Tertibi: 1970/1
Olay açıklaması: Şırnak, Gabar Dağı, Alkemer Jandarma Karakolu’nun teröristler tarafından basılması sonucu yaralanarak gazi olmuştur.
“Gazi olabilmek için SGK’na başvurdum. “Aradan 21 yıl geçtiği ve durumun askerlikle ilişkilendirilmemesi” gerekçesiyle talebim reddedildi. Gazi kabul edilmedim. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’ne açtığım davayı da yine aynı sebepten kaybettim. Oysa, PKK terör örgütüne karşı yürütülen operasyonlarda çatışmaya girmiş, vurulmuştum… Ama, ben başvuruyu geç yaptım gerekçesiyle gazi kabul edilmedim. İşte böyle bir ortamda, böylesi adaletsizlikle yaşamaya çalışıyorum…”
Saygı göstersinler yeter

Adı soyadı: Bektaş Oruç
Doğum yeri ve tarihi: İzmir-Konak / 10.03.1973
Tertibi: 1973/1
Olay açıklaması: Şırnak, Besta Dereler kırsalında teröristlerle girilen çatışma sonucu yaralanarak gazi olmuştur. Aynı çatışmada dört asker şehit olmuş, 18 asker de yaralanmıştır.
“… Şehidine gazisine sahip çıksın bu toplum. Sahip çıksın derken, para pul istemiyoruz. Saygı göstersinler yeter diyoruz. Ölen kardeşlerimiz, ağabeylerimiz bizler için ölüyor. Gaziler bizler için sakat kalıyor. Vatandaşlarımız evlerinde rahat oturuyorlarsa şehitler ve gaziler sayesinde… Halk tepki vermeyi öğrensin. Şehit için isyan etmiyorsun, gazi için isyan etmiyorsun. ‘Bu çocuk 20 yaşında kör olmuş, kolu bacağı kopmuş’ demiyorsun. Ne yapayım ben böyle halkı, böyle devleti…”
Halk uyurgezer modunda

Adı soyadı: Sabahattin Külah
Doğum yeri ve tarihi: Manisa-Sarıgöl / 10.10.1973
Tertibi: 1973/2
Olay açıklaması: K. Irak, Zeli Kampı’na yapılan operasyonda çıkan çatışma esnasında mayına basma sonucu sağ ayağını kaybederek gazi olmuştur.
“… Her gazinin olduğu gibi elbette benim de şikâyetlerim var. Eğer ben bu vatan için bir uzvumu verdiysem devlet de bana sahip çıkmak zorunda. Gaziye sahip çıkmak, ‘Hadi ben sana maaş bağladım ne halin varsa gör’ demek değil. Benden daha kötü durumdaki arkadaşlarımı düşündüğüm zaman Allah’a bin kez şükrediyorum. İki bacağını, iki kolunu kaybeden adama sen bütün dünyayı versen ne olur? Geri getirebilir misin? Bari adamın geri kalan ömrünü güzel yaşat. Ama olmuyor…
Ateş düştüğü yeri yakıyor
Adı soyadı: Recep Şahinoğlu
Doğum yeri ve tarihi: Sinop-Boyabat / 15.10.1973
Tertibi: 1973/2
Olay açıklaması: Mardin, Dargeçit, Kılavuz yolunda askeri aracın mayına basması sonucu yaralanarak gazi olmuştur. Belden aşağısı felçlidir. Aynı olayda yedi asker şehit olurken, üç asker de yaralanmıştır.
“Eskiden gazilere bir saygı, sevgi vardı. Gittiğimiz yerlerde gazi olduğumuzu hissediyorduk. Ama geçtiğimiz 10 yılda çok şey değişti. Gazilik ve şehitlik kavramı bitti desek yeri var. Şimdi gittiğim çoğu yerde gazi olduğumu bile söylemiyorum; ‘Engelliyim’ diyorum. Birileri çıkıp vatan için şehit olanla Uludere’deki kaçakçıyı aynı kefeye koyarsa benim kendime gazi dememin bir anlamı kalmıyor… Eskiden bir gazi ya da şehit geldiğinde halk, ordu, devlet bir evladımız yaralandı, şehit oldu diye seferber olurdu. Şimdi her gün şehit geliyor, ama ateş sadece düştüğü yeri yakıyor”.
Meğer gazi olmuşum!

Adı soyadı: Erhan Atik
Doğum yeri ve tarihi: Ankara-Polatlı / 17.04.1974
Tertibi: 1974/1
Olay açıklaması: Hakkâri, Çukurca Karatepe mevkiinde teröristlerin pusu atması sonucu yaralanarak gazi olmuştur.
“2000 yılında İzmir’de sigara fabrikasına işçi alınacaktı… Dosyama baktılar şaşırdılar: ‘Sen sakatlanmışsın, maaş alman gerekiyor’ dediler, Askerlik Şubesi’ne gönderdiler. Oradan hastaneye sevk aldım. Hastane de yüzde 45 engelli raporu verdi. Emekli Sandığı’na teslim ettim evrakları ve 2001 yılında emekli oldum. Meğer gazi olmuşum ama haberim yok! O zamanlar tazminat parası alınca önemsememiştim. Gaziye maaş verildiğini de bilmiyordum!”
Kafamda 12 şarapnel

Adı soyadı: Metin Erdem
Doğum yeri ve tarihi: Ankara-Kızılcahamam / 1974
Tertibi: 1974/2
Olay açıklaması: Van, Gürpınar, Faraşin kırsalında teröristlerle girilen çatışma sonucu sağ gözünü kaybederek gazi olmuştur.
“Annem hissetmiş yaralandığımı. Babama, ‘Metin’e bir şey oldu’ demiş. Gece de eve telefon gelmiş, ‘Metin şehit oldu’ diye. Babam benim için salâ verdirmiş köyde, mezarımı kazdırmış… Durumum çok ağırdı. Kendime geliyor ama sonra hemen kendimden geçiyordum. Beyin bölümünden sonra göz tedavisi bölümüne almışlardı. Sürekli uyuyordum. Bir gözüm yok, diğeri yarım… Gözlüksüz hiç göremiyorum. 11 numara gözlük kullanıyorum, sisli görüyorum… Kafamda 12 şarapnel var…”

Oğlum oynamak istiyor…
Adı soyadı: Reşat Bakır
Doğum yeri ve tarihi: Kayseri-Pınarbaşı / 01.12.1974
Sicili: 1999/375
Olay açıklaması: Mardin, Nusaybin kırsalında mayına basma sonucu iki bacağını kaybederek gazi olmuştur.
“Sinir uçlarım çok hassastı. Çünkü protez giydiğim zaman çok canım yanıyordu. Bir süre elektroterapi gördüm. Yaklaşık bir yıl sonra protezlerim takıldı. Sürekli evdeydim, bir yere çıkmıyordum, ama çocuklar anlamıyor ki… En küçük çocuğum Mustafa ısrar edince birlikte parka gittik, bir banka oturdum. Oğlum yanıma geliyor, baba hadi kalk diyor, oynamak istiyor. Salıncağa binmek istiyor, kaymak istiyor. Onu kaldırıp koymamı istiyor. Bakıyor, etrafındaki çocukların anne-babaları kucaklarına alıyor çocuklarını, o da istiyor. Bir defa kaldırmak istedim, birlikte düştük…”
Kopan bacağımla Van’a uçtuk
Adı soyadı: Hüseyin Kocalar
Doğum yeri ve tarihi: Kars-Sarıkamış / 07.10.1977
Tertibi: 1977/4
Olay açıklaması: Van, Gürpınar kırsalı, Kanlıdere Küçük Aliağa mevkiine yol emniyetine giderken mayına basma sonucu sağ ayağını kaybederek gazi oldu.
“… Apar topar helikopter alanına indirdiler beni. Allah’la pazarlık ettim; ‘Ne olur şimdi canımı alma. Önce ailemi göreyim sonra alacaksan al!’ dedim. Su istedim, vermediler. Tam kendimi bırakacağım, helikopterin sesini duyup cana geldim, bir umut. Kopan bacağımı da yanımıza alıp Van’a geçtik. Moralim çok bozuktu. Yanıma Hüseyin Ümit adında bir gazi getirdiler. Onu görünce kendimi iyi hissettim. Durumu çok daha kötüydü. “Ne bağırıyorsun kardeşim?” dedi. Kendimi tanıttım. Adaşız diye sevindi… 2002 yılında Hüseyin’in evinde intihar ettiğini duyunca çok üzüldüm”.
Hiç hastaneden çıkmadım

Adı soyadı: Ömür Karaman
Doğum yeri ve tarihi: Bursa-Gürsu / 17.01.1979
Tertibi: 1979/2
Olay açıklaması: K. Irak, Sinat, Haftanin bölgesine yapılan operasyon esnasında teröristlerle girilen çatışmada başından vurularak gazi olmuştur.
“Yaklaşık 20 kez ameliyat oldum. 37 yaşındayım, 17 yıldır hastanede tedavi görmekteyim. Hiç hastaneden çıkmadım. 20 yaşında askere gittim, hâlâ askerliğim bitmedi. Hiç sosyal hayatım olmadı. Evliliği düşünmeye vaktim bile olmadı. Askerlik anılarım peşimi hiç bırakmadı. Askerlik anılarımdan başka anım da olmadı ya… Başka bir şey yaşayamadım. Tüm ömrüm, gençliğim hastanede geçti. Bir askerlik, bir de hastane hayatım var diyebilirim… Şimdi, ‘Ömür’ün psikolojisi çok bozuk…’ diyorlar. Ben de onlara şunu diyorum: ‘Allah kimseye benim yaşadıklarımı yaşatmasın da varsın beni kimse anlamasın”.
Onurumuzu istiyoruz, o kadar

Adı soyadı: Rafet Değerli
Doğum yeri ve tarihi: Kilis / 27.08.1958
Sicili: 1980/45
Olay açıklaması: Teröristlerin Çeltikli Vadisi’ndeki korucu köylerini basması sonrasında bölgede yapılan operasyonda mayına basarak sol ayağından, sol kolundan ve sol gözünden yaralanarak gazi olmuştur. 17.05.2016 tarihindeyse geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etmiştir.
“Türkiye’de üst derece bürokrat, zengin, milletvekili ve general çocukları ne şehit olur ne de gazi… Şehit ve gazi ailelerinin çoğunu tanırım. 2007’den beri ilgilenirim bu işle. Hepsi fakir fukara çocuğudur… Biz utanır, derdimizi söyleyemezdik. Subay olarak hafif yaralanmaları tutanaklara yazmazdık, utanırdık. Sistem farklılaştığı için, şimdi gazilik kavramı da şehitlik kavramı da genişletildi… Biz para istemiyoruz, pul istemiyoruz! Sadece hak ettiğimiz onurumuza uygun davranışlar istiyoruz. O kadar!”
‘Geç geç bedavacı’ dedi

Adı soyadı: Cengiz Özerden
Doğum yeri ve tarihi: Amasya-Merzifon / 20.04.1976
Tertibi: 2001/963
Olay açıklaması: Silopi, Derebaşı kırsalında önceden tuzaklanmış EYP’nin patlatılması sonucu yaralanarak gazi olmuştur. Belden aşağısı kısmi felçtir.
“Gazi ve şehit yakınlarının bu ülkede onore edildiğini düşünmüyorum. İnsanlar beni gördüklerinde önce “Belediye otobüsüne bedava biniyorsunuz değil mi?” diye soruyorlar. Gazi oldum olalı belediye otobüsüne bir kere bindim onda da otobüs şoförü, ‘geç geç bedavacı!’ dedi bana. Bir daha da binmedim. Ben otobüse bindiğim zaman gaziliğimden utanmak zorunda mıyım?”
Ayağımın sahtesini alamıyorum
Adı soyadı: Yunus Kara
Doğum yeri ve tarihi: Şanlıurfa / 13.02.1983
Tertibi: 1983/4
Olay açıklaması: 2004 yılında Şırnak-Gabar Dağı kırsalında PKK’nın döşediği mayına basma sonucu sağ ayağını kaybederek gazi olmuştur.
“… Yedi ay sonra protez takıldı, eve döndüm. Eve gelene kadar annem beni görmemişti, ağladı beni görünce. ‘Sakın ağlama’ dedim, ‘Bunu alnımıza Allah yazmış; ağlama…’ İsyan etmedim, ‘Neden ayağım yok?’ demedim. ‘Kimse benimle evlenmez’ de demedim. Çok şükür evlendim, bir kız çocuğum var. Çok mutluyum. 12 yıllık gaziyim. Zaman içerisinde gazilere verilen değerin giderek azaldığını gördüm. Haklarımız kısıtlandı… Protezim 40 bin lira, devletin ödediği 20 bin lira. Geri kalanını kendim halletmek zorunda kalıyorum. Benim bunu alacak gücüm yok. Ayağımın canlısını verdim, sahtesini alamıyorum.