Ekim 2024 Sayımız Çıktı

Geçmişte de ‘para pul olur’ pahalılık, yokluk yaşanırdı

Osmanoğulları fetih ve istila seferlerinden zaferle ve yüklü ganimetlerle İstanbul’a döndüğünde bu refahtan hiç değilse belirli kesimler payını alırdı. Ancak karakışların bastırdığı, rüşvetçi memurların, sahtekar sarrafların, fırsatçı esnafın asayiş ve güven eksikliğinden faydalandığı; krizlerin pençesinde halkın açlıktan kıvrandığı dönemler de çoktu. Osmanlı İstanbul’undan 1550-1800 arasındaki 250 yıllık dönemin arz /talep, para/fiyat iniş-çıkışlarına örnekler…

Geçen yüzyıllarda her ülkenin bakır, gümüş altın paraları, ayarı ve tartısı saptanarak dünyanın her tarafında o yerin aynı metal paraları ile serbestçe değiştirilebilir, yani “konvertibl” idi. Günümüzde ise metal para sadece küsurat ödemelerde kullanılıyor. Değerli sandığımız bugünün Türk lirasının ve döviz dediğimiz değeri üstünde yazılı kağıt banknotların ise sonu yakın gibi görünüyor. Olasılıkla ele avuca alınmaz; cüzdana, kasaya, hele yastık altına hiç konulamaz “sanal/muhayyel” yazılım icadı para dünyası kapıda.

Artan dünya nüfusuna koşut bir para mahşeri yaşanıyor. Enflasyon canavarının eseri kağıt para destelerini, bunların tepeleme yığıldığı bankaların kasa odalarını TV ekranlarında izliyoruz. “Pul olmuş” banknotları artık, hızlı makineler sayıyor, balyalıyor, bankadan bankaya zırhlı araçlar taşıyor. Yarı yüzyıl öncesine kadar bu manzaralar hayal bile edilmezdi.

Bir de eski zamanlara bakalım. Büyük kentlerde her gün türlü çeşitli binlerce ve binlerce altın, gümüş para el değiştirir; aşınmış, ezik-bozuk, tağşiş edilmiş paralar darphanelerde eritilip “çil” denen yeni altın, gümüş paralar basılırmış. Daha eskilerde ise -hiç değilse bizim dünyamızda- banka bile yoktu. Yerli ve yabancı paralar arasındaki değer farkını piyasa cambazları, gayrimüslim bankerler, kuyruklu sarraflar belirliyordu. Alışverişler kesede, koyun cebinde taşınan, değeri metalinden ibaret paralarla yapılıyordu.

Son 150 yılın paraları ise kağıttandı. Ama ulusal para kuponları ABD, Almanya ve İngiltere gibi zengin devletlerin “döviz” denen itibarlı paraları karşısındaki değeriyle işlem görüyordu. Bu dövizlerin itibarını elimiz ve gözümüz seçebiliyor. “Dolar, Euro, Sterlin, Türk lirası fark etmez; hepsi kâğıt desek” de Türk parası buruştu­rulup cebe sokuluyor ama döviz denenlere gözler bir başka ba­kıyor, eller öyle kolay buruştur­muyor.

Sadrazamın giyeceklerini muhafaza edip taşıyan Başçuhadar, bugünkü Maliye Bakanı olan Defterdar, devlet arazi kayıt defterlerinin muhafızı Defter Emini, Nişancı ve Darphane Emini…

Ganimet için savaş

Tarih denen bütün bir mazide nüfus artışı olmasa; arz/talep, yani üretim ile tüketim denge­lense, savaşların pek çoğu ya­şanmayacak; tarih kitapları ana konusu olan doymak ve esenlik gerekçeli savaşlardan mahrum kalacaktı. Serdarların peşleri­ne taktıkları ordulara verdik­leri söz, “Ganimete boğulacak, zengin olacaksınız” idi. Hz. Ömer’in İran’a gönderdiği gazâ ordusunun Medine’ye getirdiği ganimetler ortaya yığıldığında güneşi gölgeleyen bir tepe oluş­muş; bunu paylaşarak zengin­leşenler, zevk ü sefaya yönel­mişlerdi. Gazneli Mahmud’un Hindistan seferlerinin amacı, oradan Turan’a, Afgan’a, İran’a servet taşımaktı. Ordusunu fil­lerle takviye ederek Anadolu’yu istilaya gelen Timur’un amacı Yıldırım’ın ordusuna gözda­ğı vermek, ama asıl, Helenistik çağda Anadolu topraklarına gö­mülen altın hazinelerini bulup Semerkant’a taşımaktı.

Osmanoğulları’nın fetih ve istila seferlerinde de zaferle ve yüklü ganimetlerle İstanbul’a dönüldüğü olmuştu. Ancak İs­tanbul’a getirilenlerden taşra toplumlarına da aktarım ya­pıldığı söylenemez. Taşradan toplanan “arus” (gelin) vergi­sinin, kovan vergisinin, değir­men vergisinin, daha onlarca ve onlarca verginin hep İstanbul’a taşındığını; teba, reaya denen kitlelere yoksulluk içinde, kıt kanaat yaşama şansı tanındığı­nı da belirtelim. Osmanlı taşra dünyasındaki geçim zorluğunu, güvensizliği, yaşama koşulla­rını öğrenmek isteyenlere de (merhum) Prof. Dr. Mustafa Akdağ’ın Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi’ni okumaları­nı önerelim.

Belgeler ve kaynaklar, para ve piyasa durumunu Payitaht İstanbul özelinde daha güveni­lir gösterdiğinden 1550-1800 arasındaki 250 yıllık dönemin arz /talep, para/fiyat iniş çıkış­larına kısa örnekleri de İstan­bul’dan verelim…

Lale Devri’nin sonunda isyan 1730’da Osmanlı Padişahı Ahmed’in tahttan inmesi ile sonuçlanan Patrona Halil İsyanı’nın Jean-Baptiste van Mour tarafından yapılmış resmi.

26 AĞUSTOS 1553

Avusturya elçisinin çarşı-pazar gözlemleri

Sultan Süleyman Doğu seferinde ol­duğundan Veziriazam Rüstem Pa­şa’nın huzuruna çıkan Avusturya el­çilik heyeti dışarı çıktıklarında küme küme askerler peşlerine takılıp sırna­şarak hediye ve bahşiş istemişlerdi. İstanbul’daki paşaları “hırsız” olarak niteleyen elçi, Tavuk Pazarı’ndaki Elçi hanında ikameti sırasında kenti gez­diğini, evlerin kalitesiz malzemeden, gösterişsiz ve tek katlı olduğunu, İs­tanbul’da balın okkasının 4.5, şekerin 17 akçeye, Galata fırınlarında pişirilen beyaz sandviçlerin 1 akçeye satıldığı­nı yazmıştı. Elçinin gözlemine göre, Türkler en çok soğanla kavrulan ko­yun eti yiyor; pirinç çorbası, pilav, etli pilav, tavuk kızartması, patlıcan, ka­bak, havuç dolması, yaprak sarması, sütlaç muhallebi, omlet gibi yemek­ler yapıyordu. Sebze ve meyvelerin bir kısmını padişahın İstanbul ve çevre­sindeki has bahçe ve bostanlarında acemi oğlanların yetiştirdiğini, bunla­rın Eminönü’nde pazarlandığını, ken­tin her köşesinde manav çardakları bulunduğunu yazması da önemliydi.

1572-1575

Kar yağmaya başladı Kapıkulu gulgulesi patladı

Kış aylarında şiddetli soğuklar, kar ve fırtınalar nedeniyle İstan­bul’da kıtlık yaşandı. Zahire getiren gemiler kesildi. Bir-iki gün kar yağ­dığında bile fırıncılar narh istemeyi âdet edindiklerinden fırınları kapat­tılar. Ağır kışlarda buğday satma­yarak karaborsacılık yapmak da za­hirecilerin âdetiydi. Saraydan veya divandan İstanbul kadısına etkisi olmayan buyruklar yazılıyordu. Bu dönemde rüşvet ve yolsuzluk yay­gındı; üstelik yüksek enflasyon var­dı. Kapıkulları da saraya ve Sultan 3. Murad’a (1574-1595) dönük eylemler başlattılar.

Önlemlere karşın hayat pahalılığı artarken narhlara ve rayiçlere ilişkin buyruklara uyan yoktu. Piyasa, ayarı ve ağırlığı ile oynanmış sözde gümüş akçeler yüzünden güvensiz, pahalılık ileri düzeydeydi. İstanbul kadısına yazılan hükümlerde 1 altın liranın 60 akçe, 1 gümüş kuruşun 40 akçe düze­yinde tutulması istendi. Halis gümü­şün israf edilmemesi istense de para darlığı, bu tür hükümleri geçersiz kıldığından çarşı-pazar kalpazanla­rın kontrolüne girmişti.

Asıl bunalım, 11 Ocak 1575 günü Ulufe Divanı’nda yaşandı. O gün Ka­fes Kasrı’ndan Divan-ı Âli’deki otu­rumu bir süre izleyen 3. Murad arz odasına geçtiğinde, avlularda Kapı­kulu gulgulesi başlamıştı. Askerler seslerini yükselterek “Bölük ağaları­mız bize ulufemizi kusur (eksik) üze­re ve terakkilerimizi (artışları) eksik vermek isterler. Bunun aslı nedür?” deyip eyleme geçtiler. Noksan dağıtı­lan ulufeler dağıtılarak olay yatıştı­rıldı.

1582

Ayşe Sultan düğün yaptı rüşvet skandalı patladı

Sıkıntılar sürerken 10 nisanda Mihrümah Sultan’la Rüstem Pa­şa çiftinin kızları Ayşe Sultan’ın Nişancı Feridun Bey’le düğünü bir pahalılık dalgasına daha yo­laçtı. Düğün ertesinde İstanbul, 3. Murad’la ilgili rüşvet haberleriy­le çalkandı. Padişahın yanından ayrılmayan saray cücesi Nasuh’un “taşra halkıyla eli olduğu”, çevirdi­ği dalavereler ortaya saçıldı. Sözde soruşturma başlatıldı, cüce hapse­dildi. Kimi eyalet valileri azledildi. Defterdarların, saraya akıtılan rüş­vetlerden aldıkları payları, sarayın odun ambarında odun yığınlarının altına sakladıkları saptandı.

1593

Yiyecek fiyatları arttı baş isteyen sipahi odunla kovalandı

26 Ocak günü ulufe divanında, si­pahiler üç aylıklarının eksik olduğu savıyla Divanhane’ye yürüdüler. Çavuş ve kapıcılarla aralarında kavga çıktı. Asker, vezirlere taş yağdırdı. Veziri­azam Siyavuş Paşa’nın Başdefterdar Emin Paşa’nın, Harem kethüdası Can­feda Kadı’nın başları istendi. Sarayın alay ve adalet meydanları mahşere döndü. Sipahiler ek ödeme önerisini de reddettiler. Bir kazasker, askerleri yatıştırmak için kâfir olursunuz den­diğinde, “Biz çoktan kâfir olduk. Bize defterdarın ve Kethüda kadının başla­rını getirin” yanıtını verdiler.

Başdefterdarın seyyid (Hz. Ali so­yundan) olduğu, şer’an idam edileme­yeceği hatırlatılınca “İsterse Hasan ve Hüseyin olsun!” diye bağırdılar. Bos­tancılar ile Baltacılar’ın silahlanarak gelmeleri, Yeniçeri Ağası’nın da yeni­çeri bölükleriyle saray dışını tutması üzerine Sipahiler, dikbaşlılığı bırakıp korkuya kapıldılar. Kapıcılar kaçmaya yeltenenleri odun ambarından aldık­ları odunlarla kovaladı. Kaçış sırasın­da ezilip ölenler oldu. Kapılar kapatılıp içeride katliam başlatıldı. Mutfaklara koğuşlara sığınan sipahiler öldürüldü. Dışarı çıkabilenleri de yeniçeri ağası değneklerle haklattı. Ertesi gün saray avluları ve çevresinden toplanan sipa­hi cesetleri denize atıldı.

Siyavuş Paşa ve defterdar azledildi ama aşırı enflasyon koşullarında gü­müş paranın değeriyle sürekli oynan­dığından yiyecek fiyatları artmıştı. 600 dirhem gümüşten 400 akçe kesilmesi gerekirken 800 akçe kesilmekteydi ki bu, %100’lük enflasyon demekti. Üc­retlilerin alım gücü yarıya düşmüştü. Asker ayaklanması da bundandı.

İstanbul nüfusunun iyice arttığı o yıllarda ülkenin her tarafından baş­kente göçler sürmekteydi. Özellikle Anadolu’da mal ve can güvenliği kal­madığı gibi fahiş gümrük vergisi yü­zünden eski bolluk ve kalite kalmamış, gümrük işleri Yahudi mültezimlerin tekeline geçmişti. Müslüman tüccar­larsa Yahudi mültezimlere vergi öde­mek günah bahanesiyle hileli yollar­dan ve rüşvetle iş görmeyi tercih edi­yorlardı.

1617-1621

1. Ahmed’in ölümü ‘uğursuzluk’ getirdi

Padişah 1. Ahmed 22 Kasım 1617’de ölmüş, kardeşi 1. Mustafa  tahta çıkınca, cülus bahşişi dağı- tılmıştı. 1. Mustafa 3 ay sonra indirilince yeğeni 2. Osman’ın cülusunda bir bahşiş daha dağıtılmıştı.  Toplam 3 bin kese bahşişin ardından hazine boşaldı. İstanbullular  ağır kışı, genç ve dindar Sultan Ahmed’in ölümünü, meczup kardeşinin tahta çıkışını, ardından 14  yaşındaki 2. Osman’ın cülusunu  izleyen yangınları, kıtlık ve pahalılığı uğursuzluğa yordular. İlkbahara doğru başlayan sağanaklarda  mahalleler sele suya boğuldu. Yaza  doğru bu kez “tâ‘ûn-ı ekber” (büyük veba) salgını başladı.  1621 kışında ise hepsi yetmezmiş gibi Haliç dondu. Boğaz’ı buz  kütleleri kapladı. Zahire gemileri çalışmadığından yine kıtlık başladı.  75 dirhemlik (250 gr) ekmek 1 akçeye, etin okkası 15 akçeye çıktı.

8 ŞUBAT 1640

Sultan İbrahim sikke bastırdı, ecnebi paralar değer kazandı

İstan bullular, kış süre ken 4 Mu­rad ınölümün ,k ardeşi İbra im’i cül sunud u ursuzluk saydı ar. Çün ü k tlıkve karabor sa vardı. Ve­ziriazama gönderdiği buyrukta: “İs­tanbul’da kıtlık vardır deyü söylenir, Kadıya muhkem tembih eyle. Narh işine ziyade dikkat etsin. Gezsin dolaşsın yoksa kendisi bilür” diye yazan yeni padişah İbrahim, kendi adına sikke basılmasını istedi. Bu­nun için 1641’de tedavüldeki eski paralar toplatılınca kıtlık ve pahalı­lık büsbütün arttı. Kuruş 125, altın 250 akçe iken İbrahim adına kesilen sikkelerden kuruş 80 akçeye, altın 160 akçeye düştü. Ecnebi paraları değer kazandı. Emtia fiyatları yük­seldi. 4. Murad döneminde (1623- 1640) 1 kuruşa 11 okka (27 kg) et alı­nırken artık 8 okka (17 kg) alınabilir oldu. 1643’te Sultan İbrahim, kara­borsacıların çarşı ortasında dayağa yatırmalarını, hatta boğdurmaları­nı, halkı korkutmak için zindandaki müebbet mahkumlardan birer ikişer kişinin meydanlarda astırılmasını isteyecekti.

MART 1656

Vak’a-i Vakvakiye ayaklanması

İstanbullular, 1656 Mart aylarının ilk günlerinde terör ve kıtlık kabusu yaşadılar. Sipahiler ve Acemi oğlan­lardan sonra çarşı esnafı da gümüş paraların düşük ayarda basılma­sı nedeniyle Çınar Vak’ası/Vak’a-i Vakvakiye denen ayaklanmayı baş­lattı. Olayın arkasında, ocak ağala­rıyla saray ağalarının iktidar çekiş­mesi vardı. Sarayın alay köşkünü kuşatan isyancılar, züyuf akçe denen (değeri düşük neredeyse kızıl bakır) etekler dolusu akçeyi yere döktüler. Kimi ağalar ve elebaşılar At Meyda­nı’nda ulu çınar ağacının dallarına asılarak idam edildi.

1695

Ayarıyla oynanmış altınlar gitti yerine Cedid Altun getirildi

17. yüzyılın sonuna gelindiğinde ahali yaşam koşullarından mem­nun değildi. İstanbul’da hayat yine pahalı, para kaçakçılığı ise ayrı bir sorundu. Mısır tüccarları, İstan­bul Darphanesi’nde kesilen altın ve gümüş paraları toplayıp götürmek­te, İstanbul piyasasına ayarıyla oy­nanmış paralar sürmekteydiler. Bu da fiyatları yükseltiyordu. Bunun önüne geçmek için 2. Mustafa’nın tuğrasıyla Cedid Altun basımına geçildi. Sürümdeki paralar topla­tılıp eritilerek Tuğralı’ya dönüştü­rüldü. 300 akçe değerindeki bu yeni altının ülke genelinde geçerli olma­sı için eyalet valilerine buyruklar yazıldı.

1763

Törpü ve dedikoduyla altından altın kazanmak

Sultan 3. Mustafa (1757-1774) 1763’te yerli ve yabancı paraların pi­yasa değerini dengelemek için bir gi­rişimde bulundu. O yıllarda tedavül­deki Osmanlı altın sikkeleri şunlardı: Fındık altını, İstanbul zincirlisi, Zer-i Mahbub, Mısır Zincirlisi, Mısır Tuğ­ralısı ve bunlar kadar, hatta bunlardan daha değerli sayılan ecnebi paraları Yaldızlı Venedik ve Macar altını de­nen altın paralar.

Padişah, ayarı bozuk, vezni düşük denerek düşük fiyata bozulan paraları toplatıp darphanede eritti; Yaldız ve Fındık altınları ile eşitleyip, üstünde kendi tuğrası bulunan 155 akçe değe­rinde yeni paralar darp ettirdi. Vene­dik Cumhuriyeti ise Osmanlı piyasa­larından 2. Mustafa tuğralı altınları toplatıp Yaldızlı Venedik altını darp ettiri­yor; Yahudi ve Hıristiyan sarraflar da “Yaldız altını­nın ayarı yüksek” dediko­dusu yayarak düşük fiya­ta Fındık altını toplayıp Avrupa’da Yaldız altını ile değiştirerek “altından al­tın” kazanıyordu. Sarraf­ların geleneksel bir yön­temleri de altın ve gümüş paraları törpüleyerek “toz”dan para kazanmak­tı. Hilekar 4 sarrafın ida­mı bu tür yolsuzlukları birkaç yıl önledi.

1774-1789

İsraf yasaklandı kimse tınmadı

1774’te tahta çıkan 1. Abdülhamid, zahire (daha sonra kullanılmak üzere saklanan tahıl) kıtlığına çözüm bu­lamayan İstanbul Kadısı Hayatizâde Mehmed Said Efendi’yi 1775’te azlet­ti. Mısır’a ve başka üretim bölgelerine mübaşirler göndererek ürün ve zahi­re temini çözümleri aradı. Sonunda 1782’de Rusya’dan -ilk kez- buğday it­hal edildi. İstanbul’un et gereksinimi her yıl Eflâk’den 160 bin, Boğdan’dan 120 bin koyun sevkiyatıyla sağlanır­ken ilişkiler bozulunca sevkiyat azal­dı. Celeplerden rüşvet aldığı saptanan kasapbaşı idam edildi.

1776’da israfı önlemek için ön­lemler başladı. Önce bir nizamna­me ile orta hallilerin zenginlere bakıp giyim-kuşam edinmeleri yasaklan­dı. Saray halkına, vezirlere, sivil me­murlara, askere esnafa ve halka, başka başka kıyafetler öngörüldü. 1780’lerde ise çok yaygın olan çubuk tiryakileri­ne imamelerin altın kakma ve ceva­hirle bezenmesini, bunların 3’er 5’er kuruş gibi pahalı fiyatlarla alınıp sa­tılmasını, nisvan (kadın) taifesinin de pabuçlarına sim kabara ve sırma işlet­mesini yasakladı. Bu buyruklar etkili olmadı.

Sonunda 1782-1783’de, sefere çı­kan ordunun erzak ve iaşesi de ek­lenince İstanbul’da görülmedik bir pahalılık ve yiyecek kıtlığı yaşandı. Fiyatlar üç katına çıktı. 1 okka et 6 paradan 18 paraya (%300) çıkarken evlerin biricik ışık kaynağı mumun tanesi 1 para oldu. Herkes gelecekten kaygılıydı. Padişah, sanki bir çözüm olacakmış gibi İstanbul Kaymaka­mı’na (sadrazam vekili) buyruklar ya­zıp durdu. O kıtlık evresinde bile var­sıllar şenlik şamatadan geri kalmaya­rak kandiller dizili yalı ve sahilhane bahçelerinde şölenler düzenliyorlardı.

1789

Asayiş sağlanmadan ekmek fiyatları düşmedi

Amcası Abdülhamid’in ölümü üzerine tahta çıkan 3. Selim (1789- 1807) döneminde de durum değiş­medi. Taşra halkı haydut baskınla­rında, İstanbullular yiyecek kıtlığın­da çaresizdi. İstanbul’da ekmekler yenmez yutulmaz durumdaydı. Buğdayın İstanbulî kilesi (25 kg) 80 paradan 3 kuruşa çıkmıştı yine de karaborsa satılmaktaydı. Sık sık denetimlere çıkan genç ve duygu­sal Padişah, yokluktan etkilenip bir süre narhı erteleyerek Anadolu’ya ve Rumeli’ne fermanlar göndermiş, dileyenlerin İstanbul’a zahire getirip istediği fiyattan satabileceğini ilan ettirmişse de asayiş sağlanamadı­ğı için dolandırıcıların, hırsızların, yankesicilerin mazarratından bizar olan taşralı tacirler İstanbul’a zahire ve hayvan sevk edemiyordu. İstan­bul’da kalpazanlar ve ihtikâr (paha­lı satmak için stokçuluk) yapanlar çoktu.

Padişah, tebdil-i kıyafet ede­rek çıktığı denetimlerde, fırınların önümde ekmek almak için toplan­mış tartışan, bağırıp çağıran insan­ları gözlemliyor, sadrazam cephe­de olduğu için sadaret Kaymakamı vezire ve İstanbul Kadısı’na tehdit­kar buyruklar yazıyordu. Sonunda İstanbul Kadısı İsmet Efendi’yi az­ledip Bursa’ya sürdü. Nizam-ı Ce­did’in kuruluşu da bu evreye denk geldi. Bu yeni örgütün gereksinim­leri ve iaşesi için İrad-ı Cedit adıyla bir mali-askerî örgüt, İstanbul hal­kının gereksinimleri için de Zahire Nezareti kuruldu.

1808

Kadınlar baskın yaptı kadı efendi sofradan kaçtı

1807’de tahttan çekilen 3. Se­lim’in yerine tahta çıkan 4. Mus­tafa’nın 1 yıllık saltanatında, kış aylarında İstanbul ve Edirne’de ekmek, et ve odun kıtlıkları yaşan­dı. Kıtlık, asayişsizlik son kertede bir buhrandı. Karışıklık, güven­sizlik, pahalılık büsbütün artınca İstanbul’da kıtlık başladı. Aylar­dır et yüzü görmeyen İstanbullu­lar açlıktan, hastalıktan kırılırken İstanbul Kaymakamı Musa Paşa, sanki en önemli sorunmuş gibi “sivri kalpak” giymeyi yasaklaya­rak tepesi düz kalpak giyilmesini buyurdu!

13 Mayıs 1808’de İstanbul’da bir kadın eylemi yaşandı. Müslü­man kadınlar bir ellerinde uzun sırıklar, diğerinde boş yemek sa­hanları olduğu hâlde, İstanbul Ka­dısı’nı konağında yemek yerken bastılar: “Papaz herif, sen böyle mükellef taam eylerken biz açlıktan ölüyor, bir ciğeri 25 paraya yiyoruz” diye­rek üzerine yürüdüler. Kadı, sofrayı bırakıp ha­reme kaçtı. Oradan, se­lamlık alayının geçeceği yol üzerine gelen kadın­lar 4. Mustafa’ya arzu­hal sundular ve “Efendimiz, uyan ve bizi düşün! Pahalılığa dayanamıyoruz, aç kaldık!” diye bağırdılar.

MECİDİYE ALTINI

Enflasyon geldi-gitti, onun ayarı değişmedi

Tanzimat Dönemi’ne gelesiye kadar paralar, kağıt değil altın, gümüş, bakır gibi soy madendi. Her paranın değeri, doğrudan ağırlığında ve ayarındaydı. Bu, altın gümüş bakır hangi devletin parası olursa olsun her memlekette, ayarı ve gramıyla değerini korurdu. Bir bakıma altın ve gümüş paralar beynelmileldi. Ancak bu altın ve gümüş paraların aşınma ve düşük ayarlı kalıplarının piyasaya sürülmesi söz konusuydu. Bugün bile Reşad ve Ata altınları ayarı ve gramajı eşit öteki padişah liralarından daha değerli sayılır. Sultan Abdülmecid’in 1844’teki para reformunda Mecidiye Altını olarak darp edilen 7.2 gr ve 22 ayar altın para, Osmanlı maliyesinin 1 liralık para birimi olarak darp edilmişti. Mecidiye denen bu birim lira, ticaret yaşamında pahalıklar ve buhranlar yaşanmasına karşın son padişahların tuğralarıyla Sultan Vahideddin’e kadar aynı ayar ve ağırlıkta basılmıştır. Günümüzde de yine aynı ağırlık ve ayarda, halkın “Ata/ Gazi” dediği altınlar, ziynet değerinde basılıyor.

Madeni paraların taşınmasındaki zorluk nedeniyle diğer devletler gibi Osmanlı Devleti de 1860’larda İstanbul’daki Bank-ı Osmanî-i Şahane’ye, “Kaime-i mutebere-i nakdiye” denen banknot/ kâğıt para basmakla yetkili kılmıştı. Basılan kâğıt paraların karşılığı külçe veya yerli yabancı altın paralar bankada saklanıyordu. Madeni alaşımlı Türkiye Cumhuriyeti Lirası ve katmanları banknot ve madeni olarak 1927’de tedavüle çıktı.