Geleneksel medya önce yazılı sonra elektronik basın mecralarıyla halka ulaştı. Son Gezi eylemleri sırasında geleneksel medyanın ağır eleştiriye uğramasının ardında, devletle olan ilişkilerde 1937’den bu yana çözülememiş tarihî sorunlar yatıyor.
BÜLENT ÇAPLI
Türkiye’de iktidarın yazılı basınla ilişkisi her zaman biraz sancılı oldu. Gazetelerin kuruluşundan başlayarak, gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet dönemlerinde devleti yönetenler yazılı basına atfettikleri güçten kendi paylarına düşeni alma telaşında oldular. Bu çekişme yakın tarihlere kadar sürdü: Sansürler uygulandı, gazeteler toplatıldı, basın kuruluşları kapatıldı, hatta bu ‘kirli savaş’ mülkiyet yapılarına müdahale boyutlarına dek vardı.
Aslında 4. kuvvet basın, yazılı çağında kalıcı kanaatlerin oluşturulmasında tek başına o kadar da etkin değildi. İlk ezber radyo tarafından bozuldu, devlet-medya ilişkilerinde ilk kırılma onun hayatımıza girmesiyle yaşandı.
Türkiye radyonun sesiyle 1927’de Atatürk’ün çağını aşan bir öngörüsüyle kurulan Telsiz Telefon Türk A.Ş.’nin yayıncılığa başla- masıyla tanıştı. Bu bir devlet teşebbüsü değil, 10 yıllık imtiyaza sahip özerk bir kuruluştu. Böylece Türkiye gelişmiş ülkelerle aynı zamanda yakaladı radyonun yükseliş dönemini. Halk okur-yazar olmayı ve hergün para ödemeyi gerektirmeyen, üstelik kullanırken başka işler yapma özgürlüğü tanıyan elektronik medyanın bu “ilk sürüm”ünü sevmişti.
Fakat radyonun “özgür” günleri fazla uzun sürmedi. 1937’ye gelindiğinde radyo, devletin sesine dönüştürüldü. Milli Şef döneminde “devletin ağzı, milletin kulağı” olarak anıldı. İspat kanunu gibi uygulamalarla yazılı basına boğucu bir baskının uygulandığı Demokrat Parti döneminde ise -özellikle 58’den sonra- radyo tam bir politik propaganda aracı haline getirildi. Partinin yandaşlarını politize etme amacıyla kurulan Vatan Cephesi’ne katı- lanların isimlerinin saatlerce yayınlanması, iktidar destekçilerini bile bıktırdı. 1960 askerî müdahalesinin ardından esen özgürlük rüzgarıyla yayıncılık faaliyetinin ancak “özel, özgür ve özerk” bir kurum tarafından hayata geçirilebileceği gerçeği ortaya çıktı. Böylece 1964’te TRT kuruldu. Devletin medya algısı bağımsızlık lehine bir kere daha değişmişti.
İTÜ’nün ayrı bir başlık altında ele alınmayı hak eden yerel-deneysel televizyon yayıncılığını dışarda tutarsak, Türkiye TRT’nin ilk dört yılı boyunca televizyonculuk konusunda tuhaf bir körleşme yaşadı. Oysa, Amerika’da televizyon patlamış, görsel iletişimin altın çağı başlamıştı. Türkiye radyoda yakalayıp sonradan boşa harcadığı fırsatı televizyonda daha baştan kaçırıyordu. Ama TRT ismindeki ikinci T’yi 1968’de hatırladı ve Türkiye televizyon yayıncılığı konusunda 1971’e kadar sıradışı bir üç yıl geçirdi. Tarafsız yayıncılık anlayışıyla hazırlanan belgeseller, eğitici yapımlar, tartışma programları ekranlara alışılmadık bir özgürlük havası getirdi. 12 Mart 1971 muhtırasına kadar devam eden bu “devr-i saadet” 1972’deki anayasa değişikliğinde TRT’nin özerkliğini kaldıran 133. Madde’yle son buldu. Devletin medya ile yaptığı yeni “mesafe ayarlaması”nın günümüze kadar devam eden sonucu, TRT’nin devlet yayıncısı algısından kurtulamaması oldu.
TRT işini “devlet ciddiyeti”yle yaparken siyasal iletişimde katılımcılık, çokseslilik, tarafsızlık derslerinden hep sınıfta kaldı. Devlet-medya ilişkilerinde yeni bir kırılmanın yaşanacağı 1991 yılına kadar bu durum böyle devam etti. Kırılma, özel televizyonların baskısıyla geldi. Önce ilerde Star adını alacak Magic Box Almanya’dan, ardından Show TV Fransa’dan, Kanal 6 ise İngiltere’den yayına başladı ve ezberler bir kez daha bozuldu. Türkiye’de ne devletin ne milletin alışık olduğu sıradışı içerikler, şaşırtıcı üsluplar, afallatıcı formatlar ekranların “korsan konuk”ları oldular. Televizyon kanallarına özel radyolar katılmakta gecikmedi. 1993’te yurtdışı frekanslarını kullanarak yayın yapan özel radyolar Çiller hükümeti tarafından kapatılınca geniş çaplı protesto eylemleri başladı. Taksilere, toplu taşıma araçlarına, evlere, işyerlerine siyah kurdeleler bağlayan halk, özel radyoların kapatılmasını ülke çapında yankı uyandıran kitlesel bir eyleme dönüştürmeyi başardı. “Radyomu istiyorum!”, “Siyah Kurdele”, “Konuşan Türkiye!” isimleriyle anılan toplumsal eylemler iktidarı geri adım atmaya mecbur bıraktı.
Avrupa’da daha önceleri gerçekleşen bir gelişme 90’lardan itibaren Türkiye’de de yaşanmaya başladı. O güne kadar basın dışı sektörlerde sermaye birikimi yapan işadamları, ilgilerini medyaya yöneltti. El değiştiren gazeteler, radyolar, televizyonlar; inşaat şirketleri ve finans kuruluşlarıyla birlikte holdingle- rin çatıları altında toplandı. Artık çok katmanlı mülkiyet yapıları içerisinde yer alan medya, showroom ve vitrinlerini yani özellikle televizyonlarını kısmen de gazetelerini siyasal iktidarla pazarlık kozu olarak kullandı. Devletin ekonomide büyük ağırlığı vardı; devir ihaleler, teşvikler devriydi. Siyasal iletişimin ağır topları olan yüksek “rating”li kanallarla pazarlığa oturmak siyasal iktidarların da işine geldi. Üstelik “frekans tahsis ihaleleri” mevzuatını da düzenleyen 1994 yasası, elektronik medyayı “sağduyuya davet etme” konusunda hükümetlerin elini iyiden iyiye güçlendirmişti. Artık iktidarların damak zevkine uygun yayınları servis etmeyen kanallar, oyunun dışında kalma tehdidi altındaydılar.
Bu sorun halihazırda da Türkiye’nin elinde pimi çekilmiş bir elbombası gibi duruyor. Devlet-medya ilişkisindeki nihai kırılma, muhtemelen bu bombanın sosyal medya denen yeni aktörün “kışkırtmaları” sonucunda patlamasıyla yaşanacak ve belki de bir süre veya yıllar sonra yine bir tarih dergisine başka bir makale konusu olacak.
Bülent Çaplı’yla yaptığımız söyleşiden derlenmiştir.
DİJİTAL ARAÇLARIN HERBİRİ YENİ BİR MECRA
Yeni meydan: Siber alan
İBRAHİM HAKKI POLAT
Tarihte çağların isimleri kimi zaman metaforlarla ifade edilir. 1945’ten sonraki döneme atom çağı dendi, 1969’da Armstrong aya ilk ayak bastığında uzay çağı başladı, 1980’leri bilgi çağı olarak adlandırdık, şu anda yaşamakta olduğumuz günlere ise bilgi iletişim çağı ismini veriyoruz. Peki bu çağ değişimleri bireyi değiştiriyor mu, sanatı değiştiriyor mu, kültürü değiştiriyor mu? MIT Technology Review dergisinin üç ay önceki kapağında yaşlı bir insan şunu diyordu: “Siz Mars’a koloniler yapacağımızı söylemiştiniz, ama elime tutuşturduğunuz şey Facebook.” Bugün üç sektörün biraraya gelmesiyle oluşan yepyeni bir alan var. Bunlar bilgi teknolojileri, iletişim teknolojileri ve medya. Bu üçünün biraraya gelmesiyle ortada oluşan bu alana ilk başta biz internet diyorduk, şimdi siber mekan diyoruz. Burası bir alan, bir meydan. Son Gezi eylemlerinin kalbi de aslında bu meydanda attı.
Genç kuşak bu alanı sahiplendi ve burada yeni bir yaşam kültürü oluşturmaya başladı. Onlar kendilerine farklı dünyalar, avatarlar, fotoğraflar, videolar yaratıyorlar. Bu etkileşim üzerinden yeni bir iletişim kuruluyor.
Burada zaman mekan sınırsızlığı var. Bu dünya Edirne’den Kars’a sınırları çizilebilecek bir yer değil. Bu sınırsızlığı kimileri “dış mihraklar” olarak görüyor ama, Twitter sayesinde dış mihrak kalmamıştır. Twitter bu işin en kamusal alanıdır. Bütün normları altüst eden bir yaratıcılığı var bu siber dünyanın. Örneğin, siz bu insanlara istedikleri müziği dinletmezseniz, hemen oturuyorlar bir müzik programı yazıyorlar. Bütün müzik endüstrisini altüst ediyorlar. Paylaşımcılık var. Kullanılan dijital araçların her birini birer medya haline getiriyorlar. Yeni medya dediğimiz şey budur. Siyasetçileri, anne babaları ters köşeye yatıran bir siber kuşağın başkaldırışı var burada. Eski siyasette liderlik anlayışı vardı, burada yok. Herkes kendi görüşünü ortaya koyuyor, buradan çıkan ortak akıl neyi söylüyorsa insanlar onun peşine takılıyor. Ortak akıl ağaçlar yok edilmesin diyorsa, insanlar bu doğrultuda hareket ediyor. Bugün eğer Wikipedia’da Taksim kronolojisi varsa, o ortak aklın tartışmaları sonucunda yazılan manzumelerden oluşuyor. Artık DNS, Proxy WPN vs. gibi aslında çok teknik insanların anlayabilecekleri şeylerin genelleştiğini görebiliyoruz. Dolayısıyla bütün bunların entegre olduğu bir yerde devletin interneti kesmek gibi bir tehdidi geçersiz. Tabii madalyonun öbür yüzüne de bakmak lazım. Siber dünyada birey dünyayı yerinden de oynatabilir. IP numaralarını kısıtlamanın vs. hiçbir etkisi olmaz. Kısıtlamaya çalışmak yerine bu dünyayı daha etik kullanabileceğimiz bir okuryazarlık vermemiz gerekiyor. Tarihî bir dönüşüm yaşıyoruz. Gerçeği arama ve sunma sorumluluğu işin uzmanlarındaydı, akademisyenlerdeydi, gazetecilerdeydi, öğretmenlerdeydi. Şimdi gerçeği her yönüyle bulma sorumluluğu bireyin kendi üzerinde.
İ. Hakkı Polat’la yaptığımız söyleşiden derlenmiştir.