Kasım
sayımız çıktı

Halkın gözü kulağı, iktidarların iki dudağı

Türkiye’de iktidarın yazılı basınla ilişkisi her zaman biraz sancılı oldu. Gazetelerin kuruluşundan başlayarak, gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet dönemlerinde devleti yönetenler yazılı basına atfettikleri güçten kendi paylarına düşeni alma telaşında oldular. Bu çekişme yakın tarihlere kadar sürdü: Sansürler uygulandı, gazeteler toplatıldı, basın kuruluşları kapatıldı, hatta bu “savaş” mülkiyet yapılarına müdahale boyutuna dek vardı.

BÜLENT ÇAPLI

Dördüncü kuvvet ba­sın, yazılı çağında kalıcı kanaatlerin oluşturul­masında tek başına o kadar da etkin değildi. İlk ezber radyo ta­rafından bozuldu, devlet-med­ya ilişkilerinde ilk kırılma onun hayatımıza girmesiyle yaşan­dı. Türkiye radyonun sesiyle 1927’de Atatürk’ün çağını aşan bir öngörüsüyle kurulan Telsiz Telefon Türk A.Ş.’nin yayıncı­lığa başlamasıyla tanıştı. Bu bir devlet teşebbüsü değil, 10 yıllık imtiyaza sahip özerk bir kuru­luştu. Böylece Türkiye gelişmiş ülkelerle aynı zamanda yakala­dı radyonun yükseliş dönemi­ni. Halk okuryazar olmayı ve her gün para ödemeyi gerektirme­yen, üstelik kullanırken başka işler yapma özgürlüğü tanıyan elektronik medyanın bu “ilk sü­rüm”ünü sevmişti.

Fakat radyonun “özgür” gün­leri fazla uzun sürmedi. 1937’ye gelindiğinde radyo, devletin se­sine dönüştürüldü. Millî Şef dö­neminde “devletin ağzı, milletin kulağı” olarak anıldı. Ispat kanu­nu gibi uygulamalarla yazılı bası­na boğucu bir baskının uygulan­dığı Demokrat Parti döneminde ise -özellikle 58’den sonra- radyo tam bir politik propaganda aracı haline getirildi. Partinin yandaş­larını politize etme amacıyla ku­rulan Vatan Cephesi’ne katılan­ların isimlerinin saatlerce yayın­lanması, iktidar destekçilerini bile bıktırdı.

İlk televizyon denemesi TRT’nin 1964’te kurulmasından önce İstanbul Teknik Üniversitesi Televizyonu, deneme yayınlarıyla Türkiye’nin ilk kez ekranla tanışmasını sağlamıştı.

1960 askerî müdahalesinin ardından esen özgürlük rüzga­rıyla yayıncılık faaliyetinin an­cak “özel, özgür ve özerk” bir kurum tarafından hayata geçi­rilebileceği gerçeği ortaya çıktı. Böylece 1964’te TRT kuruldu. Devletin medya algısı bağımsız­lık lehine bir kere daha değiş­mişti. İTÜ’nün ayrı bir başlık altında ele alınmayı hak eden ye­rel-deneysel televizyon yayıncı­lığını dışarıda tutarsak, Türki­ye TRT’nin ilk dört yılı boyun­ca televizyonculuk konusunda tuhaf bir körleşme yaşadı. Oysa, Amerika’da televizyon patlamış, görsel iletişimin altın çağı başla­mıştı. Türkiye radyoda yakalayıp sonradan boşa harcadığı fırsatı televizyonda daha baştan kaçı­rıyordu.

Ama TRT ismindeki ikinci T’yi 1968’de hatırladı ve Türki­ye televizyon yayıncılığı konu­sunda 1971’e kadar sıradışı bir üç yıl geçirdi. Tarafsız yayıncı­lık anlayışıyla hazırlanan belge­seller, eğitici yapımlar, tartışma programları ekranlara alışılma­dık bir özgürlük havası getirdi. 12 Mart 1971 muhtırasına kadar devam eden bu “devr-i saadet” 1972’deki anayasa değişikliğin­de TRT’nin özerkliğini kaldıran 133. Madde’yle son buldu.

Devletin medya ile yaptığı yeni “mesafe ayarlaması”nın gü­nümüze kadar devam eden so­nucu, TRT’nin devlet yayıncısı algısından kurtulamaması oldu. TRT işini “devlet ciddiyeti”yle yaparken siyasal iletişimde ka­tılımcılık, çokseslilik, tarafsızlık derslerinden hep sınıfta kaldı. Devlet-medya ilişkilerinde yeni bir kırılmanın yaşanacağı 1991 yılına kadar bu durum böyle de­vam etti.

Kırılma, özel televizyonların baskısıyla geldi. Önce ilerde Star adını alacak Magic Box Alman­ya’dan, ardından Show TV Fran­sa’dan, Kanal 6 ise İngiltere’den yayına başladı ve ezberler bir kez daha bozuldu. Türkiye’de ne devletin ne milletin alışık olduğu sıradışı içerikler, şaşırtıcı üslup­lar, afallatıcı formatlar ekranla­rın “korsan konuk”ları oldular. Televizyon kanallarına özel rad­yolar katılmakta gecikmedi.

1993’te yurtdışı frekanslarını kullanarak yayın yapan özel rad­yolar Çiller hükümeti tarafından kapatılınca geniş çaplı protes­to eylemleri başladı. Taksilere, toplu taşıma araçlarına, evle­re, işyerlerine siyah kurdeleler bağlayan halk, özel radyoların kapatılmasını ülke çapında yan­kı uyandıran kitlesel bir eyleme dönüştürmeyi başardı. “Radyo­mu istiyorum!”, “Siyah Kurdele”, “Konuşan Türkiye!” isimleriyle anılan toplumsal eylemler ikti­darı geri adım atmaya mecbur bıraktı.

Köylere televizyon kampanyası TRT’nin köylere televizyon kampanyası kapsamında 22 Ağustos 1972’de hak sahiplerine TV cihazları teslim ediliyor (üstte). Televizyon öncesi, radyo ise özellikle Demokrat Parti döneminde 1958 sonrası, politik propaganda aracı olarak kullanılıyordu (altta).

Avrupa’da daha önceleri ger­çekleşen bir gelişme 90’lardan itibaren Türkiye’de de yaşanma­ya başladı. O güne kadar basın dışı sektörlerde sermaye biriki­mi yapan işadamları, ilgilerini medyaya yöneltti. El değiştiren gazeteler, radyolar, televizyon­lar; inşaat şirketleri ve finans kuruluşlarıyla birlikte holding­lerin çatıları altında toplandı. Artık çok katmanlı mülkiyet ya­pıları içerisinde yer alan medya, showroom ve vitrinlerini yani özellikle televizyonlarını kısmen de gazetelerini siyasal iktidar­la pazarlık kozu olarak kullandı. Devletin ekonomide büyük ağır­lığı vardı; devir ihaleler, teşvik­ler devriydi. Siyasal iletişimin ağır topları olan yüksek “rating”li kanallar­la pazarlığa oturmak siyasal iktidarların da işine geldi. Üstelik “frekans tahsis ihaleleri” mevzuatını da düzenleyen 1994 yasası, elektronik medyayı “sağ­duyuya davet etme” konusunda hükümetlerin elini iyiden iyiye güçlendirmişti. Artık iktidar­ların damak zevkine uygun ya­yınları servis etmeyen kanallar, oyunun dışında kalma tehdidi altındaydılar.

Bu sorun halihazırda da Tür­kiye’nin elinde pimi çekilmiş bir elbombası gibi duruyor. Dev­let-medya ilişkisindeki nihai kı­rılma, muhtemelen bu bomba­nın sosyal medya denen yeni ak­törün “kışkırtmaları” sonucunda patlamasıyla yaşanacak ve belki de bir süre veya yıllar sonra yine bir tarih dergisine başka bir ma­kale konusu olacak.

Bülent Çaplı’yla NTV Tarih’in Temmuz 2013 tarihli yayımlanmayan son Gezi sayısı için yaptığımız söyleşiden derlenmiştir.