Yalan söylememek yazı düzleminde erdem midir? Doğru(yu) söylemek ne kadar mümkündür? İyi yazılmış bir yalanı kötü yazılmış bir doğruya yeğlerim… Ancak bu da imbikle çalışmayı, damlaları özenle indirmeyi, seçmeyi, ayırmayı, alıkoymayı, esirgemeyi, örtbas etmeyi değil de tülbent kullanmayı, başkalarını olabildiğince çiğnememeyi, kasırgalardan ve sellerden geçmeyi gerektirir.
Hayatını bir roman gibi yaşamamış olsa bile, kimileri “hayatımı yazsam roman olur” düşüncesine kapılıyor; bir yaşa gelmiş ve iş yaşamından çekilmişlerse sıra yazmaya geliyor; yazarken de kendilerini enikonu kayırdıkları, gerçekte sıradan bir ömürden “başarı hikâyesi” peydahlamaya çabaladıkları görülüyor.
İnanmak ve inandırmak isteği belki inanmalarını sağlıyordur; buna karşılık inandırdıklarını söylemek oldukça güç -çünkü sonuçta yazdıkları “roman”a ancak kendilerini tanımış kişiler göz atacaktır! Bir yazar arkadaşım, ortak bir tanıdığımızın kaleminden çıkma, kendi olanaklarıyla bastırdığı “hayatım roman”ı hızla katetmiş, bire bin katmış olmasına karşın “kime ne senin hayatından?” sorusuna dayanmıştı. Bense o gereksinmeyi anlıyorum: Herkesin hakkı kendi hayat serüvenini önemsemek. Ama yazmak, doğrula(t) mak, göstermek şart mı bunu? Soruyorum.
Geçen yüzyılda başlayan, gitgide yaygınlaşan bir bilanço çıkarma anlayışı diyebiliriz sanırım. Klasik örnekler yok değildir arkada: Augustinus’dan Petrarca’ya, Loyola’dan Stendhal’e sımsıkı metinler. Modernleri onlar ve benzerleri hazırlamıştır. Yazınsal yaşamöyküye nicedir özerk bir tür olarak bakılıyordu; üstüne “autofiction” devreye girdi, ama “hayatım roman” yazarlara özgü bir eğilim değil kesinkes: Devlet adamından popüler figürlere herkes sivriltiyor kalemini.

“Sıradan bir ömürden başarı hikayesi çıkarma” çabasını küçümserken, akla gelmiyor mu: Kim, neden, “cilalamadan” sözetsin yaşamından? Dürrenmatt’ın Stoffe’sine döndüm ya, metin -şöyle başlıyor:
“Kendi yaşamını anlatmak: Evrensel boyutta denenen, yeniden başlanan girişim. Benim gözümde anlaşılır, ancak gerçekleştirilemez girişim. Ne kadar yaşlanılırsa o kadar bilanço çıkarma isteği kabarıyor. Ölüm yaklaşıyor, yaşam uçup gidiyor; uçup gittiği için ona biçim vermek isteniyor; biçim verirken sahteleştiriliyor. Adına yaşamöykü dediğimiz bu yanıltıcı bilançolar böyle tesis ediliyor. Bunlar bazen büyük yazın yapıtlarıdır -dünya edebiyatı gösteriyor tabloyu- ama bu kıymetli akçeyi çoğu zaman ve ne yazık ki sahih akçe görme yanılgısına düşüyoruz”.
Bu nedenle yaşamöyküsünü yazmaktansa “konu”larının öyküsünü yazmaya soyunacağını söyler ve kitabını gerçekten de öyle çatar. Gene de kendi yaşamı aradan görünmektedir!
Yazdıklarından kendisini bütünüyle sakınmış yazar azdır. Ama doğrudan, ama dolantılı biçimde yazıya yansır yaşamsal kesitler. Dürrenmatt’ın üzerinde durduğu “biçim verme” tanısıyla benim “cilalama”, kendini kayırma saptamalarım çakışıyor aslında. Konu sahte-sahih kutuplaşmasına dayandığında durum çetrefilleşiyor; başka bir kutupsallığı işin içine katarak: Gerçek-Doğru versus Yalan-Yanlış. Temel felsefi çatışkının ekseni. Filozofların yaşamöyküsü yazmaya yanaşmadıkları söylenebilir; yeni kuşaklar bu geleneği bozacak sanırım: Barbara Cassin’in bu sene yayımlanan Le bonheur, sa dent douce à la mort yaşamöykü denemesinin motor kavramı: Yalan-sık sahip çıkıldığına tanık olmadığımızı belirtmeliyiz. Bir “kavga sanatı” olarak tanımlıyor onu Cassin; Aristoteles’in Homeros’un insana adam gibi yalan söylemeyi öğrettiğini aktardıktan sonra hükmünü veriyor: “Yalan söylemeyi bilmek” şart. Kendi yaşamından canalıcı anekdotlarla doğruluyor ne denli yalana başvurmak gerektiğini: Katolik annesinin, Yahudi babasını soruşturmak için kapıya dayanan Almanlara “bir Yahudiyle evlenmek mi, asla!” diye çıkışmasının işe yaraması şaşırtıcı olsa da, şık örnek. Daha sevimli anekdot, henüz yürümeye başlamamış oğlu radyatöre tutunmuş ayakta durmaya çalışadursun, Barbara yanından geçerken “çok pis kokuyorsun, altına yapmışsın” dediğinde, “hayır anne” demiş çocuk, sonra da karşısındaki boy aynasındaki suretine dönüp “yalancı!” diye bağırmış. Yalan söyleme güdüsünün insan doğasında varolduğunu ileri sürüyor belki de.

Cassin’in yaşamöykü kitabıyla aynı anda çıkan Yoga, Emmanuel Carrère’in “roman”ı. Tırnak içine alıyorum, çünkü kurmaca cephesi sınırlı (ve ikinci kişileri koruma adına) bir ‘olsa olsa’ özkurmaca bu. Edebiyatı “yalan söylenmeyen yer” sayıyormuş Carrère; bana çaresizce ileri sürülmüş, anlamsız olmasa bile olanaksız bir sav gibi göründü bu. Yoga hakkında “yazdıklarım Nergizcil ve beyhude belki, ama yalan söylemiyorum” demiş olmasını da açıkçası mesafeyle karşılıyorum. İçtenlik, yazınsal ölçüt müdür? Yalan söylememek yazı düzleminde erdem midir? Dahası: Doğru(yu) söylemek ne kadar mümkündür?
Yaşamöyküsü ya da özkurmaca, Greimas’ın kuramsal çatısına oturttuğu “doğruluk antlaşması” çerçevesinde, bence, yalnızca gerçeksilik açısından önem taşır: İyi yazılmış bir yalanı kötü yazılmış bir doğruya yeğlerim. Doğal olarak ‘iyi yazılmış’ı tanımlamak zorlu bir iş. Kişinin geçmiş zamanında dolaşmaya çıkması içini dökeceği anlamına gelmez; içini dışına dökeceği anlamına hiç. İmbikle çalışmak, damlaları özenle indirmek; seçmeyi, ayırmayı, alıkoymayı, esirgemeyi, örtbas etmeyi değil de tülbent kullanmayı, başkalarını olabildiğince çiğnememeyi, kasırgalardan ve sellerden geçmeyi gerektirir. Düpedüz historiografi/tarihyazımı kapsamına sokulmalı kişi tarihi, ama içindeki özneyi ‘ayraca’ (epokhe) almak kaydıyla.