Küba Devrimine duyulan sempatinin nedeni komünizmin inşası değil, bu küçük ülkenin liderinin dünya jandarması ABD’ye kafa tutmasıydı. Castro, sağlık, eğitim, sosyal eşitlik konularında mucize, Sovyet yörüngesinde Çekoslavakya ve Afganistan işgallerini destekleyerek hayalkırıklığı yaratmıştı.
Yüzlerce suikast girişimini atlatıp, elli yıl dünya siyaset sahnesinin önündeki yerini koruyan Fidel Castro, 25 Kasım 2016’da 90 yaşında öldü. Suçlamalar veya düzülen övgülerin ötesinde hiç şüphesiz Üçüncü Dünya’nın sayılı önderlerinden biriydi.
Bir şeker kamışı plantasyonu olan büyük toprak sahibi bir ailenin çocuğu olarak en iyi öğretim kurumlarından sonra 1945’te Havana Üniversitesinde hukuk okuyan Fidel Castro, öğrencilik yıllarında komşu ülkelerdeki özgürlük hareketlerini yakından izledi. 1947’de Dominik Cumhuriyeti’nde diktatörlüğe karşı çıkarken, 1948’de Kolombiya başkentindeki ayaklanmaya katıldı. Küba’da ilerici ve demokratik reformları savunan Ortodoxo partisine girdi. Bu partinin gençlik örgütündeki insanları, gelecekteki mücadelesine katacaktı. Adadaki yolsuzluklara karşı çıkan Castro, bu dönemde komünizme karşı tutum almıştı.
1952’de bir hükümet darbesi yapan emekli general Batista’ya karşı 1953’de Moncado kışlasına başarısız bir silahlı baskın düzenledi. Tutuklandı, ama iki yıl sonra serbest bırakıldı.
Geleneksel siyasal partilerin çöktüğü bir dönemde Fidel Castro, Meksika’dan ünlü Granma teknesiyle hareketle, beraberindeki 81 kişiyle birlikte anayurduna çıktı. İki yıl sonra başarıya ulaşacak olan silahlı mücadelesi başlamıştı. Gösteriler, ayaklanmacı genel grev, kitle hareketiyle gerilla mücadelesini bütünleştiren bir stratejinin uygulayıcısı olarak Fidel Castro; o güne kadar bilinen modellerin dışında, esas olarak ulusal egemenliği sağlamaya yönelik bir hareketin lideri olarak öne çıkıyordu.
Küba Devrimi hem ABD hem Rusya için beklenmedik bir gelişme oldu. Latin Amerika’yı baştan aşağıya sarsan bu olay, diktatörlüklere karşı mücadele eden muhalefet hareketlerini umutlandırdı ve geleneksel mücadele yöntemlerinin dışında Küba modelini örnek alan hareketlerin oluşumuna yol açtı. O güne kadar dünya sosyalist hareketindeki Rusya ve Çin gibi iki merkezin gündelik politikalarının dışında, Kastrizm adı verilen radikal çözüm stratejileri ortaya çıkmış oldu.
Devrimin aldığı siyasal yöneliş ABD’yi hemen harekete geçirdi ve dünyanın en büyük gücü, burnunun dibindeki on milyonluk bir ülkedeki devrimi çökertmek için 1961’de Domuzlar Körfezi çıkarmasını gerçekleştirdi. Bu harekatın yenilgiye uğratılması, ABD’nin askerî olarak Castro’yu dize getirememesi, Küba Devrimi’ne büyük bir özgüven kazandırdı ve sonuçta ülke, 1962’den bugüne kadar devam eden ağır bir ekonomik ambargoya mâruz bırakıldı.
50’li yılların dünya hallerini anlamadan Castro’yu tarihselleştirmek fazlasıyla yüzeysel olacaktır. Küba Devrimi, ABD’nin Latin Amerika’yı arka bahçesi gibi kullandığı 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde ve Rusya’nın bilgisi, desteği dışında gerçekleşti. Toplumsal adalet ve ulusal egemenlik bayrağıyla Batista diktatörlüğüne son verilirken, ABD ve Rusya’nın nüfuz alanlarında olmayan bir Üçüncü Dünya hareketi şekilleniyordu. Küba Devrimi bu Üçüncü Dünya hareketinin merkezinde yer aldı. OSPAAAL’in (Afrika, Asya, Latin Amerika Halkları arasında Dayanışma Örgütü) kurucusu oldu, 1966’de Tricontinentale (Üç Kıta-Asya, Afrika ve Latin Amerika) konferansına evsahipliği yaptı, 1979’da Bağlantısızlar hareketinin başkanlığına getirildi. Gine’den Amilcar Cabral, Fas’tan Mehdi Ben Barka gibi Üçüncü Dünya’nın ünlü simalarıyla emperyalizme karşı ittifaklar kurdu.
Ancak Üçüncü Dünya’da Küba Devrimi’ne duyulan sempatinin kaynağı bu ülkede komünizmin inşa edilmesiyle ilgili değildi; bu küçük ülkenin dünyanın jandarması ABD’ye kafa tutmasıydı. Küba, askerî harekatlara, suikastlere, kampanyalara ve ağır ekonomik ambargoya rağmen ayakta kalmanın ötesinde, bir dizi ülkeye verdiği destekle de öne çıktı.
Dış politikada büyük soru işaretler
Ancak Küba’nın dışpolitikası, ABD’ye karşı müttefik edindiği Rusya’nın tavrına göre şekillendi. Örneğin Küba 1970’li yıllarda Afrika ile yakından ilgilendi ve Angola ile Güney Afrika’nın apartheid politikasına karşı durdu. Ancak Soğuk Savaş’ta Rusya’dan yana tutum alan Etyopya’daki kanlı bir diktatörlüğü destekledi. Fidel Castro, 20. yüzyıla damgasını vuran iki büyük, kritik toplumsal hadisede de Moskova’nın yanında yer aldı. 1968 Çekoslavakya olayları sorasında Rus tanklarının Prag’ı işgal etmesini ve tam da Bağlantısızlar hareketi başkanlığında bulunurken Rusya’nın 1979 sonunda Afganistan’ı işgalini destekledi.
“Hikmeti hükümet” gereği Meksika’nn tek parti yönetimiyle iyi ilişkiler içinde olduğu gibi, Franco İspanyası’yla da arası hiç fena değildi.
ABD’nin Vietnam savaşını kızıştırdığı 1965 ve ardından gelen Çin’deki Proleter Kültür Devrimi ile Küba ilk cazibesini kaybetmeye başladı ve 1970’li yıllarda Sovyet modeline doğru evrilmesiyle, devrimci bir merkez olarak eski parlaklığını yitirdi.
Küba Devrimi’nin uluslararası yankısı ise, devrimin hikayesinden ziyade, doğal kaynakları pek olmayan küçük bir ülkede toplumsal alandaki başarıdandı. Sağlık ve eğitim gibi evrensel kamu hizmetlerinin yaygın ve parasız olarak sunulmasının, barınma sorunlarının eşitlikçi bir biçimde ele alınmasının yanısıra, komşu kıtanın kuzeyinde ve güneyinde ciddi bir insan hakları sorunu olan ırkçılığa varan ayrımcılığa son verilmesi gibi kazanımlar, Küba’nın dikkatleri çekmesine neden oluyordu.
Küba toplumunda ayrımcılık olmaması sayesinde, genellikle adanın doğusunda yaşayan kırsal kökenlilerle, siyahi kökenli ailelerden en yoksul vatandaşlar için olağanüstü bir toplumsal hareketlilik imkanı doğmuştu. Fidel Castro’nun toplumsal meşruiyetinin ardında, özellikle bu kesimlerin büyük desteği vardı. Her ne kadar son yirmi yılda toplumsal eşitsizlikler yeniden belirmişse de, Küba, Latin Amerika’nın diğer ülkeleriyle kıyaslanmayacak bir konumdadır. Ayrıca Fidel Castro, Küba kültürüne siyahların katkısını her zaman öne çıkardı. Sürgündeki Kara Panterleri kabulü, Harlem’i ziyareti, Muhammed Ali, Malcolm X ve Harry Belafonte gibi insanlarla buluşması, bu konudaki samimiyetini gösterdi.
Küba, toplumsal alandaki başarılarını ekonomik ve siyasal alanda gösteremedi. ABD gibi bir ülkenin ambargosu altında ekonomik anlamda başarılı olmak pek kolay değilse de, yönetimin yaptığı hatalar bununla açıklanamaz. Örneğin Ernesto Guevara (namı diğer Che) 60’lı yıllarda sanayi bakanı iken dışa bağımlılığı azaltmak ve yetersiz gıda üretimine son vermek için ekonomide çeşitlendirme amacındayken, Fidel Castro Sovyetler’le bir tür işbölümüne girerek şeker kamışı ihracatında yoğunlaşmayı tercih etmişti (Petrole karşı şeker).
ABD ambargosu ve tehdidi altında kalan küçük ve yoksul bir ülkedeki beklenmedik devrimin toplumsal ve ekonomik bilançosu pek parlak değildir. Ancak böyle bir ülkenin biyoteknoloji ve ilaç üretiminde yüksek teknoloji kulübüne girmesini sağlayan eğitim ve araştırma düzeyi, kendine benzer ülkeler bir yana kendinden çok daha zengin ülkelerle bile kıyaslanmaz düzeyde yüksektir.
15 bin ‘vatan haini’
Yine ABD’nin baskısıyla açıklanamayacak olan siyasal demokrasi eksikliği, Küba’nın sosyalizm iddiasındaki en zayıf noktayı oluşturagelmiştir. Rosa Luxemburg’un dediği üzere “özgürlük daima başka türlü düşünenlerin özgürlüğü”yse Küba’nın sicili bu konuda pek parlak değildir. Tek parti yönetimi altında ağır sansürün varlığı bir yana, Fidel Castro’nun da 2006’da kabul ettiği üzere, ülkede bir dönem 15 bin siyasal mahkum bulunuyordu. Bunların hepsinin “vatan haini” olduğunu iddia etmek kolay değildir.
Fidel Castro her ne kadar Kastrizm diye anılan ve Küba Devrimi modeliyle özdeşleşen bir akıma adını vermiş olsa da, bir marksist düşünür olarak belirmemiştir. 20. yüzyılın bütün sosyalist devrimleri, hatta başarısız olanları da mutlaka kuramsal bir önderle anılsa da, Küba bir istisnadır. Hatta Küba Devrimi’ne bu anlamda tarihsel bir ifade, uluslararası bir derinlik kazandıran kişinin, Castro’dan çok daha fazla kuramla haşır neşir olan Ernesto Che Guevera olduğu yaygın bir kanıdır.
Küba, Fidel’den sonra kritik bir kavşakta bulunuyor. Ülke tek parti yönetiminde, Çin-Vietnam modeline benzer bir devlet kapitalizmine yönelecek mi?
Beklenmedik bir gelişme olmadığı takdirde Castro’nun kardeşi Raul 2018’de çekilecek ve artık devrimi yaşamamış bir kuşak yönetime gelecektir. Meşruiyetini devrimden alan rejim, gençliğin itibar edeceği yeni bir meşruiyet bulabilecek mi? Tarih devam ediyor.