Kasım
sayımız çıktı

Her şey biriktirmekle başladı

Merak, ihtiyaç, daha rahat bir yaşam, hırs, iktidar, güç, ölümsüzlük arayışı… İnsan binlerce yıldır bunlar ve benzeri nedenlerle attığı adımlarla, gezegendeki pek çok canlı türüyle birlikte kendi türünü de tehlikeye attı, atmaya devam ediyor.

OYA AYMAN

Artık biliyoruz! Doğadaki işleyişi bozan tek canlı türü insan ve gezegendeki yaşamı sona erdirebilecek ayak izlerimiz giderek derinleşiyor. 1850 yılından, yani sanayi öncesi dönemden günümüze kadar sıcaklık yaklaşık 0,9 derece arttı ve insan faaliyetlerinin neden olduğu bu artışın 0,6 derecelik kısmı, son 65 yılda gerçekleşti. Giderek artan tahribat ve kirliliğin nedeni, sanayileşme ve kentleşme olarak gösterilse de, derin ayak izlerini küçültmenin yolu, türümüzün gezegende ilk izlerini bıraktığı zamanlardan bugüne kadar geçen tarihsel süreçte, doğayla kurduğu ilişkinin nasıl değiştiğini anlamaktan geçiyor olabilir.

Gezegenimizin 4,5 milyarlık tarihinde, modern insanın atasının bilinen ilk fosilleri yaklaşık 2,4 milyon yıl öncesine uzanıyor. Milyonlarca yıl avlanan, bitki tohumları, yapraklar, kök ve meyve toplayarak türünü sürdüren insanın ayak izleri, ateşi bulmasıyla belirginleşmeye başladı. Ateşin keşfi, neslini sürdürebilmesi için önemli bir eşik olsa da, bu keşif, doğada insan eliyle gerçekleşen belki de ilk tahribat olan, orman yangınlarına neden oldu. Yangınlar ormanları tahrip etti ama insan nüfusunun az olması ve göçebe yaşamı, doğanın kendisini onarabilmesine olanak tanıdı. Gezegeni asıl değiştiren süreç, insanın yabani tohumlardan gıdasını yetiştirmeyi keşfetmesiyle başladı. Tarihçi Clive Ponting, ilk tarım uygulamalarına, MÖ 15.000 yılında, Verimli Hilal olarak adlandırılan kuzey Mezopotamya’da rastlandığını ve tarıma geçişte en kabul gören tezlerden birinin, artan nüfusun çevre üzerine getirdiği baskı olduğunu belirtiyor. İnsanın Anadolu’nun güneydoğusunu da içine alan Verimli Hilal’in bereketli topraklarına attığı tohumlar, aynı zamanda gezegendeki yaşamı tehdit edecek boyutlara varan değişimlerin de tohumlarıydı.

Antik Mısır’da av İnsanın binlerce yıl temel faaliyetlerinden biri olan avcılık tarım toplumuna geçildikten sonra da sürdü. Sol sayfadaki duvar resminde, M.Ö. 1350’li yıllarda balık ve kuşlarla dolu sazlıkta kuş avlayan Mısırlı bir avcı tasvir ediliyor. Üstteki resimde de sopalarla kuş avlayan Mısırlı avcılar var.

Alet kullanmak ve ateş yakabilmek dışında, insanı diğer canlılardan ayıran bir özelliği daha vardı artık: Biriktirmek. Bu özellik, doymak bilmeyen iştahını öyle kamçılıyordu ki, biriktirmeye başladığı andan itibaren yetinmeyi de bıraktı ve daha fazlasını istemeye başladı. Bir yandan avlanıp toplarken diğer yandan da ekip biçtiği yerlerde yerleşik topluluklar kurdu. Artık av peşinde koştuğu riskli günler geride kalmıştı. Daha fazla ürün ve yerleşik yaşam nüfusun artmasına neden oldu. Tarım devrimi öncesinde dört milyon olduğu tahmin edilen insan nüfusunun, MÖ 1000 yılında 50 milyona, MS 200 yılında 200 milyona yükseldiği sanılıyor. Günümüzde yedi milyara ulaştı.

İnsan, tarımla birlikte doğanın verdiğinden daha fazlasını aldı, sahip oldu, alışveriş yapmayı öğrendi. Ve ticaret doğdu. Bitkiler ve hayvanlar da insanlarla birlikte doğal hareketlerinin dışında yer değiştirmeye başladı.

İnsan, ilk dönemlerde mağara duvarlarına yaptığı resimlerde, çoğunlukla doğayı tanrılaştırıyordu. Günümüzden yaklaşık 12 bin yıl önceye tarihlenen Göbeklitepe’nin insan biçimli dikilitaşlarında yer alan boğa, yaban domuzu, yılan ve akbaba gibi hayvan motifleri, insanın doğa karşısında kendisini tanrılaştırma serüveninin, avcı toplayıcı dönemlere dayandığını gösteriyor. O dönemlerde yaşamın sürdürebilmesi doğayı çok iyi gözlemlemeye bağlıydı. Doğal döngüler izlenerek ürün yetiştiriliyor, hayvanları evcilleştiriliyor, yaşamı doğanın ritmine göre şekillendiriliyordu.

Tarımla birlikte ticareti de öğrenen insan İnsan, tarımla birlikte doğanın verdiğinden daha fazlasını aldı, sahip oldu, alışveriş yapmayı öğrendi ve ticaret doğdu. Fransa’da bulunan, Roma döneminden kalma sütunda meyve pazarı ve toprağı işleyen iki köylü tasvir ediliyor.

Antik dönemde Anadolu’da yaşayan insanlar, kadının doğurganlığı ile doğanın üretkenliğini özdeşleştiriyordu. Doğurganlığı, dolayısıyla yaşamın sürekliliğini temsil eden anatanrıça aynı zamanda bereketin de simgesiydi. Sunduğu bereketle doğanın insanı besleyip türünü sürdürmesini sağlıyordu. Hititlerdeki Kubaba, Friglerdeki Kybele, kökenini, Anadolu’nun bilinen en eski yerleşimlerinden olan Çatalhöyük’teki anatanrıça kabartma ve heykelciklerinden alıyordu. Doğal varlıkların tanrılaştırıldığı Anadolu coğrafyası sadece gökyüzü ve yeryüzünün değil, dağın, güneşin, ayın, rüzgarın, fırtına gibi pek çok doğa olayının da tanrılaştırıldığı bir coğrafyaydı. Dağ, taş, ağaçlar, nehirler yaşayan varlıklardı. Boğa, aslan, leopar gibi hayvanlara kutsallık atfeden antikçağ insanı, hayvanların ruhuna da saygı duyuyor ve onlardan izin alarak avlanıyordu. Doğal varlıklara ya da yaban hayatına saygısızlık ettiklerinde kıtlık, sel, deprem gibi felaketlerle cezalandırıldıklarına inanıyorlardı. Ancak tanrıların gazabı, ormanları yok etmelerini ve toprak anayı yormalarını engellemedi. Nüfusu giderek arttı ve iflah olmaz iştahı pek çok uygarlığın sonunu getirdi.

Çiftçi ve saban İnsanlar tarım toplumuna geçtikten sonra hayvanları da tarımsal üretim için kullanmaya başladı. Mısır’daki antik Teb kentinde bulunan duvar resminde saban süren bir çiftçi görülüyor.

Doğayı, yönetebileceği bir alan olarak görmeye başlayan insan için, doğal ”varlık”lar artık birer ”kaynak”tı. Tarıma dayalı Neolitik toplumların, gelişmiş örneklerinden biri olan ve günümüzden 5500 yıl öncesinden itibaren Mezopotamya’da ortaya çıkan Sümer İmparatorluğu’nun yok oluşunda da suyun ve toprağın kendini yenileyemeyecek denli tüketilmesinin önemli payı vardı. Sümerlerin yazıyı keşfi, besin fazlasını toplama, depolama ve dağıtma sürecindeki karmaşık işlemleri kaydetmelerini sağladı. Bu durum, merkezi denetimin artmasında ve tarım faaliyetlerinin yoğunlaşmasında belirleyici oldu. Kentlerin ve orduların beslenmesi için bataklıkları kuruttular; kanallar, barajlar ve bentlerle topraklarını suladılar ama aşırı sulama toprakta tuzlanmaya neden oldu. Tuz oranı o kadar yükseldi ki, buğday ekimi durdu. Öyle ki, MÖ 2000’den kalma belgelerde ”toprağın beyaza dönüştüğü” yazıyor. Ürünün, İlk Hanedan dönemindeki miktarın üçte bire indiği 1500 yılda Sümer’in tarımsal temelleri çökmüş, Mezopotamya toplumu az nüfuslu yoksul bir imparatorluk kalıntısına dönüşmüştü.

Sümer’deki ilk kentlerden birinin kazılarında görev yapan Leonard Woolley, o dönem güney Mezopotamya’nın büyük ölçüde ağaçsız ve ıssız manzarasından şaşkınlığa düştüğünü anlatıyor: “Geçmişle gelecek arasındaki zıtlık öylesine büyük ki… Bu ıssız yerde bir zamanlar çiçekler açtığını, bu harabenin canlı bir dünyayı besleyecek meyveler verdiğini düşünmek çok zor…” (Kaynak: Dünyanın Yeşil Tarihi. Clive Ponting)

Doğal varlıklar üzerindeki benzer baskılar, Anadolu’da hüküm süren antik dönem uygarlıklarında da yaşandı. Gerek madenleri eritmek üzere yakılan fırınlarda, gerekse gemilerde, yapılarda
ve mobilyalarda kullanmak üzere sürekli ağaç kesimleri yapıldı. Tarım alanı açmak; barınak, tapınak ve gemi yapımı, ısınma ve aşırı otlatma gibi nedenler ormanların yok olmasına neden oldu.

Yunan filozofu Platon’un Kritias’ta yazdıkları, antikçağda insanın neden olduğu doğa tahribatı hakkında fikir veriyor: ”…Elinizde hastalıkla tükenmiş bir bedenin iskeletine benzer birşey var; bereketli, yumuşak toprak tamamen yok olmuş ve yeryüzüne yalnızca deri ve kemik kalmış… Phelleus’un kayalık vadisi zengin toprakla kaplıydı, dağlar bugün de izlerini görebileceğimiz geniş ağaçlarla doluydu. Bugün yalnızca arıları besleyebilen dağlar kısa süre öncesine kadar, kesildiklerinde çatıları bugün bile ayakta olan dev binalara çatı kirişi sağlayan ağaçlara sahipti…”

Daha fazla maden daha fazla tahribat Madenciliği binlerce yıl önce keşfeden insan, teknoloji geliştikçe daha fazla yeraltı kaynağı buldu ve her yeni maden doğanın biraz daha tahrip edilmesinin önünü açtı. Kaliforniya’da tahminen1754 yılında faaliyet gösteren bir altın madeni (üstte). 1747 tarihli gravürde altın ve gümüş cevherini işleyenler görülüyor (altta)

Cennetten kovulan insan

İnsanın toprağı işleyip, doğanın üzerinde hakim olma isteği sonucunda sorunlarla karşılaşması, yaradılış efsanelerinde de geçiyor. Bugün tek tanrılı dinlere kadar ulaşan ”yaradılış”, ”sonsuz hayattan kovulma”, ”tufan” gibi kadim anlatıların bilinen kökeni Sümer mitolojisine kadar dayanıyor. Sümer mitolojisinde Emeş-Enten ve Lahar-Aştan’ın hikayesi, Eski Ahit’te sözü geçen, Habil ile Kabil’in hikayesine benzer anlatımlar içeriyor. Adem’in oğulları avcı Habil ile tarımı seçen Kabil arasındaki hüsumetin sonucunda, Kabil’in Habil’i öldürerek tarımın yaygınlaşmasına neden olmasına dair kadim hikaye, insanın avcı toplayıcılığı terk edip toprağı işleyip, doğadan verdiğinden daha fazlasını isteyerek ya da başka bir deyişle doğaya hükmetmeye çalışarak doğayı/tanrıları/tanrıyı kızdırdığı düşüncesinden kaynaklanıyor olabilir.

Ancak ne bu kadim anlatılar, ne de Frygia Kralı Midas’ın altının yenmeyeceğine dair dersler içeren efsanevi öyküsü, insanları doğal varlıklar üzerinde egemen olma ve onları yönetme isteğinden alıkoymadı. Önceleri evreni yönetmek, gök olaylarına hükmetmek, toprağa müdahale etmek, suyun akışını değiştirmek gibi güçleri, tanrının yeryüzündeki temsilcisi olduğunu iddia eden tanrı-krallar tarafından iktidar aracı olarak kullanıldı. ”Cennetten kovulan insan”, doğayla uyum içinde yaşamak yerine onu yönetmeye kalkarak ”kendi cehennemini” yaratmaya başlamıştı.

Anadolu’nun eski insanları doğal varlıklara tanrısal güç ve kutsallık atfediyordu. Tek Tanrılı dinlerle birlikte doğa artık Tanrı’nın kutsallığının bir göstergesiydi; doğanın düzeni ilahi düzenin bir parçasıydı. İslam’a göre bütün kainat; güneş, yıldızlar, nehirler, ağaçlar, çiçekler Allah tarafından yaratılmıştı. Dr. İbrahim Özdemir, İslam’ın çevreye bakışı konusunda, ”Bizler Allah’ın yeryüzündeki emanetçileri ve halifeleriyiz” diyor ve devam ediyor: ”Tabiatın ve dünyanın efendileri olmadığımız gibi, dünya da dilediğimiz gibi tasarruf yapacağımız veya yapabileceğimiz bir malımız değildir… İnsan, yeryüzünün efendisi ve hâkimi değil, mütevazi bir üyesidir,” diyor.

Ortaçağ’ın Hristiyan engizisyonlarında olduğu gibi, dinin pek çok fraksiyona bölünerek, bir iktidar aracı haline gelmesinin ardından, insanın doğaya bakışı köklü bir değişikliğe uğradı. 16 ve 17. yüzyılda Bacon ve Descartes gibi felsefeci ve bilim insanlarının, doğa ve akıl arasında bir bağ kurulabileceği fikri gelişmeye başladı. Bacon, Novum Organum adlı eserinde şöyle diyordu: “İnsan, doğanın yöneticisi ve yorumcusu olarak, doğa dü- zeni üzerindeki gözlemlerinin izin verdiği kadar eylemde bulunabilir ve nedenleri anlayabilir. Daha ötesini ne bilir, ne de bilebilir.”

Bu yaklaşım tarzı, insanın doğa üzerindeki her tür eylemini meşru kılması açısından önemliydi. Ortaçağ’dan sonra insan, doğayı matematiksel açıklamalarla anlamaya çalıştı ve keşfettiği teknolojiler ile kendisini doğa karşısında üstün ve yüce bir varlık olarak gördü. Doğa üzerinde araştırmalar yapmak, onu kullanmak ve kendi ihtiyaçlarına karşılık verecek sonuçlara ulaşmak gerekiyordu.

Ormanların yerine zeytinlik ve bağlar

Avrupa’da, tarım yapmak için geniş araziler elde etmek üzere doğal ormanların yok edilmeye başlanması onbirinci yüzyıla rastlıyor. Öyle ki, Akdeniz bölgesindeki zeytin, asma, maki bitki örtüsü ve kokulu bitkiler, aslında bu bölgenin doğal bitki örtüsü olan meşe, kayın ve sedir ağaçlarından oluşan sınırsız ormanların kesilmesiyle ortaya çıkmıştı.

Ancak bu yağmacılık, iklimleri değiştiren; binlerce hektarlık ormanları yok eden; toprağı, nehirleri, okyanusları kirleten sanayi devrimi sonrası yağmacılığıyla karşılaştırıldığında çok masum kalıyor.

O dönemlerde yönetenler ve zenginler dışındaki halk için yetinmek, hala bir erdemdi. Toprağı ekip biçen çiftçi, doğayı gözlemlemeye devam ediyor, ay takvimiyle ekip biçiyor, kesmek zorunda kaldığı ağaçların yerine yenisini dikiyor, hayvanların doğadaki hareketlerinden sonuçlar çıkarıyordu.

Anadolu’ya gelen eski göçebe Türkler de yüce dağların, ağaçların güçlü ruhları barındırdığına inanıyor, onları göktanrının yeryüzündeki varlığının göstergesi olarak kabul ediyordu. Eski Türklerin inanışına göre, ağaçların da bir ruhu vardı ve gece ormandan geçerken, onları haberdar etmek için ağaca vurulurdu (Bugün bazılarının nazar değmesin diye tahtaya vurma alışkanlığı da bu geleneğin bir devamı). Türk mitolojisinde, hayat ağacı olarak kabul edilen “evliya ağaç”, Tanrı’ya kavuşmanın yoluydu ve çoğunlukla meşe ve ardıça atfedilen kutsal ağacın küçük bir dalını bile kesmeye kimse cesaret edemezdi.

İnsanın doğaya yönelik tahribatında, tarımı benimsemesi ve yerleşik toplumları oluşturmasının ardından ikinci önemli dönüm noktası, yeni enerji kaynaklarını keşfetmesiydi. Yüzyıllardır kendi gücüyle birlikte, evcilleştirdiği hayvanların ve bitkilerin enerjisini kullanan insan, önce buharlı makineyi ardından da fosil yakıtların kullanım alanlarını keşfetti. Pandoranın kutusundan çıkan kötücül fosil yakıtlar sayesinde insan dünyanın en ücra köşelerine ulaştı. Yaşamla birlikte doğanın tahribatı da hızlandı.

Sanayinin Anadolu’ya gelmesi ise 19. yüzyıla rastlıyor. Osmanlı’nın artan borçlarıyla sanayileşmenin ilk adımları atıldı. Yüzyılın sonuna gelindiğinde, Anadolu insanı değilse de Osmanlı burjuvazisi rafine edilmiş beyaz şekerle, fabrikada dokunan kumaşlarla, kauçuk ayakkabılarla tanışmıştı. Yerel ve küçük ölçekte üreterek, büyük ölçüde kendine yeterli olabilen toplulukların, büyük sanayiyle birlikte giderek bağımlı topluluklara dönüşmesinin kapıları aralanmıştı.

Artık üretenler ve tüketenler vardı ve birbirlerinden giderek uzaklaşıyorlardı. Dokuma tezgahlarında üretilen pamuklu ve basmalar değil, fabrikalarda üretilen orlonlar ve jarseler daha cazipti. Toprak kapların yerini porselen ve kristaller alıyordu. Kerpiç, taş ve ahşap mimari ustaları betona yenik düştü. Sofralarda pekmez yerine şeker, bademli incir yerine çikolata vardı.

Bombaların hammaddesi gıda sanayiinde

Kırsalda yaşayanların doğayla ilişkisinin bozulmasında ise kent kültürünün; topraktan ve toprağa dayalı üretimden kopan, doğanın bütünü yerine insanı merkeze alan kültürün popülerleşmesinin etkisi büyüktü.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında silah sanayiinde kullanılan bombalar, dönüp dolaşıp başka bir savaşın aracı oldu: Savaş sanayiinin ortaya çıkardığı zirai ilaçlar, insanın doğayla savaşındaki kilometre taşlarından biriydi. Pek çok patlayıcının temel taşı nitrojen gübre yapımında da kullanıldı, sinir gazından böcek ilacı imal edildi. Bir zamanlar ürünler için zararlı olabilecek böcekler ve otlar ”verimlilik” adına birden bire düşman ilan edildi. Zararlı böceklerle birlikte yararlı böcek ve bakteriler de yok edildi, sentetik gübreler toprağı giderek fakirleştirdi, ambarlarda ertesi yıl için saklanan atalık tohumların yerini sadece tek seferlik verim getiren hibrit tohumlar aldı. Bombalardan doğan zirai mücadele ilaçlarının yaptığı yıkım, savaşta bombaların verdiği zarardan çok daha büyüktü. Ay takvimini kullanan; kuşların, yılanların davranışlarını toprağı ekmek, ürün toplamak için işaret belleyen Anadolu köylüsü artık çocuğunu üniversiteye gönderebilmek, karısına bulaşık makinesi alabilmek ve daha fazlası için kimyasal ilaç ve gübrelere başvuruyor. Günümüzde pestisit adı verilen zirai ilaçlar yüzünden, topraklar fakirleşiyor, biyolojikçeşitlilik yok oluyor, yılda 3 milyon çiftçi zehirleniyor, 40 bin çiftçi ölüyor.

Tahribatta yeni aşama: Sanayi Devrimi Sanayi devrimiyle birlikte insanın doğa tahribatı yepyeni bir aşamaya geçti. Kontrolsüz üretim ve hiçbir önlem alınmadan faaliyet gösteren fabrikalar, çevreye telafisi imkansız zararlar verdi.

Daha fazla tüketim

1940’lı yıllarda vida sıkanla boya yapanın tek bir arabayı oluşturduğu Fordist üretim sistemi ve izleyen yıllarda bilgi toplumuna geçişle birlikte iletişimin yaygınlaşması, ulaşımın artması küreselleşmeyi ve daha fazla tüketimi beraberinde getirdi.

İnsanın karnını doyurmak için elinde mızrakla bir hayvanı kovalamak zorunda kaldığı günler çok geride kalmıştı. İstanbul’da yaşayan bir kişi, kilometrelerce ötede üretilen enerjiyle ısınıyor ya da kilometrelerce ötede yetişen sebze ve meyveleri yiyor, kilometrelerce öteden gelen suyu içiyor. Bilgisayarını açıp istediği yemeği ısmarlayabiliyor. Doğadan uzaklaştığı için bu rahat yaşamının bedellerini de fark etmiyor. Sıcaklığını elektrik ya da fosil yakıtla konforumuza göre ayarladığımız, havayı bile geçirmeyecek denli korunaklı evlerde, koltuğa uzanmış televizyon izlerken; dışarıda fırtınalar kopuyor, leylekler göç ediyor, uzaklarda bir yerde bir vaşak öldürülüyor, otobanda karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir tilki eziliyor, iklimler değişiyor, buğdaylar susuzluktan kavruluyor, nehirler susuz kalıyor, ağaçlar çiçek açmıyor.

Küresel Ayak izi Ağı’nın hesaplamalarına göre; 1970’li yılların ortalarına kadar doğanın kendini yenileme kapasitesi içinde kalındı. Ancak o tarihten sonra insan, dünyanın kendini yenileme kapasitesinden daha fazla tüketti. WWF-Türkiye’nin verilerine göre, geçtiğimiz yıl 19 Ağustos tarihinden sonra, 2014’ün geri kalanı boyunca yaptığımız tüm faaliyetler sonucu yarattığımız kirlilik, doğa tarafından bertaraf edilemeyecek. Bu tarih 2000 yılında 1 Ekim’di. Her geçen yıl dünyanın ürettiği kaynaklardan daha fazlasını tüketiyoruz. Doğaya borçlanıyoruz.

Herşeyin ayağına gelmesini isteyen, standartlaşma ve kalite adına tek tipleşen, çeşitliliği yok eden insan, diğer doğal varlıkların karşısında bir tüketiciye/yok ediciye dönüştü.

Daha fazla tükettiren Fordist üretim 1940’lı yıllarda vida sıkanla boya yapanın tek bir arabayı oluşturduğu Fordist üretim sisteminin tüm sektörlere yayılması ve izleyen yıllarda bilgi toplumuna geçişle birlikte iletişimin yaygınlaşması, ulaşımın artması küreselleşmeyi ve daha fazla tüketimi beraberinde getirdi.

Doğa korumacı anlayış

1930’lu yıllarda Manyas ve Soğuksu gibi doğal alanların milli park ilan edilmesiyle birlikte Anadolu insanı doğanın koruma anlayışıyla tanıştı. Dışa açılma ve kalkınma politikaları, sanayileşme ve kentleşmenin doğaya yönelik tahribatını artırdı. Hatta Türkiye dünyada olduğundan çok hızlı bir kentleşme yaşadı. 1927 yılında nüfusun yüzde 75,8’i kırsalda yaşarken bugün bu oran tam tersine döndü. Dünya nüfusunun yaklaşık yarısı kentlerde yaşarken, Türkiye’de bu oran çok daha yüksek. Oysa 1927 yılında Türkiye nüfusunun sadece yüzde 24’ü kentlerde yaşıyordu. Kentleşme, daha fazla doğal alan tahribatı, daha fazla enerji, daha fazla gıda, daha fazla inşaat, kısacası daha fazla tüketim demekti.

Sadece Güneydoğu’da yaşanan olaylar değil, evleri baraj altında kalan, sazlıkları kuruyan, piyasa koşullarına ayak uyduramayıp çiftçiliği bırakan milyonlarca insan şehirlere, kasabalara göç etti.

Türkiye’de pek çok insanın TV’deki ”eskimiş çoraplarınızı atın, atamıyorsanız paspas yapın” reklamıyla tanıştığı kullan-at kültürü, daha fazla üretime, dolayısıyla daha fazla doğal varlık kaybına ve atıklardan kurtulmak için daha fazla enerji harcanmasına neden oldu.

Kentin betonları arasında gökyüzüne ve yeşile hasret kalan insanların biraz olsun nefes alabilmek adına oluşturduğu ve bacasız sanayi adını verdiği turizm geride kalan doğal alanları yutmaya başladı. 1980’li yıllarda kentlilerin tatil ihtiyacını karşılayabilmek adına başlayan turizm yatırımları, önce kıyıları, sonra ormanları ve yaylaları işgal etti.

1960’lara kadar istediğimiz kadar büyüyebileceğimizi, istediğimiz kadar kirletebileceğimizi sanıyorduk; dünya adeta kir tutmayan bir kumaştı. Ama sanayinin ürettiği deterjanlar, temizlemekten çok kirletti, saldığı duman ve atıklar hasta etti.

Çok sayıda uygarlığın iz bıraktığı Anadolu toprakları, doğa tahribatının en yoğun yaşandığı coğrafyalar arasında olmasına rağmen, toprak kültürünü yaşatıldığı yerleri de barındırıyor. Anadolu’nun köylerinde, ataları gibi toprağa bağlı yaşamı sürdüren çok az sayıda yaşlı insan hala ay takvimine göre ekip biçiyor, kırlangıç yuvalarının bozulmasını uğursuzluk sayıyor, zeytini zemheri soğuklarından sonra topluyor, toprağa iyi bakarsa toprağın da ona iyi bakacağına inanıyor.

Pek çok ekolojiste göre, Rachel Carson’ın, üretimi artırmak için kullanılan tarım ilaçlarının korkunç etkilerini anlattığı 1962 tarihli Silent Spring (Sessiz Bahar) adlı kitabıyla başlayan modern ekolojist devrim, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yankılarını buldu. Kelaynaklarla birlikte, insan ve diğer türlerin sağlığını da ciddi ölçüde tehdit eden DDT adlı tarım ilacı 80’li yıllarda yasaklandı. 80’li yılların sonunda ise Türkiye, toprağı, suyu kirleten ve canlıların sağlığını tehdit eden tarım ilaçlarına karşı doğa dostu yöntemleri savunan organik tarımla tanıştı.

Bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de hem doğa korumacı hem de daha az tüketen, doğa dostu üretimi, yerelliği ve yeterliliği temel alan büyümeyi değil küçülmeyi savunan yeni bir ekonomi anlayışı filizleniyor. Ekolojik yaşam savunucuları, bir yandan doğayla yeniden ilişki kurmaya ve atadan kalma geleneksel doğal yaşam bilgisini ve atalık tohumlarını koruyup kollamaya çabalarken, diğer yandan da ”doğa hakkı” kavramının anayasaya girmesi için uğraş veriyor.

Binlerce yılın ürünü olan üretim ve tüketim düzenlerimiz, yoksulluk ve refahın dağılımı gibi konular, doğal varlıkların kullanımıyla doğrudan ilgili. İnsanın, dünyanın kapalı bir sistem olduğu ve yol açtığı her tahribatın kendisini de etkileyeceği gerçeğiyle yüzleşmesi için artık bilimsel araştırmalara gerek yok. İklim değişikliğinin sonucunda ortaya çıkan kuraklığın susuz ve gıdasız kalmamıza ya da sanayinin yol açtığı kirliliğin sağlığa etkilerini biliyoruz.

Tarım ve fosil yakıtların keşfi, insanın doğayı tahribinde iki önemli kilometre taşıydı. İkisi de insanın yaşamını kolaylaştırdı ama insan, madalyonun diğer yüzündeki resmi yeni fark ediyor: Orada, insanın birkaç bin yıllık refahının bedelinin kendisini yok oluşa sürükleyebilecek denli ağır olduğunun işaretleri var.

Merak, ihtiyaç, daha rahat bir yaşam, hırs, iktidar, güç, ölümsüzlük arayışı… Bu ve benzeri nedenlerle attığı adımlarla, gezegendeki pek çok canlı türüyle birlikte, kendi türünü de tehlikeye atan insan, geçmişteki deneyimleri geleceğe taşır mı? Bunu sorgulamak bu yazının sınırlarını aşar ama yanıt, tarihte saklı olabilir: Anadolu’nun pek çok kadim öyküsü, haddini bilmeyen insanın yol açtığı yıkımın, dönüp dolaşıp yine onun başını yaktığını anlatır. Mitolojide, insanı cezalandırmak için onu, erkek ve kadın olarak ikiye böldüğünü söyleyen Zeus da, “Yine de hadlerini bilmez, uslu durmazlarsa, yeniden onları ikiye bölerim,” der ve devam eder: “Bu kez tek bacak üzerinde zıplaya zıplaya giderler!”