Yeni başlangıçlar, geçmişle hesaplaşma olmadan yapılamaz. Tarihin bize gösterdiği, tüm dünyada budur. Bu yalın ve çoğu zaman acı verici gerçek, kişinin kendisinden toplumun geneline yaygın şekilde kabul görmüyorsa, evet, durum pek parlak değildir. Geleceği karartan yeni günahlar genç kuşakların sırtına yüklenir; böylelikle onlar da isyankarlıkların azalmaya başladığı orta yaşlardan itibaren “ne kadar doğru işler yaptıklarını” anlatarak kırıkları yen içinde bırakır ve bu devamsızlık devam eder.
Gelenek ve görenek, eski ve yeni suçların gizlenmesi-yok sayılması için bir paravan işlevi görür. Bu arada şüphesiz doğru-düzgün işler de yapılmıştır; bunları öne çıkartarak, bunları konuşarak-yazarak diğer olumsuzlukları gömeriz. Kimilerince “insan tabiatı” sayılan bu vaziyet, bizim milletimizde de “ya herkes daha mı farklı sanki” denerek meşruiyet kazanmıştır. Özellikle sosyal denilen medyanın hayatımızı iyiden iyiye belirlediği günümüzde, “sen onu bırak esas şuna bak”larla dolu bir algı, daha doğrusu bir salgı çoğu kişinin ağzından telefon ekranlarına dökülür durur. “Her devrin kendine göre…” diye başlayan cümleler, varolan kepazeliklerimizi hoşgörmek, kabul edilebilir bulmak içindir. Tarihten, geçmişten aldığımız-alıntıladığımız laflar ve olaylar; bugünkü durumumuzu, inancımızı, dünya görüşümüzü doğrulayan bölümlerden özenle ayıklanıp seçilir.
Bu kara tablonun son 20 yılın ürünü olduğu, tabii bir yalandır. Ahlaki çöküntüyü LGBTİ+’yle, iktisadi çöküntüyü USD’nin TL paritesiyle, eğitim-adalet-sağlıktaki çöküntüyü işbilmezlikle izah etmeye çalışmak, iyice düşükleşen siyasetin, ideolojinin çaresizliğidir. Bununla birlikte 21. yüzyılın ilk 10 yılındaki iyimserlik, özellikle ülkemizdeki son kaliteli bürokratların tasfiyesiyle artan çölleşme sonucu günümüzde artık yerini genelleşen bir susuzluğa-kötümserliğe bırakmıştır. Hatta bununla da kalmamış, akıl sağlığını zorlayan karar ve uygulamalar, liyakatsizlik ve hatta neredeyse şizoid görüntüler gündelik hâle gelmiştir. Ancak bilindiği gibi ruh ve beden sağlığı sadece namaz kılarak veya pilates yaparak sağlanamayacağı gibi, çok çalışma ve üretim olmadan da durumlar düzelemez.
Ülkemiz bundan tam 100 sene önce işgal altındaydı. O dönemde, bugün de olduğu dünyanın geri kalanı da bizden daha parlak bir durumda değildi. Büyük Savaş bitmiş, İspanyol Gribi savaştan daha fazla can almıştı. Bu ülkenin insanı 1912’den beri, 10 yıldır süren bir savaşın içinde varolma mücadelesi veriyordu. Nâzım Hikmet “Kuvayı Milliye Destanı”nda şu muazzam dizeleri yazacaktır:
“… Hayır,
gelecek günler için
gökten âyet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz
vaadettik kendimize…”
Yine biz. Yine kendimiz.