Tıbbın babası sayılan Hipokrat’tan bu yana, hekimlerin hasta mahremiyetini koruması çeşitli kurallara bağlandı. Tıbbi bilgilerin korunması, bugün artık bir hekim taahhüdünden çok bir “hasta hakkı”. Ancak bu durum, kamu sağlığı ve kimi kamusal gerekçelerle değişebiliyor. Hastanelerden dizilere-filmlere ve dünyadaki uygulamalara…
Hasta mahremiyeti ilkesi, yani doktorların hastalarının sırlarını saklamaları koşulu, Hipokrat Yemini’nin yaklaşık 3 bin yıldır değişmeden kalan az sayıdaki hükmünden biri. Yemin şöyledir: “Gerek sanatımın icrası sırasında gerek sanatımın dışında insanlarla münasebette iken etrafımda olup bitenleri, görüp işittiklerimi bir sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım”.
Yeminin kökeni aslında Hipokrat’tan çok daha eskiye, MÖ 6. yüzyılın “Pisagor kardeşliği ritüeli”ne uzanıyor. Bu kardeşliğe katılan her bir üye, cemiyette yapılan matematiksel buluşları dış dünyaya açıklamayacağına dair yemin etmek zorundaydı ve bu sessizliği ihlal etmenin cezası ölümdü. Muhtemelen Hipokrat yazı koleksiyonunun en eski parçası olan yemin, hekime sadece tıbbi bilgilerin gizliliğini korumakla kalmayıp, aynı zamanda hastalarla ilgili sosyal ilişkilerde öğrenebileceği genel bilgiler konusunda da mutlak bir yükümlülük getiriyordu. Diğer taraftan, neyin gizli tutulacağına ilişkin karar, sosyal veya mesleki gelenekler çerçevesinde hekimin takdirine bırakılmıştı. Mahremiyet konusundaki takdir hakkı, yüzyıllar boyunca “bilginin açıklanması hastanın menfaatine olduğunda, yemini bozmadan hekimin kanaatine göre hareket edebileceği” şeklinde yorumlanmıştır.
Batı’da, Ortaçağ döneminde Hipokrat Yemini belli bir saygı görüyordu. 1224’te şifa uygulamalarını kanunla kontrol etme ve düzenlemede, Hipokrat Yemini hekim loncaları tarafından esas alındı. Hıristiyanlar için kabul edilebilir hâle getirmek için değiştirilmiş olmasına rağmen, doktorlara hasta hakkındaki bilgilerin gizliliğini koruma ve dedikodudan kaçınma görevlerini hatırlatıyordu. Afrikalı Konstantin, “doktorun hastalıkla ilgili gizli bilgileri kendisine saklaması gerektiğini, çünkü hastanın kimi zaman ebeveynine söylemekten utanacağı şeyleri hekime söylediğini” nakleder. 15. yüzyılda da Fransa’da bir doktorun “aldatıcı olmaması gerektiği, bir arkadaş gibi sessizliğini koruması gerektiği” söylenirdi. 16. yüzyıl İngiltere’sinde (John Securius’ın 1566’da Londra’da yayımlanan kitabında) profesyonel gizlilik gerekliliği şöyle belirtilmişti: “… ve şifa verdiklerim arasında ne görürsem veya işitirsem, insanlar arasında ne bileceksem, yakınımda tutacağım, kendi kendime sır tutacağım”.
Ancak 18. yüzyılın sonlarında ve 19. yüzyılın başlarında, hekimler ve cerrahlar kendi başlarına profesyonel olarak tanınmak için mücadele ederken, açık bir profesyonel uygulama kodu talebi önemli hale geldi. Böylece Hipokrat Yemini, Viktorya Dönemi doktorunun alameti farikası olarak benimsendi.
Edinburgh Üniversitesi tıp profesörü John Gregory, Lectures on the Duty and Qualifications of a Physician’da hekimlere, “çalıştıkları ailelerin özel hayatını bilmek için birçok fırsata sahip olduklarını” hatırlatmış, şöyle demişti: “İnsanları dünyanın onları gördüğünden çok farklı, en savunmasız hâllerinde görüyorsunuz. Kendilerinin ve ailelerin itibarı kimi zaman doktorun takdirine bağlı olabilir; bu nedenle özellikle kadınlar sözkonusu olduğunda gizlilik özellikle gereklidir”.
Mahremiyet kuralı, Kuzey Amerika’ya gelen göçmenler tarafından da sürdürüldü; Amerika Birleşik Devletleri’nde Samuel Bard, hekimlere özellikle “Şöhretinizi başka birinin itibarının harabeleri üzerine yükseltmeyin” uyarısında bulunuyordu.
Doğu’da ise mesleki gizlilik geleneği, yaklaşık 1. yüzyıla dayanan Hint geleneksel tıbbı Charaka-Samhita ve 2. ila 7. yüzyıllardan kalma Yahudi Asaph Yemini gibi diğer tıp geleneklerinde mevcuttu. Hekim Asaph’ın (Asaph Harofe) 6. yüzyılda Ortadoğu’da yaşadığı varsayılır. Asaph’s Book of Medicine’in birkaç bölümü, onun zamanından birkaç yüz yıl önce yazılmış klasik İbranice metinlere dayanıyordu. Bu kaynaklar Asaph tarafından düzenlendi, birleştirildi ve İbranice birkaç bölüm, çeviri ve yorum eklediği kapsamlı bir kitaba dahil edildi. Pagan hekimlere de atıfta bulunan kitabın Bâbil’de yazıldığı düşünülüyor.
Mahremiyet kuralının yanısıra hekimlerin Hipokrat Yemini’nin ayrıcalıkları da vardı: Yani, tedavisi olmayan bir hastalığı olan bir hastadan, bunun ölümcül doğasını gizlemek; ancak bunu aile ve yakın arkadaşlarına iletmek. Rönesans öncesi dönemde İtalyan cerrah Guillermo de Saliceto şunları söylemişti: “… Tüm vakalarda, umutsuz olsalar bile, onlara şifa sözü verin… Ancak doktorun hastalığın durumunu hastanın arkadaşları veya akrabaları ile konuşması gerekir…”.
18. yüzyılın sonlarında bu görüşler değişmeye başladı. ABD’de bir hekim-eğitimci ve hümanist olan Benjamin Rush, doktorlar tarafından söylenen veya ima edilen “yalanları” şiddetle reddediyordu: “Suç, bazı doktorların, tedavi edilemez aşamaya gelen hastalıklarda iyileşme beklemeleri için hastaları teşvik etmeleridir”.
Tıp etiğinin ilk modern kuralları, 1803’te İngiltere’de Manchester’dan Thomas Percival tarafından yayınlandı. Bu yayına bir tifüs salgını neden olmuş, Percival’in meslektaşları, ondan hekimlerin davranışlarına ilişkin bir rehber hazırlamasını istemişlerdi. Tıbbi Etik kitabı, hastanelerdeki tıbbi davranışla ilgili 3 bölümden oluşuyordu; özel veya genel uygulama, eczacılarla ilişkiler ve hukuk bilgisi gerektiren mesleki görevler. Kitapta Percival gizlilikten de bahsediyordu: “Revirin geniş koğuşlarında hastaların şikayetleri kulak misafiri olunmayacak bir ses tonuyla sorgulanmalı, gizlilik gözetilmeli; özel veya genel muayenehanedeki hekimlerce gizlilik titiz bir şekilde uygulanmalıdır”. Ayrıca doktorlar arasındaki ilişkilerle ilgili endişelerini de dile getiriyordu: “Hiçbir doktor veya cerrah, hastanedeki meslektaşlarından herhangi birinin itibarını zedeleyebilecek olayları açıklamamalıdır”. Özetle Percival’in tanımladığı “etik doktor”, Aydınlanma Dönemi’nin kültürlü İngiliz beyefendisiydi! Percival’in çalışması ayrıca, ABD’de 1846’da kabul edilen ilk Amerikan Tabipler Birliği’nin etik kurallarının da temeli oldu.
1948’de Cenevre’de yapılan Dünya Tabipler Birliği’nin 2. Genel Kurulu’nda kabul edilen ve son olarak 2017’de Chicago’da yapılan 68. Genel Kurul’da son şekli verilen Uluslararası Tıp Etiği Kuralları’na göre hekim “Hastamın bana açtığı sırları, yaşamını yitirdikten sonra bile gizli tutacağım” der. Ancak uygulamada, mahremiyet mutlak bir ahlaki gereklilik olarak görülmemektedir. Hasta mahremiyetinin de kimi istisnaları vardır. Hasta veya vekili yazılı onay verdiğinde; teşhis ya da tedaviye katılan diğer hekimlerin bilgilendirilmesi gerektiğinde; hastanın sağlığı hakkında yakınlarına bilgi vermek gerektiği ama hastanın rızasının alınmasının tıbbi açıdan mümkün olmadığı durumlarda; mahkeme tarafından tıbbi bilgiler istendiğinde ve kamu yararının gizlilik yükümlülüğünün önüne geçtiği durumlarda hasta bilgileri açıklanabilmektedir.
Hekimler, hasta mahremiyetini bir görev olarak kabul etmelerine ve buna uymamanın mesleki yaptırıma yol açabileceğini bilmelerine rağmen, hukukun bu görevi mutlak olarak kabul edip etmediği de bir sorudur. Hekim ile hasta arasındaki mahremiyet, hekimin mahkemede ifade vermeye zorlanamayacağı ölçüde bir ayrıcalık mıdır? Hekimlerin tıbbi iletişimin gizliliğini bozmalarını gerektiren yasal zorunluluklar da vardır şüphesiz. Bu yükümlülükler başlangıçta, özellikle doğumların ve ölümlerin bildirilmesi ve belgelenmesi olmak üzere hayati istatistiklerle ilgili doğru verilere duyulan ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. Daha sonra, bulaşıcı hastalıkları ve zührevi hastalıkları ihbar edilebilir hâle getiren kanunlar çıkarıldı.
Doktorların hasta mahremiyetine saygı gösterme görevi, hekim ve hasta arasındaki güven ilişkisinin temel taşlarından biri olarak kabul edilir. Ancak bu gizliliğin ne için olduğu, neden gerekli olduğu ve pratikte ne anlama geldiğine yakından bakıldığında, anlayış ve beklentilerde kimi derin ve temel ayrımlar ortaya çıkar. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesinde “herkesin özel ve aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahip olduğu” belirtilir. Diğer taraftan bu madde, “kamu sağlığının korunması” nedeniyle geçersiz kılınabilir. Kişisel Verilerin Korunması Kanunu, verilere erişim, bunların nasıl kullanılacağını bilme hakları ve bazı durumlarda veriler üzerinde kontrol açısından aynı zamanda bireylerin haklarını da tanır. Hasta haklarına ve dolayısıyla özerkliğine saygı, insani değerlerin tanınmasıyla ilintilidir. Özerklik, yalnızca bedenlerimiz ve onlara nasıl davranıldığı konusunda kendi kaderimizi tayin etme hakkını değil, aynı zamanda kendimiz, yaşam tarzlarımız ve sağlığımız hakkında bilgi edinme hakkını da kapsar. Bizim hakkımızda özel olarak kabul ettiğimiz şeyleri kimin bildiğini kontrol etme hakkı, kişinin güvenlik ve özgürlük duygusu için önemlidir.
Hekimlerin hastanın tıbbi bilgilerinin gizliliğini koruma yükümlülüğü, zaman içinde “hekimin taahhüdü” olmaktan uzaklaşarak “hastanın hakkı” olmaya doğru gelişmiştir. İlkinde, doktorun kanaatine göre bilgiyi ifşa etmek hastanın çıkarına ise gizlilik kuralı kusursuz bir şekilde bozulabilirdi. İkincisinde, yani hastanın hakları ve doktorun buna bağlı görevi konusunda hekimin hiçbir ayrıcalığı yoktur ve hastaya borçlu olunan sır saklama yükümlülüğü mutlaktır; ancak yasalar, toplum yararına bu kuralı değiştirmeyi gerektirebilir.
Geçmişte, bilgilerin yasal olarak ifşa edilmesine yönelik itici gücün çoğu, halkın kolera, frengi, tüberküloz, kızıl ve çocuk felci gibi hastalıklar konusundaki endişesinden kaynaklanmıştı. Seçkin bir İngiliz hekim olan Lord Moran, Winston Churchill’in 1940’tan 1965’teki ölümüne kadar kişisel doktoruydu. Bu yıllarda bir günlük tutmuştu ve Churchill’in ölümünün ardından bunu yayımladı; İngiliz devlet adamının görevdeyken geçirdiği felçlerin ve diğer hastalıkların ayrıntılarını ifşa etti. Moran şöyle diyecekti: “Winston’ın hayatının son 25 yılını, tıbbi geçmişi hakkında bilgi sahibi olmadan takip etmek mümkün değil. Savaşın son yılında, örneğin Roosevelt’le ilişkilerinin bozulması gibi başka türlü açıklanamayan pek çok şeyin nedeni, zihninin ve bedeninin tükenmesiydi…”. Buradaki gerçek, mahremiyetin aslında göreceli ve meşhur kişilerin kazandıkları şöhret karşılığında feda ettikleri şeylerden biri olduğu idi.
Bir başka örnekte de, 1971’de Dr. Robert Browne 16 yaşındaki hastasının doğum kontrol hapı kullandığını ailesine bildirdiği için mesleki suiistimalden suçlanarak Tıp Konseyi’nin disiplin soruşturmasına maruz kalmıştı. Oysa Dr. Browne yalnızca hastanın çıkarlarını gözetmişti. Bu davanın ardından İngiliz Tabipler Birliği’nin 1959 tarihli etik kuralları 1972’de değiştirildi; “doktorun hastasının yararına olduğuna karar verdiği şekilde hareket etmekle yükümlü bulunduğu” tıbbi uygulama ilkelerine kondu.
Doktorların hastalar hakkında yazdığı hem kurgu hem de kurgudışı kitaplar her zaman merak uyandırıcı olmuştur. Aslında hasta hikayeleri son derece öğreticidir ve bunları paylaşmak her zaman tıp eğitimi geleneğinin temel taşlarından olmuştur. Hekimler benzersiz ya da örnek teşkil eden hasta hikayelerini okulda stajyerlere anlattıkları gibi, akademik tıp dergilerinde vaka takdimi olarak yayımlayabilirler. Tabii bir hasta hikayesini akademik bir dergide yayımlamanın etik kuralları vardır ve tıp bilgilerine katkıda bulunma görevi ile hasta mahremiyetini koruma ilkesi arasındaki çizgi incedir. Hastanın hikayesini yayımlamak için izin alınmalı ve hastanın kimliği dikkatli bir şekilde gizlenmelidir. Çoğu zaman doktor yazarlar, bireylerin adlarını değiştirir veya başka bir şekilde kimliklerini gizler.
Kişisel mücadelelerin, kayıpların ve zaferlerin anlatıldığı hasta hikayeleri ciddi anlamda bir farkındalık oluşturabilir. Bugün hekimlerin sosyal medyadaki varlığı ve giderek artan sayıda doktor anıları, hastaların bedenleri kadar hikayelerinin de eşit özenle ele alınması gerektiğini hatırlatıyor. Sözleşme hukuku teorisi, bir hekimin hasta-hekim ilişkisini kabul edip başlatmasıyla sözleşme ilişkisinin kurulduğunu savunur. Sözleşme, hekimin hastanın açıklamalarını gizli tutma yükümlülüğünü içerir. Hastalarının özel bilgilerini kamuya ifşa eden hekimler, mahremiyet ihlali, sözleşmenin ihlali ve devlet yasalarının çiğnenmesi nedeniyle açılan davalara maruz kalabilmektedir. Bugünkü dijital toplumlarda hasta bilgilerinin bilgisayarda saklanması, kopyalama yöntemleri gibi modern teknolojik gelişmeler, kitle iletişim araçları tarafından kişisel mahremiyetin ihlaline ve bireysel özgürlüğe üstükapalı bir tehdit oluşturmakta.
ETİK
Hasta dosyalarıyla dizi yazmak
“Kırmızı Oda, Doğduğun Ev Kaderindir, Masumlar Apartmanı” gibi popüler televizyon dizilerinin senaryolarının psikiyatrist Dr. Gülseren Budayıcıoğlu tarafından yazılması, ülkemizde de tartışma doğurmuştu. Bir doktorun hastaları hakkındaki bilgilere dayanarak televizyon dizileri yapılması eleştirildi. Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı “Hasta dosyalarıyla dizi yazılıyor”dedikten sonra, Budayıcıoğlu “Kimsenin sırrını asla ifşa etmedim. Gerçek hikayeleri kimsenin tanımayacağı hâle getirip öyle yazdım” diye kendini savunmuştu.