Kasım
sayımız çıktı

Hipokrat yemin ettirdi, hekimler ‘mahremiyet’ dedi

DÜNDEN BUGÜNE HASTA BİLGİLERİNİN VE GİZLİLİĞİN KORUNMASI

Tıbbın babası sayılan Hipokrat’tan bu yana, hekimlerin hasta mahremiyetini koruması çeşitli kurallara bağlandı. Tıbbi bilgilerin korunması, bugün artık bir hekim taahhüdünden çok bir “hasta hakkı”. Ancak bu durum, kamu sağlığı ve kimi kamusal gerekçelerle değişebiliyor. Hastanelerden dizilere-filmlere ve dünyadaki uygulamalara…

Hasta mahremiyeti ilkesi, yani doktorların hastalarının sırlarını saklamaları koşulu, Hipokrat Yemini’nin yaklaşık 3 bin yıldır değişmeden kalan az sayıdaki hükmünden biri. Yemin şöy­ledir: “Gerek sanatımın icrası sırasında gerek sanatımın dışında insanlarla münasebette iken etrafımda olup bitenleri, görüp işittiklerimi bir sır olarak saklayacağım ve kimseye aç­mayacağım”.

Yeminin kökeni aslında Hi­pokrat’tan çok daha eskiye, MÖ 6. yüzyılın “Pisagor kardeşliği ritüeli”ne uzanıyor. Bu kardeşliğe katılan her bir üye, cemiyette yapılan matematiksel buluşları dış dünyaya açıklamayacağına dair yemin etmek zorundaydı ve bu sessizliği ihlal etmenin cezası ölümdü. Muhtemelen Hipokrat yazı koleksiyonunun en eski parçası olan yemin, hekime sadece tıbbi bilgilerin gizliliği­ni korumakla kalmayıp, aynı zamanda hastalarla ilgili sosyal ilişkilerde öğrenebileceği genel bilgiler konusunda da mutlak bir yükümlülük getiriyordu. Diğer taraftan, neyin gizli tutulacağına ilişkin karar, sosyal veya mesleki gelenekler çerçevesinde hekimin takdirine bırakılmıştı. Mahre­miyet konusundaki takdir hakkı, yüzyıllar boyunca “bilginin açıklanması hastanın menfaati­ne olduğunda, yemini bozmadan hekimin kanaatine göre hareket edebileceği” şeklinde yorumlan­mıştır.

Batı’da, Ortaçağ döneminde Hipokrat Yemini belli bir saygı görüyordu. 1224’te şifa uygula­malarını kanunla kontrol etme ve düzenlemede, Hipokrat Ye­mini hekim loncaları tarafından esas alındı. Hıristiyanlar için ka­bul edilebilir hâle getirmek için değiştirilmiş olmasına rağmen, doktorlara hasta hakkındaki bilgilerin gizliliğini koruma ve dedikodudan kaçınma görevleri­ni hatırlatıyordu. Afrikalı Kons­tantin, “doktorun hastalıkla ilgili gizli bilgileri kendisine saklama­sı gerektiğini, çünkü hastanın kimi zaman ebeveynine söyle­mekten utanacağı şeyleri heki­me söylediğini” nakleder. 15. yüz­yılda da Fransa’da bir doktorun “aldatıcı olmaması gerektiği, bir arkadaş gibi sessizliğini koruma­sı gerektiği” söylenirdi. 16. yüzyıl İngiltere’sinde (John Securius’ın 1566’da Londra’da yayımlanan kitabında) profesyonel gizlilik gerekliliği şöyle belirtilmişti: “… ve şifa verdiklerim arasında ne görürsem veya işitirsem, insanlar arasında ne bileceksem, yakınımda tutacağım, kendi kendime sır tutacağım”.

Tip_Tarihi_1
Hastalara ait özel bilgilerin paylaşılması, elektronik ortamla beraber daha da tartışmalı bir duruma geldi.

Ancak 18. yüzyılın sonların­da ve 19. yüzyılın başlarında, hekimler ve cerrahlar kendi baş­larına profesyonel olarak tanın­mak için mücadele ederken, açık bir profesyonel uygulama kodu talebi önemli hale geldi. Böylece Hipokrat Yemini, Viktorya Döne­mi doktorunun alameti farikası olarak benimsendi.

Edinburgh Üniversitesi tıp profesörü John Gregory, Lectures on the Duty and Qualifications of a Physician’da hekimlere, “çalıştık­ları ailelerin özel hayatını bilmek için birçok fırsata sahip oldukla­rını” hatırlatmış, şöyle demişti: “İnsanları dünyanın onları gör­düğünden çok farklı, en savun­masız hâllerinde görüyorsunuz. Kendilerinin ve ailelerin itibarı kimi zaman doktorun takdirine bağlı olabilir; bu nedenle özellikle kadınlar sözkonusu olduğunda gizlilik özellikle gereklidir”.

Mahremiyet kuralı, Kuzey Amerika’ya gelen göçmen­ler tarafından da sürdürüldü; Amerika Birleşik Devletleri’nde Samuel Bard, hekimlere özellikle “Şöhretinizi başka birinin itiba­rının harabeleri üzerine yükselt­meyin” uyarısında bulunuyordu.

Doğu’da ise mesleki gizlilik geleneği, yaklaşık 1. yüzyı­la dayanan Hint geleneksel tıbbı Charaka-Samhita ve 2. ila 7. yüzyıllardan kalma Ya­hudi Asaph Yemini gibi diğer tıp geleneklerinde mevcuttu. Hekim Asaph’ın (Asaph Harofe) 6. yüzyılda Ortadoğu’da yaşa­dığı varsayılır. Asaph’s Book of Medicine’in birkaç bölümü, onun zamanından birkaç yüz yıl önce yazılmış klasik İbranice metin­lere dayanıyordu. Bu kaynaklar Asaph tarafından düzenlendi, birleştirildi ve İbranice birkaç bölüm, çeviri ve yorum eklediği kapsamlı bir kitaba dahil edildi. Pagan hekimlere de atıfta bu­lunan kitabın Bâbil’de yazıldığı düşünülüyor.

L0005847EA Papyrus text: fragment of Hippocratic oath.
En eski Hipokrat Yemini, 3. yüzyıla tarihleniyor.

Mahremiyet kuralının yanısıra hekimlerin Hipokrat Yemini’nin ayrıcalıkları da vardı: Yani, tedavisi olmayan bir hastalığı olan bir hastadan, bunun ölümcül doğasını gizle­mek; ancak bunu aile ve yakın arkadaşlarına iletmek. Rönesans öncesi dönemde İtalyan cerrah Guillermo de Saliceto şunları söylemişti: “… Tüm vakalarda, umutsuz olsalar bile, onlara şifa sözü verin… Ancak doktorun hastalığın durumunu hastanın arkadaşları veya akrabaları ile konuşması gerekir…”.

18. yüzyılın sonlarında bu görüşler değişmeye başladı. ABD’de bir hekim-eğitimci ve hümanist olan Benjamin Rush, doktorlar tarafından söylenen veya ima edilen “yalanları” şiddetle reddediyordu: “Suç, bazı doktorların, tedavi edilemez aşamaya gelen hastalıklarda iyileşme beklemeleri için hasta­ları teşvik etmeleridir”.

Tıp etiğinin ilk modern kuralları, 1803’te İngiltere’de Manchester’dan Thomas Per­cival tarafından yayınlandı. Bu yayına bir tifüs salgını neden olmuş, Percival’in meslektaş­ları, ondan hekimlerin dav­ranışlarına ilişkin bir rehber hazırlamasını istemişlerdi. Tıbbi Etik kitabı, hastanelerdeki tıbbi davranışla ilgili 3 bölümden oluşuyordu; özel veya genel uy­gulama, eczacılarla ilişkiler ve hukuk bilgisi gerektiren mesleki görevler. Kitapta Percival gizli­likten de bahsediyordu: “Revirin geniş koğuşlarında hastala­rın şikayetleri kulak misafiri olunmayacak bir ses tonuyla sorgulanmalı, gizlilik gözetil­meli; özel veya genel muayene­hanedeki hekimlerce gizlilik titiz bir şekilde uygulanmalıdır”. Ayrıca doktorlar arasındaki ilişkilerle ilgili endişelerini de dile getiriyordu: “Hiçbir doktor veya cerrah, hastanedeki mes­lektaşlarından herhangi birinin itibarını zedeleyebilecek olayları açıklamamalıdır”. Özetle Perci­val’in tanımladığı “etik dok­tor”, Aydınlanma Dönemi’nin kültürlü İngiliz beyefendisiydi! Percival’in çalışması ayrıca, ABD’de 1846’da kabul edilen ilk Amerikan Tabipler Birliği’nin etik kurallarının da temeli oldu.

1948’de Cenevre’de yapılan Dünya Tabipler Birliği’nin 2. Ge­nel Kurulu’nda kabul edilen ve son olarak 2017’de Chicago’da yapılan 68. Genel Kurul’da son şekli verilen Uluslararası Tıp Etiği Kuralları’na göre hekim “Hastamın bana açtığı sırları, yaşamını yitirdikten sonra bile gizli tutacağım” der. Ancak uy­gulamada, mahremiyet mutlak bir ahlaki gereklilik olarak görülmemektedir. Hasta mah­remiyetinin de kimi istisnaları vardır. Hasta veya vekili yazılı onay verdiğinde; teşhis ya da te­daviye katılan diğer hekimlerin bilgilendirilmesi gerektiğinde; hastanın sağlığı hakkında ya­kınlarına bilgi vermek gerektiği ama hastanın rızasının alın­masının tıbbi açıdan mümkün olmadığı durumlarda; mah­keme tarafından tıbbi bilgiler istendiğinde ve kamu yararının gizlilik yükümlülüğünün önüne geçtiği durumlarda hasta bilgi­leri açıklanabilmektedir.

Hekimler, hasta mahremi­yetini bir görev olarak kabul etmelerine ve buna uyma­manın mesleki yaptırıma yol açabileceğini bilmelerine rağmen, hukukun bu göre­vi mutlak olarak kabul edip etmediği de bir sorudur. Hekim ile hasta arasındaki mahre­miyet, hekimin mahkemede ifade vermeye zorlanamaya­cağı ölçüde bir ayrıcalık mıdır? Hekimlerin tıbbi iletişimin giz­liliğini bozmalarını gerektiren yasal zorunluluklar da vardır şüphesiz. Bu yükümlülükler başlangıçta, özellikle doğum­ların ve ölümlerin bildirilmesi ve belgelenmesi olmak üzere hayati istatistiklerle ilgili doğru verilere duyulan ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. Daha sonra, bulaşıcı hastalıkları ve zührevi hastalıkları ihbar edilebilir hâle getiren kanunlar çıkarıldı.

Doktorların hasta mahremi­yetine saygı gösterme görevi, hekim ve hasta arasındaki güven ilişkisinin temel taşla­rından biri olarak kabul edilir. Ancak bu gizliliğin ne için olduğu, neden gerekli olduğu ve pratikte ne anlama geldi­ğine yakından bakıldığında, anlayış ve beklentilerde kimi derin ve temel ayrımlar ortaya çıkar. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesinde “herkesin özel ve aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahip olduğu” belirtilir. Diğer taraftan bu madde, “kamu sağlığının korunması” nede­niyle geçersiz kılınabilir. Kişisel Verilerin Korunması Kanunu, verilere erişim, bunların nasıl kullanılacağını bilme hakları ve bazı durumlarda veriler üzerinde kontrol açısından aynı zamanda bireylerin haklarını da tanır. Hasta haklarına ve dolayısıyla özerkliğine saygı, insani değerlerin tanınmasıyla ilintilidir. Özerklik, yalnızca bedenlerimiz ve onlara nasıl davranıldığı konusunda kendi kaderimizi tayin etme hakkını değil, aynı zamanda kendimiz, yaşam tarzlarımız ve sağlı­ğımız hakkında bilgi edin­me hakkını da kapsar. Bizim hakkımızda özel olarak kabul ettiğimiz şeyleri kimin bildiği­ni kontrol etme hakkı, kişinin güvenlik ve özgürlük duygusu için önemlidir.

Hekimlerin hastanın tıbbi bilgilerinin gizliliğini koruma yükümlülüğü, zaman içinde “hekimin taahhüdü” olmaktan uzaklaşarak “hastanın hak­kı” olmaya doğru gelişmiştir. İlkinde, doktorun kanaatine göre bilgiyi ifşa etmek hasta­nın çıkarına ise gizlilik kuralı kusursuz bir şekilde bozulabi­lirdi. İkincisinde, yani hastanın hakları ve doktorun buna bağlı görevi konusunda hekimin hiçbir ayrıcalığı yoktur ve has­taya borçlu olunan sır saklama yükümlülüğü mutlaktır; ancak yasalar, toplum yararına bu ku­ralı değiştirmeyi gerektirebilir.

Tip_Tarihi_3
Hipokrat, tüm dünyada tıbbın babası olarak kabul ediliyor.

Geçmişte, bilgilerin yasal olarak ifşa edilmesine yönelik itici gücün çoğu, halkın kolera, frengi, tüberküloz, kızıl ve çocuk felci gibi hastalıklar konusundaki endişesinden kaynaklanmıştı. Seçkin bir İngiliz hekim olan Lord Moran, Winston Churchill’in 1940’tan 1965’teki ölümüne kadar kişisel doktoruydu. Bu yıllarda bir günlük tutmuştu ve Churchill’in ölümünün ardın­dan bunu yayımladı; İngiliz devlet adamının görevdeyken geçirdiği felçlerin ve diğer hastalıkların ayrıntılarını ifşa etti. Moran şöyle diyecekti: “Winston’ın hayatının son 25 yılını, tıbbi geçmişi hakkında bilgi sahibi olmadan takip etmek mümkün değil. Savaşın son yılında, örneğin Roose­velt’le ilişkilerinin bozulması gibi başka türlü açıklanamayan pek çok şeyin nedeni, zihninin ve bedeninin tükenmesiydi…”. Buradaki gerçek, mahremiyetin aslında göreceli ve meşhur kişilerin kazandıkları şöhret karşılığında feda ettikleri şeylerden biri olduğu idi.

Tip_Tarihi_4
Hipokrat Yemini’nin erken dönem kopyalarından biri.

Bir başka örnekte de, 1971’de Dr. Robert Browne 16 yaşındaki hastasının doğum kontrol hapı kullandığını ailesine bildirdiği için mesleki suiistimalden suç­lanarak Tıp Konseyi’nin disiplin soruşturmasına maruz kal­mıştı. Oysa Dr. Browne yalnızca hastanın çıkarlarını gözetmişti. Bu davanın ardından İngiliz Tabipler Birliği’nin 1959 tarihli etik kuralları 1972’de değiş­tirildi; “doktorun hastasının yararına olduğuna karar verdiği şekilde hareket etmekle yüküm­lü bulunduğu” tıbbi uygulama ilkelerine kondu.

Doktorların hastalar hakkın­da yazdığı hem kurgu hem de kurgudışı kitaplar her zaman merak uyandırıcı olmuştur. As­lında hasta hikayeleri son derece öğreticidir ve bunları paylaşmak her zaman tıp eğitimi geleneği­nin temel taşlarından olmuştur. Hekimler benzersiz ya da örnek teşkil eden hasta hikayelerini okulda stajyerlere anlattıkları gibi, akademik tıp dergilerinde vaka takdimi olarak yayımlaya­bilirler. Tabii bir hasta hikayesini akademik bir dergide yayımla­manın etik kuralları vardır ve tıp bilgilerine katkıda bulunma görevi ile hasta mahremiyetini koruma ilkesi arasındaki çizgi incedir. Hastanın hikayesini yayımlamak için izin alınmalı ve hastanın kimliği dikkatli bir şekilde gizlenmelidir. Çoğu za­man doktor yazarlar, bireylerin adlarını değiştirir veya başka bir şekilde kimliklerini gizler.

Kişisel mücadelelerin, ka­yıpların ve zaferlerin anlatıldığı hasta hikayeleri ciddi anlamda bir farkındalık oluşturabilir. Bugün hekimlerin sosyal med­yadaki varlığı ve giderek artan sayıda doktor anıları, hastala­rın bedenleri kadar hikayeleri­nin de eşit özenle ele alınması gerektiğini hatırlatıyor. Sözleş­me hukuku teorisi, bir hekimin hasta-hekim ilişkisini kabul edip başlatmasıyla sözleşme ilişkisinin kurulduğunu savu­nur. Sözleşme, hekimin hasta­nın açıklamalarını gizli tutma yükümlülüğünü içerir. Hasta­larının özel bilgilerini kamuya ifşa eden hekimler, mahremi­yet ihlali, sözleşmenin ihlali ve devlet yasalarının çiğnenmesi nedeniyle açılan davalara ma­ruz kalabilmektedir. Bugünkü dijital toplumlarda hasta bilgi­lerinin bilgisayarda saklanma­sı, kopyalama yöntemleri gibi modern teknolojik gelişmeler, kitle iletişim araçları tara­fından kişisel mahremiyetin ihlaline ve bireysel özgürlüğe üstükapalı bir tehdit oluştur­makta.

Tip_Tarihi_5
1970’lerden bu yana tedavisi olmayan bir hastalığı hastadan saklamak, ancak bunu aile ve yakın arkadaşlarına iletmek hekimlerin sorumluluğunda.  

ETİK

Hasta dosyalarıyla dizi yazmak

“Kırmızı Oda, Doğduğun Ev Kaderindir, Masumlar Apartmanı” gibi popüler televizyon dizilerinin senaryolarının psikiyatrist Dr. Gülseren Budayıcıoğlu tarafından yazılması, ülkemizde de tartışma doğurmuştu. Bir doktorun hastaları hakkındaki bilgilere dayanarak televizyon dizileri yapılması eleştirildi. Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı “Hasta dosyalarıyla dizi yazılıyor”dedikten sonra, Budayıcıoğlu “Kimsenin sırrını asla ifşa etmedim. Gerçek hikayeleri kimsenin tanımayacağı hâle getirip öyle yazdım” diye kendini savunmuştu.