7. yüzyılın ortalarından 9. yüzyılın sonlarına kadar Orta ve Doğu Anadolu’da hüküm sürdüler. Kendilerini gerçek Hıristiyanlar olarak tanımladılar. Köylülerin desteğini, Bizans’ın düşmanlığını kazandılar. Kilise’yi bir kurum olarak değil, bir cemaat olarak gördüler. Tarihten silinen “sapkın” bir mezhebin izleri…
Ermeni asıllı Bizans imparatoru I. Basileios, 873 yılında hayli iyi tahkim edilmiş Divriği Kalesi’ne saldırdığında, Sicilya’daki Arap istilasından, Anadolu’ya girmiş Abbasilere, onların kuzeyde savaştıkları Hazarlara, Kafkasya’daki İberya ve Hazar kıyısında şimdi kaybolmuş olan Albani’ye kadar bilinen dünya sarsılıyordu. Henüz Hallac-ı Mansur belirmemiş, Türkler Anadolu’ya girmemiş, Haçlı Seferleri de başlamamıştı.
Aralarında Süryani ve Yunanlılar da olmakla birlikte çoğunluğu Ermeni kökenli doğu Hıristiyanlığının rafızi bir mezhebi olan Pavlikyanlık (Paulusçuluk), Yunan kaynaklarına göre, 7. yüzyıl ortalarında ortaya çıktı. Pavlikyanların tarihi üzerine kapsamlı bir çalışma bulmak mümkün olmadığı için kökleri belirsiz. Kaynaklar bu hareketin başlıca düşmanı Bizanslı ve Ermeni tarihçilerin aşağılayıcı metinlerinden ve kısmen de Arapların aktardıklarından ibaret. Azeri tarihçiler de bu hareketin kökeninin esas olarak bin yıldır kaybolmuş olan Albani krallığında olduğu iddiasında bulunmakta.
Coğrafi olarak kabaca Dersim’le Sivas arasında hüküm sürmüş olan bu mezhebin Mananalili Konstantin tarafından kurulduğu, Tefrike’nin (Divriği) de bu hareketin başkenti olarak inşa edildiği bilinmekte.
9. yüzyılda Pavlikyanlar tarafından yapılan Divriği Kalesi’nde bugün onlardan kalan hiçbir iz bulunmamakta. Daha sonra mümkündür ki bu kalenin temelleri üzerinde Mengücekler kendi kalelerini kurmuşlardır. Eski kalenin Bizans döneminde yapıldığı, Sivas-Erzincan arasında stratejik bir öneme sahip olup daha yüksekte bulunan Kestoğan Kalesi’nin de bu kaleyi bir anlamda gözetleme ve koruma işlevi gördüğü söylenebilir.
Pavlikyanlar öğretilerini ve bölgelerini savunmak için silaha sarıldılar. İyi savaşçılardı. 859, 861 ve 863 yıllarında Bizansla savaşlar yaptılar. Bir keresinde Efes’e gidip atlarını Meryem Ana kilisesine bağladılar. Oradan kuzeye geçtiler. Ankara, İznik, hatta İzmit’e kadar geldiler. Bizans onları dize getirmek için defalarca savaşmak zorunda kaldı.
Malatya Emiri ile Bizans’a karşı birlikte olan Pavlikyanlar 850’de birlikte davrandılarsa da 861’de Emir Mütevekkil’in ölümü üzerine zayıf düştüler.
863’te Bizanslı komutan Petronas, Malatya emirinin ordusunu çembere alarak yoketti. Pavlikyanların lideri Karbeas, 863’te Ankara’da bugün Hüseyin Gazi tepesinde (Mamak) Bizans’a karşı savaştı (Aslında Hüseyin Gazi Ankara’da hiç savaşmadığı halde, isimler değişecek Karbeas’ın yerine Hüseyin Gazi geçecektir). Karbeas’ın Bizans’la çatışmaları iki buçuk asır sonra Battal Gazi hikayelerinin kaynağı olacaktı.
Karbeas’ın ölümü üzerine yerine amcası Chrysocheir geçti. İznik, İzmit ve Efes’te Bizans’a etkili saldırılarda bulunan Chrysocheir 872’de öldü. Pavlikyanların başkenti Divriği de 878’de nihai olarak düştü.
Savaşlardan sağ kurtulan Pavlikyanların bir kısmı sürüldükleri Trakya’da bir kısmı da doğuda Tendürek Dağı civarında varlıklarını sürdürdüler.
Peki Battal Gazi dahil olmak üzere çeşitli efsanelerde bahsedilen Pavlikyanlar’ın öğretisi neydi ve neden diğer Hıristiyanların bu denli nefretini kazanmıştı? Bizanslılar neden onlara “şeytanın çocukları” diyorlardı? Neden bin yıl sonra bile Patrik Ormanyan (1841- 1918) “Ermeni Protestan cemaati üyelerinden bazılarının, kendilerinin Ermenistan’daki Tondrakların ya da Pavlikyanların devamı oldukları iddia- sı tamamen yanlıştır. Bu antik sektlerin doğuda herhangi bir kalıntı (devamcı) bırakmadıkları kanıtlanmıştır” deme ihtiyacı hissetmiş ve kilisenin tarihsel tedirginliğini dışavurmuştur?
215-270 yıllarında İran’da yaşamış olan Mani’nin şakirtlerininin oluşturduğu Manikeizmle bir bağ kurulmakla birlikte, Pavlikyanların kendilerini gerçek Hıristiyanlar” olarak görmeleri, Manikeizmle aralarındaki köklü ayrımlara dayanıyor.
Eski Ahit’i kabul etmedikleri gibi Yeni Ahit’teki belli bölümleri de kabul etmiyorlardı. Vaftiz ve kutsama ayinini, haçı, azizlere, peygambere ve Meryam Ana’ya tapınmayı kabul etmiyorlardı. Teolojik tartışmalarda gözönüne alınması gereken temel husus, bu hareketin rahipliği bir kurum olarak kabul etmemesi ve kilise dendiğinde de bir mabet değil, cemaati anlamalarıydı.
Pavlikyanlarla ilgili çok sınırlı bilgiler, onlardan hiç mi hiç hazzetmeyen ve onları yokedilmeye müstehak gören Ortodoks Kilisesinin (Bizans ve Ermeni) kaynaklarından elde edilebilmekte. Bizans imparatoru Basil adına, tutsak düşmüş Bizans askerlerini geri almak amacıyla 870’lere doğru Pavlikyanların başkenti Divriği’ye giden Sicilyalı Petrus’un anlattıkları, şüphesiz objektif gözlemleri yansıtmamaktadır. Ancak Petrus bile “Pavlikyanlar kendilerini gerçek Hıristiyanlar olarak adlandırılıyor ve böyle adlandırılmak istiyorlar” demek durumunda kalmış.
Pavlikyanların kiliseyi bir sabit uhrevi mekan değil bir ibadet yeri olarak görmeleri, ruhban sınıfına karşı olmaları, genel olarak toplumdaki hiyerarşik yapılanmalar konusunda da bir hassasiyet oluşturuyordu. Keza kavmiyetle kendini özdeşleştirmeyen bu hareket, insanlar arasındaki ilişkileri konumlarından değil kurdukları hayattan ve gelecek tasarımından hareketle değerlendirmişti.
Esas olarak yoksul köylü ve kentlilerden oluşan bu topluluk, feodalizmin baskısına karşı bir anlamda ezilenlerin birlikteliğini sağlıyordu. Köylüler, zengin senyörleri destekleyen kurumsal kilise karşısında Pavlikyanları bir sığınak olarak görüyorlardı.
Pavlikyanların tarihten silinmesinden dört yüz yıl sonra aynı coğrafyada Babai isyanlarının patlak vermesi, genel olarak Kızılbaşların bu coğrafyada yaşaması ve hatta Dersim’deki kimi ritüel ve inançların Pavlikyanlarınkiyle benzerlikler gösterdiği iddiası, tarihi yazan galiplerin nefretine uğramış olan bu topluluğun gizemli bir ölümsüzlük kazanmasına neden olmuştur. Pavlikyanlar, Bogomiller ve Katarlar “aynı zincirin halkalarını” oluştururlar. Anadolu topraklarında hemen hemen bütün çağlarda kurulu düzene aykırı insanların direndiği mekanlar, bütün kültür, din ve dil değişimleriyle birlikte benzerlik de göstermektedir. Örneğin Bizans dönemindeki Pavlikyanlar yerleşimiyle ve Anadolu Selçukluları dönemindeki Babai ayaklanmasındaki coğrafi bölge çakışmaktadır. Alevilerin yerleştiği Şebin Karahisar, Niksar ve Divriği bölgelerinin eski isimleri de sırasıyla Koloneia, Neo-Cezarre (Niksar) ve Tefrike’dir ve burası da Pavlikyanların ana yurdudur.
EFSANELER-ÖYKÜLER
Kestoğan Kalesi’nde Pavlikyanların izinde
NECDET SAKAOĞLU
Demir cevheri yüklü mor-kırmızı yalçınları, Çaltı Suyu kanyonunu, bir zamanlar Mengücek payitahtı iken bugün 4. sınıf bir ilçe merkezliğiyle yetinen Divriği kentini ürpertici bir uçurumdan seyreden gizemli Kestoğan’ın tarihini hesaplamak zor. Yazılı tek belgeden yoksun, Urartu tabanlı bu şatonun tanıkları, arkaik taş oyuntularla daha geç dönemlerden kalma duvarlardır. Oysa yer yer insan eliyle biçimlendirilmiş bu şahika, Divriği iskân tarihinin her dönemini tepeden izlemişti: Urartulardan Mithridates’e, Roma ve Bizans’a, isyankâr Pavlikyanlara, Mengücek Emiri İshak’a, burada küçük bir Türk-İslâm payitahtı kuran Şahinşah’a, Ulucami’yi yücelten Ahmed Şah’a, kalenin şeref burcuna kitabe koyduran Mengücekli Melik Sâlih’e kadar…
Bir dönem Pavlikyanların da tutunma noktalarından olduğu sanılan Kestoğan Kalesi’ne 22 Temmuz 1967 Pazar günü –ilk ve son kez- İshak Kalak ve Ramiz Akbulut ile tırmanmıştık. Onlar o gün bana baş döndüren yalçının biricik yerel öyküsü-tarihi olan bir aşk efsanesi anlatırlarken ben de Rolleiflex kameramla harabenin fotoğraflarını çekmiş; ölçümler yapıp kroki çizmiştim. Dinlediğim öykü: Kestoğan Beyinin oğluyla karşı yakadaki Divriği Kalesi beyinin kızı arasındaki aşktı. Kaleden kaleye ip atılmış, oğlan tutunup geçerken vadide bir “Kes Doğan!” sesinin çınlamasıyla, ipin kesilmiş âşkın bitmiş, oğlanın kayalara çarparak ölmüş, Kes-Doğan’ın da kaleye ad kalmış.
Divriği’nin yerli Ermenilerinden Mihran Pilikoğlu, kalenin Ermenice adı Asvatz-Mayr (Ana Tanrıça) dedikten sonra özlemle anlatıyor: “Çocukluğumda (1930’larda) Paskalya bayramını izleyen Haziran içinde, -tehcir sonrasında beş on evden ibaret kalan- kasaba Ermenileri, yortu için nevalelerimizi alıp Kestoğan’a çıkar, kır şenliği yapar, taşlara mumlar dikerdik. Babam Arşak Efendi keman çalardı. Çok merak ettiğimiz Karanlık Mağara’ya (Ermenice: Mut Karar) inmek zor ve tehlikeliydi. Mağarada sağlı sollu onar metre kadar ilerleyen oyuklar, suyu şifalı bir gölcük, karnabaharı andıran sarkıtların arasında da arkaik yazılar vardı. Annem, Ermenice 1400 tarihini okuduğunu söylerdi.”
2012’de NTV Tarih döneminde, Doç. Dr. Arkeolog Şevket Dönmez, araştırmacı yazar Masis Kürkçügil, sanat tarihçisi Hayri Fehmi Yılmaz’la Divriği ziyaretimizde, Sayın Dönmez ve Kürkçügil, fotoğrafçı Yusuf Güldalı’nın rehberliğinde Kestoğan’ı bir daha keşfederek önemli gözlem ve saptamalarla indiler. Çektikleri fotoğrafları, bizim 45 yıl önce çektiklerimizle karşılaştırıldığımızda maalesef bir 45 yıl sonra Kestoğan örüntülerin- den tek taşın kalmayacağı kesin. Çünkü Mithridates hazineleri (!) bulmak hülyasıyla Anadolu’nun her harabesine saldıran defineci cehaleti yalnız bizde var!