Kasım
sayımız çıktı

Hubbî Hatun’un mesnevisi ve sınır tanımayan tesiri…

ERKEN MODERN DÖNEMDE OSMANLI KADINININ “GÖRÜNÜMLERİ”

16. yüzyıl divan şairi Ayşe Hubbî Hatun’un kayıp mesnevisi Estonya’daki Tartu Üniversitesi’nde bulundu. Bu gelişmeyle anımsadık ki Osmanlı kadını, arkasına itildiği perdeyi aralamak ve hayata karışmakta sandığımızdan çok daha istekli ve cesur. Şair, işinsanı, haydut, cambaz ve katil; tüm insani olabilirlikleriyle birkaç kadın görünümü.

Kadın; 15. yüzyılda yazıya geçirilen Dede Korkud hikayelerinde düzlük­lerde erkeklerle at yarıştıran, 11. yüzyılda Karahanlı saraylısı Yusuf Has Hacib tarafından ise “eve kapatılması gereken, içi dışı bir olmayan” olarak tanım­lanmıştı. Osmanlı sarayında Enderun öğrencilerine oku­tulan Kırk Vezir hikayelerinde kadın güvenilmez ve hilekardı. Erkek şairler onlar için “saçı uzun aklı kısa” diyor, “nâkı­sü’l-akl” (aklı noksan) tamla­ması sözlükte “kadın”a karşılık geliyordu. Hâl ve hareketleri, giyim kuşamları bizzat padişa­hın nasihatnameleriyle ayar­lanıyordu. Timar defterlerinde erkekler yazılır, kadınların ad­ları anılmazdı. Çoğu evli kadın ana babasıyla görüşmek için dahi olsun evinden çıkamaz, kıskanç kocalar eşlerini boşa­makla tehdit ederdi. Erkekle­rin kadınlarla olan nikahları, hemcinsleriyle giriştikleri ucuz iddialaşmalarında masaya ko­nulan yitirilebilir şeylerdi.

Kanunî’nin şeyhülislamı Kemalpaşazâde (ö. 1534), Yusuf u Zelîha mesnevisinde kadın­larla ilgili şöyle demişti: “İyisini diyemem içinde yoktur / Velâkin yavuzu (kötüsü) gâyetle çoktur / İyisi bunların dahi iyidir / Amma denilemez ki iyisi işte budur.” 2. Bayezid’in çevresinde yer alan Amasyalı Mihrî Hatun (ö. 1512 sonrası) kadına yönelik olumsuz algıya yönelik bir cevap niteliği taşıyan şu şiiri yazmıştı diva­nında: “Bir müennes (dişi) yeğ durur kim ehl ola / Bin müzek­kerden (erkekten) ki ol nâ-ehl ola / Bir müennes yeğ ki zihni pâk ola / Bin müzekkerden ki bî-idrâk ola.” Kısacası “Bir akıllı ehil kadın, bin akılsız-yetenek­siz erkekten yeğdir” diyordu.

kadin_dosyasi_3
Şenlikte kadın. Şehzâde Mehmed’in sünneti şerefine Atmeydanı’nda düzenlenen 1582 şenliklerinde seyirci olmalarına göz yumulan kimi kadınlar sağ köşeden erkek dansçıları izliyor. İçlerinden biri seyretmekten sıkılıp gösterinin bir parçası olmak istediğinde erkek kılığına bürünüp at sırtında meydana atılmıştı, tabii nakkaş o anı resmedemedi. İntizâmî Surnâmesi, 1344.

16. yüzyıl divan şairi Ayşe Hubbî Hatun’un kayıp Hurşid ü Cemşid (1552-53) mesnevisi Estonya’daki Tartu Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunarak geçen aylarda yayımlandı. Ayşe Hubbî Hatun (ö. 1590), 2. Selim’in hocası Şemseddin ile evli seçkin bir kadındı. Bu eserindeki bir şiirinde “aklı noksanlardan olduğunu”, ilim ve nasihat yazı­mıyla değil eski aşk hikayeleriy­le ilgilenmesi gerektiğini, adeta verilmiş bir toplumsal cinsi­yet rolünü oynarcasına (veya gururlu erkekleri iğneleyerek) kendi kendine söylüyordu: “Çün oldun nâkısâtü’l-akldan sen / Degül lâzım ki ola her sözün ahsen…” Şiirlerinde çoğunlukla erkeklere ait bir işten, gaza­dan dem vuran Hubbî’nin bu tavrı, şairler derlemesi yazan Kınalızâde Hasan (ö. 1604) tarafından beğenilmiş olmalı ki “söyleyişi dahi kız nakşı gibi değil hayli merdâne” diyerek över onu. Diğer bir şair biyog­rafisi derleyicisi Âşık Çelebi (ö. 1572), onu erkeklerle değil kadın divan şairleriyle mukayese eder, yine de ataların “erkek aslan aslan da dişi aslan aslan değil mi” sözünü anımsatarak onun erkek şairlerden aşağı kalır yanı olmadığını ima eder. Hubbî Hatun erkeklerin küçümseyici yargıları tarafından kuşatılmış kadınlardan biri olmasına rağ­men konumunu da kullanarak adını tarihe önemli bir şair ola­rak yazdırdı. Ama bunu başka ölçeklerde de olsa başarmış, perdeyi aralayıp erkeklere ait sayılan tarih sahnesine atlamış birçok kadın vardı.

kadin_dosyasi_5
Hurşid ile Cemşid. İranlı Selman-ı Sâvecî tarafından 1376’da yazılan eser Ayşe Hubbî Hatun tarafından Türkçe’ye uyarlandı ve çok sevildi. Bu minyatürlü sayfada Çin kralının oğlu Cemşid’in Rum kayserinin kızı Hurşid’in huzuruna gelip aşkıyla kendinden geçmesi gösteriliyor, kadın figür tahtında üstün bir konumda betimleniyor. Oriental Manuscripts-Otto Friedrich von Richter Koleksiyonu.

Usulden olmamasına rağ­men, vergi tespit kayıtlarını içeren 1616 tarihli Halep avâ­rız-hâne defterine muhtemelen hepsi dul olan Mısriye, Şerife, Fatma, Şehriban ve Merlin hatunlar her nasıl olduysa kendilerini hane reisi olarak kaydettirmişlerdi. Kanunna­melerde timar topraklarının miras bırakılması söz konusu olduğunda kadınların hak sahibi olamayacakları açık­ça ifade edilmesine rağmen Ankara taşrasında ünlü Âşık Paşa soyundan gelen bir ailenin gelini Şakire Hatun, ölen sipahi kocası Abdi’nin idaresinde­ki topraklarını ve yıllık 5 bin akçeyi aşan gelirini 1570’lerde padişah beratı ile teslim almış, bu gelir karşılığında -savaşlara bizzat katılamasa da- 2-3 zırhlı süvariyi donatıp orduya verme sorumluluğunu yüklenmişti. 24 Eylül 1756 tarihli bir padişah beratı Aliye Zeliha Hatun’a İs­tanbul Gümrüğü’ndeki işletme haklarını, 15 Eylül 1776 tarihli berat Rabia Hatun’a Atmeyda­nı’ndaki Firuz Ağa Vakfı’nın mütevelliliğini (idareciliğini), 20 Eylül 1789 tarihli bir başka berat ise Naile Hanım’a Tekfur Sarayı mumhane işletmecili­ğini veriyordu. Kadı sicillerine bakılırsa hukuki haklarının farkında olan kadın az değildi. 1580’de fahişe olduğu gerekçe­siyle Edremit Soğanyemez’deki evine girilen Sultan Hatun, asayiş amiri subaşının evinden aşırdığı değerli kaftanını iti­razla geri almış ve kadı izni ol­madan evine girilmesinin hak ihlali olduğunu onaylatmıştı.

kadin_dosyasi_4
Bir Avrupalı elçinin İstanbul’da çarşı ressamlarına ısmarladığı albümde bir hanım sultan, muhtemelen Kösem veya Turhan, padişahlara yaraşır tahtında taç giyip oturuyor. Albüm, 1650-1699.

Bazıları da hukuku çiğneme­nin, çizilen sınırları aşmanın yollarını yoklamıştı: 1572’de Döndü isimli Ayıntab’ın (Antep) Güllüce köyünden evli bir kadın aşk belasına uğrayıp başka bir adama tutulunca kocasını sıçanotlu bir yumurta hazır­layarak zehirlemeye çalışmış, hastalanan koca mahkemeye başvurmuştu. Trabzon Bab-ı Pazar mahallesinin hâli vakti yerinde sakinlerinden Havva Hatun, 1632’de nedeni bilinme­yen bir biçimde 6 cariyesiyle beraber Ömer adlı komşusu­nun evine baltalarla saldırmış, değerli birkaç parça eşya alarak kaçmıştı. 1582 sünnet şenli­ğinde gösterileri kıyı köşeden izlemelerine müsaade edilen kadınlardan biri, tarihçi Âlî’nin Câmiü’l-buhûr’da yazdığına göre, illallah edip erkek kılığın­da ata binmiş, Atmeydanı’nın ortasına dalmış, akrobasi göste­risi kendisini tanıyan bir işgüzar tarafından bölününce padişaha şikayet edilip yargılanmıştı. Bir suç işlemediğini ifade eden kadın serbest bırakılmıştı.

Kadının “fitne yaratan doğasının” karantinaya alın­ması, onun yaşamda var olma, görünme ve görme, adını duyurma, faal olma dürtüsünün önüne geçememiş gibi görü­nüyor. Osmanlı kadını, modern dönemdeki bilinçle değil ama doğal bir itkiyle, toplumsal ha­yata göbeğinden karışmak için yerinde durup beklemeyen et­kin simalara sahipti ve cinsiyeti genellikle erkek sayılan koca tarihe bir biçimde kendisini saydırmıştı.