1510’da hastalığı iyice artan II. Bayezid, büyük oğlu Ahmed’i veliaht tayin etti. Bunun üzerine Şehzâde Selim, babası II. Bayezid’e karşı isyan bayrağını açtı. Bayezid devrildi, Dimetoka yolundayken şaibeli bir şekilde öldü, kardeş ve yeğenler birer birer ortadan kaldırıldı… Bu netameli konu, dönemin müverrihleri tarafından büyük bir “titizlikle” işlendi, zira eserlerin muhatapları da mücadelenin tarafları da Osmanlı hanedanının mensuplarıydı. Dönem metinlerinde konuya dair inkâr, çarpıtma ve dokundurmalar…
Bizde 15. yüzyılda II. Murad devrinde başlayan Osmanlı dönemine mahsus tarih yazma geleneği, I. Selim’le birlikte yeni bir evreye girmişti. Artık yalnızca tek bir padişaha hasredilmiş tarihçelerin yazıldığı yeni bir dönem başlıyordu. Önce Selimnâme’ler ve sonra da Süleymannâme’ler yazıldı; tarihçilikte asıl mühim olanın “padişahın zatı” olduğu anlayışı bir adım öne çıktı. Devam edegelen Tevârih-i Âl-i Osmân (Osmanlı Hanedanı Tarihi) geleneği ise, yine bu büyük imparatorlar çağının görkemine ayak uydurdu, “ulu padişah” her şeyden önde tutuldu.
Yeni bir tarihyazım geleneğine bizzat adını veren Yavuz Sultan Selim’in siyasi macerası, 1487’de Trabzon’da başlamıştı. Tam 24 yıl burada valilik yapan Şehzâde, babasının iyice yaşlanıp büyük kardeşi Ahmed’i saltanata namzet göstermesiyle, 1510’da taht mücadelesine atıldı. Önce İstanbul’a yakın bir yerden sancak istedi. Talebi reddedildiğinde isyan fitiline ilk kıvılcımı çoktan çakmış, padişahın izni olmadan sancağını terkedip oğlu Süleyman’ı görme bahanesiyle Kefe’ye geçmişti.
30 bine yakın askerle Rumeli’nde at koşturmaya başladığında talebi ciddiye alındı. 1511’de Edirne yakınlarındaki Çukurçayırı mevkiinde babasına yaklaştı. Kendisine Semendire sancağı verildi; Macarlar’a karşı gaza etmesi için izin çıktı. II. Bayezid, hayatta olduğu müddetçe yerine kimseyi padişah tayin etmeyeceğine dair bir ahitnâme imzaladı. Ancak o daha İstanbul’a dönerken Ahmed’in tahta çıkarılacağı yönündeki haberler, Selim’in askerleriyle birlikte tekrar babası üzerine yürümesine sebep oldu. Çorlu’da çıkan savaşta ağır bir yenilgi alan Selim, Karabulut adlı çıplak atı ve Ferhad Paşa’nın cesur müdafaası sayesinde canını Ahyolu iskelesine atmayı başardı, tekrar Kefe’ye geçti.
Bu hezimet üzerine Ahmed’in tahta oturmasına kesin gözüyle bakılırken herşey birden tersine döndü. Üsküdar’a kadar gelen Ahmed şehre alınmamış, Yeniçeriler ayaklanarak Selim’i başlarında görmek istediklerini haykırmıştı. Kısa süre sonra –çoğu kez olduğu gibi- Kapıkullarının istediği oldu. II. Bayezid herşeyden el çekip Dimetoka’ya doğru yola çıktı ve seyahat esnasında şüpheli bir şekilde öldü.
‘Gayret oku hedef-i maksuda isabet etti’
Selim’in bir aynaya ok atışını tasvir eden bu minyatür Hünernâme’de yer alır. Ayna kısmına eklediğimiz Şükrî Selimnâme’sine ait bir II. Bayezid minyatürü ile, Selim’in babası ile olan mücadelesi sembolize edilmekte. Gelibolulu Mustafa, Selim’in tahta çıkmasıyla ilgili şunları yazıyor: “Ol hazretin gayret oku kemân-ı tedbirden [tedbir yayından] hedef-i maksuda [istenen hedefe] isâbet etti.”
Selim’in meşruiyeti
“Kral çıplak” diyebilmenin bir maharet olduğu evrensel bir olgu ise de, Türkler’de bunun apayrı bir mesele teşkil ettiği söylenebilir. Lidere karşı takınılacak tutum İslâm öncesinde “kut anlayışı” ile belirlenmiş, hükümdarlar tarih boyunca tâbileri üzerinde sıkı bir itaat telkin etmeyi çoğu kez başarmışlardı. “Büyük mutluluk, uğur, Allah’ın lütfu, devlet idaresinin kudret ve salahiyeti, bu kudreti haiz olan şahsın kutsal sayılan şevketi” şeklinde tanımlanan bu kültür, hükümdarlık hakkını, elinde bulunduran erk için her daim meşru kılıyordu. Vakta ki hükümdara bir muhalif baş kalkar, o baş kesilir; şayet galip olup halka baş olmayı başarırsa bu “kendisine Tanrı tarafından kut verildiğine” yorulup yine meşru ve haklı olarak kabul edilir. Bu siyasi kültür, İslâmiyet’le birlikte “Tanrı’nın temsilcisi halife” sıfatı ve “zıllullah-i fi’l-arz” gibi ilahi saygı sözleriyle perçinlenir.
Dönemi ele alan Osmanlı tarihlerinde Sultan Selim, bu isyanında elbette pekçok yönden haklıydı. Zira başarılı olmuştu ve yazılan tarihler bu zaferin neticesinde kaleme alınmıştı. Mesela, Selim’in isyanının sonuna kadar gelip müellifinin ölmesi, yani isyanın akıbetini görememesi sonucu yarım kalan bir tarih elimizde olsaydı, statükonun yazdırdığı Selimnâmeler ile arada oluşan farkları –belki de benzerlikleri- karşılaştırabilirdik. Ancak şu an için en önemli mukayese imkânını, tarihe söz söyleme gayesi gütmeyen, devletin gündelik işleyişiyle ilgili birtakım izlerden ibaret olan arşiv belgeleri sunmaktadır. Osmanlı müverrihlerinin duygusal ve politik saiklerle ele aldıkları konular, orada pek çok kez soğuk ve yalın manzaralara dönüşür.
Kutsallık meselesi
Kutsal bir padişaha -ki halifeliğin devralınmasından önce bile kendilerini halife olarak tanımlamaktalardı- isyan etmek, elbette bir başka “kutsal gaye” ile mümkün olabilirdi. Şehzâde Selim, bu kutsiyeti gazada buldu. Trabzon sancağındaki valiliğinden beri Gürcüler ve Safeviler’e karşı etkili harekâtlar düzenleyen şehzâdeye merkezden şu uyarı yapılmaktaydı: “Çevrendeki düşmanlarla, ister Kızılbaş isterse Gürcü olsun, sulh ve iyi geçim üzere ol, düşman çoğaltmaya rızamız yoktur” (Kemalpaşazâde, Hoca Sadeddin).
Devlet-i Aliyye’nin temel motivasyonu demek olan gazanın sahiplenicisi sıfatıyla Selim, mülayim babası aleyhinde şöyle konuşmaktaydı: “Saltanat bozuldu, varisi olduğumuz mülk yaşlı babamın gaflet ve ihmaliyle zeval buldu” (Gelibolulu Âlî). Kanunî’nin veziriazamı Lutfi Paşa’ya (öl. 1563) göre, Selim babasına haberci gönderip “Din-i İslâm’ın gayretin elden koyub ihmal eyledin, cihad kapusun muattal [atıl] eyledin…” suçlamasında bulunur ve şöyle der: “Rumili’nde küffar-ı bed-kirdâra [kötü işli kâfirlere] yakın uçlarda sancak vir ki varub kâfirle mücahede [cihat] ve mukatele ideyim”.
Elbette şehzâdenin bu talebini, başkente yakın olmak ve babası ölür ölmez tahta kardeşlerinden önce oturabilmek için sunduğu söylenemez; niyeti babasının elini öpmek, sıla-yı rahim sevabı kazanmak, hasta babasının yapamadığı gazayı sürdürüp İslâm sancaklarını yükseltmek, dinen sakıncalı Kızılbaşlar’a karşı önlem almak ve nizam-ı âlemi tesis etmektir (İdris-i Bitlisî, Sadeddin, Kemalpaşazâde, vd.).
Selim’in Cülusu
Hünernâme, TSM. “Zamanın
sahipkıranı Sultan Selim
Han, mübarek babası Sultan
Bayezid Han ile mücadele
esnasında mağlup olup,
basılıp, firar yolunu
tutmuşken, erkânının çoğu
savaşta kılıç yiyip gitmişken
Tatar diyarının uçlarından
ve Bulgar ovalarının
serhaddinden demir
gagalı şahin gibi saltanat
avının saadetine doğru
kanat vurup geldi, erişti”
(Kemalpaşazâde).
Kut, tüm hanedan üyelerini teşmil edebilse de, halen başta onu tek başına elinde tutan meşru bir hükümdar vardır. Müverrihlerimiz bu meseleyi Selim’in babasında olmayan cihat ve gaza kabiliyeti ile çözer; ona Tanrı’nın temsilcisi olarak bir tahtta atıl oturmaktan daha kutsal bir vaziyet verirler. Elbette şehzâdenin kendinden büyük kardeşlerinin bulunması ve kanun-ı kadimin de en büyük kardeşe ikbal göstermesi sorunları, yine bu yolla çözülecektir. Bayezid’in veliahdı Ahmed, Amasya’da sancak beyi iken meydana gelen Kızılbaş isyanlarını bastırmada başarısız olur. Yavuz’un şark politikasındaki danışmanı İdris-i Bitlisî (öl. 1520), “Hiç iyiliğe el atmamış Ahmed’e insan nasıl umut bağlar?” diye sorar. Yine Selim’in Anadolu kazaskeri Kemalpaşazâde (öl. 1534), Ahmed’i saltanat hedefine ulaşmak için “Kızılbaş’a teveccüh göstermekle” suçlar. Olayları Selim’in veziri Piri Paşa’dan nakleden Kanunî’nin nişancısı Celalzâde (öl. 1567), son derece sevimsiz bir Ahmed portresi çizer: Yeme içme ve kadın düşkünü, zekâsı noksan, adaletsiz, kişiliği zayıf… En zavallı kişi bile onu saltanata layık görmez. Bayezid merhametinden ve Ahmed taraftarı vezirlerinden dolayı ona teveccüh eder. Yeniçeriler onun İstanbul’daki adamını şöyle azarlar: “Bu ocak erenler mekânı, pehlivanlar ocağıdır. Buradaki gaziler Hazret-i Muhammed’in getirdiği dinin kaideleriyle yönetilir. Bizim kendisini kabul etmemiz imkânsızdır.” Şeyhülislam Hoca Sadeddin’in (öl. 1599) anlatısında kapıkulları, “Allah’ın emaneti olan saltanat hazinesinin anahtarı gaflet köşesinde yatan birine teslim edilirse bu Osmanlı’yı yıkmak olur” derler. Ve dahi Selim’e katılanlar ona, ata ve ecdadının törelerini canlandırdığı ve dinin gereklerine uyduğu için katılmıştır. Böylece Ahmed’in önüne dinî bir set de çekilmiş olur.
Selim tahta geçtiğinde bu kez “kut” onundur. Hadidî (öl. 1531) durumu şöyle nazma getirir: “Kime dilerse virür mülki Allah/ Ne olur [neye yarar] rây-ı vezir [vezirlerin reyi] ve himmet-i şâh [şahın kayırması]”. Aynı ilanı Celalzâde, Ahmed taraftarı vezirlerin dilinden Bayezid’e sunar: “Padişahım, saltanat sizin ve bizim ittifakımızla olmazmış. Takdir Hakk’ındır”.
Selim’in masumiyeti
Selim bu olay vesilesiyle pek çok kez “selîm” (doğru, noksansız, sağlam) ismiyle ve nadiren de “yavuz” (fena, yaman, çetin) lakabıyla müsemma olacak biçimde tasvir edilmiştir. Babası ve kardeşleri ile olan mücadelesinde dinî yönden meşrulaştırıldıktan sonra, onun saltanat örf ve âdetlerine uyan, iyi niyetli, yumuşak kalpli ve barışçıl olduğu vurgulanır. Sancağını terkedip gelmedeki tek amacı babasının elini öpmek, babasıyla arasına giren nifakçı vezirleri aşıp meseleyi sulh ile çözmektir! Şükrî-i Bitlisî (öl. 1531), Selim’in itaatkârlığını onun dilinden şöyle nazma döker: “Yüz sürüp uş vardum ol dergâha men/ Bendeyem çün cân u dilden şâha men”. Niyeti babası ve paşalarla sohbet etmektir ama vezirler buna inanmaz. Kemalpaşazâde’de Selim o kadar ince kalplidir ki, Çukurçayırı’nda babasının at arabasını uzaktan görünce gözyaşlarını tutamaz. Lutfi’ye göre Selim, baba vasiyeti tutup kardeşiyle iyi geçinirken Ahmed durumu bozmuştur.
Müverrihlerimize bakılırsa Bayezid ve Selim arasındaki gerilimin ana sebebi, gözleri kendi çıkarlarından başka bir şey görmeyen vezirler ve beylerdir. Padişahın yakınında bulunan bu paşalar, emeklilik hayalleri kurar (Kemal), makamlarının teminatı için Ahmed’i kollar (İdris), devlet sırlarını onunla paylaşır (Sadeddin), Selim’i babasına kötüler, aralarını bozarlar (Celal). Selim’in süratini asiliğe, cüretini düşmanlığa yorarlar (Şükrî, Sadeddin, Kemal). Sultan Bayezid ilerleyen nikris/gut hastalığının da etkisiyle tam bir acz içinde vezirlerine teslim olmuş durumdadır (Kemal). Hemen tüm vezirler, Selim’i uzaklaştırdıktan sonra Ahmed’e biat etmek ve Selim’i bastırmak niyetindedirler. Ona Semendire gibi uzak bir sancak verirler ki adamlarının bağlılığı ve umutları azalsın. Bayezid, Selim’in ordusunu görüp savaş meydanından uzaklaşmak istediğinde vezirler bunun korkaklık olarak yorumlanacağını söyleyip müsaade etmez, fırsat eldeyken saldırmanın uygun olacağını, yoksa Ahmed’in hakkını yitireceğini ve saltanat yüzüğünün elden gideceğini söylerler (Kemal, Sadeddin, Celal). Askeri galeyana getirmek için padişahın “Beni sevip yolumda sadık olan cenk etsin. Saltanatımın eteğindeki bu utanç verici dikeni temizlesin” dediğini uydururlar (Sadeddin). Bayezid’e ise oğlu için dua etmek kalır (Kemal, Celal).
Baba-oğul savaşı
Şükrî’nin Selimnâme’sinde Çorlu Savaşı. Şükrî olayı şöyle nazmeder: “Coştu iki derya meseldeki gibi/ Ecel kan döktü iki denizin birleştiği yere/ Kös feryat etti, nefir bağırdı/ Cengin sedası göklere aktı/ Savaş aletleri bir yere toplandı/ Gürz, ok mızrak ve tüfenk…”
Arabozucu vezirler her iki tarafı da kolayca kandırır. Baba-oğul anlaşıp biri sancağına, öbürü taht kentine gidecekken; “Münafık hile-ger bir Şah’a hem dem/ Heman Sultan Selim’e salar âdem/ Ki ‘Gel tahtı sana ısmarladı Şah’/ Didi ‘Sultan Selim’i idin âgâh (…) Didi Han Bayezid’e ‘irdi leşker’/ ‘Ki Şah’ın leşgerini basmag ister’/ Nifak ehlini gör âlemde neyler/ Öz oğlına atasın düşmen eyler” (Hadidî). Sadeddin’e göre vezirler, Selim’in isyan ettiği fikriyle Bayezid’i kandırır.
Selim’in babasına isyan ettiği tezine karşı Celalzâde’nin öfkesi dikkati çekicidir. Bu tezi öne sürenleri -en hafif deyimle- cahillik ve olayların içyüzünü bilmemekle suçlar. Kendisi olan bitenin “doğrusunu” Yavuz’un veziri Piri Paşa’dan dinlemiştir. Daha eserinin başında bu konuyu ele alırken “Bu kaziye Diyar-ı Rûm’da son derece meşhur, insanların dilinde malum ve mezkûrdur ve bazı ileri gelenlerin kitaplarında yazılmıştır” der ve devam eder: “Merhum Sultan Selim Han, atası Sultan Bayezid Han ile Çorlu Sahrası’nda cenk edip, o çarpışmada hezimete uğrayıp mağlup oldu derler. Hâşâ ve kellâ!” Celalzâde’ye göre savaş birkaç fesatçının yüzünden çıkmıştı, cahil halk da bunu Selim’e isnat etti… Oysa o “Ataya kılıç çekmedi, şeriata karşı gelmedi”. Sonuçta bu anlatıya göre Selim bu savaştan –isyan olmasın diye- uzaklaşmış, beladan kurtulmuştur. İstese savaşı kazanabilecek güce sahiptir. Selim’in bu savaşı istemediğinin delili, burada hiçbir namlı kişinin ölmemiş olmasıdır. Celalzâde, okurundan bu iddialara rağbet göstermemesini istirham eder: “Ko billâh sâmi’ân çûnuçerâyı!” (Allah için kulaktan dolma neden-niçinleri/dedikoduyu bırak!).
II. Bayezid aczini itiraf ediyor
Padişah, vezirleri ile
birlikte saltanatın devri
meselesini tartışıyor.
Selimnâme (Şükrî), TSM.
Şükrî’nin minyatürdeki
şiiri şöyle: “Gitti benden
güç ve cüretle kuvvet/
Ruh kuşumda kalmamıştır
ahenk/ Çimenlerimin yerini
yasemin aldı/ Artık bu
zeminde gül ve sümbül
bitmez/ Kim arzusuna
erişmiş ki dünyada ben
erişem/ Bu fâni dünyada
kim kalmış ki ben kalam.”
Selim’in Edirne’ye geldiğini bizzat gören İdris-i Bitlisî ise onun “cahillerden yüz çevir” hükmü gereği geri dönüp gidecekken akıbetsiz güruhun (vezirlerin) fırsat vermeyip peşine düştüklerini anlatır: “Yetişip aman vermediler, 4-5 bin kişi esir edip öldürdüler. Takip eden bazıları -hürmetlerinden dolayı- onu yakalayamadılar”.
Şükrî’nin Selim’i konuşturduğu beyitlerde Bayezid, oğluna kin tutar ve Selim’in iyi niyetine karşılık gurur gösterir. Selim’de savaş hevesi yokken babası çıkıp onunla savaşır. Şükrî savaşın çıkış sebebini savaş alanının darlığına dayandırır: “Eylemezdim men cihandâr ile ceng/ Bais [sebep] oldı cenge ol sahrâ-yı teng [dar sahra].” Selim, Tatar hanının kendisine asker verme teklifini de reddetmiş, niyetinin savaşmak olmadığını ve hem fazlasıyla askerinin bulunduğunu söylemiştir. Hadidî onun niyetini “Yoğidi kini gönli sâfî ruşen [aydınlık]/ Kılıç kuşanmadı, geymedi cevşen [zırh]” diyerek anlatır. Kemalpaşazâde’ye göre Selim, askerine karşıdan gösterilecek tavrı sessizce beklemelerini buyurur. Aniden üzerine gelen hücum karşısında “Zulmü başlatan en zalimdir” diyerek işini Hakk’a bırakır. Gelibolulu’ya (öl. 1600) göre Selim; “taç ve taht, huzur ve rahat istemezdi. Savaşı zikir ve fikir etmezdi. Cenk zuhura getiren müfsitler oldu”.
Hoca Sadeddin’in anlatısında Selim, “Vezirlerin kapattıkları kapıların görüşmeye engel olduğunu anlayıp babasının tutulmuş güneş gibi olduğunu” görmüştür. “Savaşmak amacıyla gelmedi ki savaşa, işi de yoluna koymamıştı ki dönüp gide”. Şehzâde, askerini kimseye saldırmamaları yolunda sıkı sıkıya tembihler, ancak karşı tarafın kara bulut gibi hücumunu görünce karşılık verirler. Selim savaşı ağırdan alarak babasının yanına bir yol bulup varmaya, sulh sağlamaya çalışır ama başaramaz. Şaşkın ve yol bulamaz halde kalıp “Burada bahtımı umarken bela zehrini içtim, yüz düşmana karşı bir dost vardı o da vefasız çıktı” diye yakınır.
Bayezid’a eleştiri, Selim’e dokundurma
II. Bayezid, ölümünden sonraki dönemde eser veren müverrihler tarafından, gazayı elden bırakması, yaşlandıkça vezirlerine teslim olması ve Selim’e verdiği ahdi bozması gibi sebeplerle -belirli bir saygı dâhilinde- eleştirilir ya da menfi resmedilir. Kemalpaşazâde’nin bir anlatısında Ahmed, hac bahanesiyle Memlûk ülkesine giden Korkud’u ve izinsizce Rumeli’ne geçen Selim’i uslandırmak için babasından izin ister. Bayezid buna rıza göstermeyip şu cevabı gönderir: “… Biz senin karındaşlarını itibar göstererek gaflet tuzağına düşürmek fikrindeyiz. İnşallah yakında umduğumuz kolaylıkla gerçekleşecektir”.
Lutfi Paşa, padişahın Selim’i nihayet İstanbul’a davet etmesini anlatırken “… ihtiram ile İslambol’a getürüb, günahından geçüb, tayyıb hatırla padişahlığı virüp…” ifadelerini kullanır. Hoca Sadeddin’e göre padişah, vezirlerin etkisiyle oğluna karşı savaşa niyetlenerek “devlet ve ikbale hakkı olan” Şehzâde Selim üzerine “kin ve hışımla asker çekip gönül tarlasına hınç tohumları eker”. Selim’in elçisi “Biz bu kadar saygıyla gelmişken, savaşmak için gelmemişken otağınızdan kovulmamıza neden nedir?” diye sorunca II. Bayezid sararıp hicap gözyaşları döker. Verilen ahdin tutulmaması Selim’in gönderdiği bir habere mealen şöyle yansır: “Vefa gayza geldi, gadr [zulüm] köpürüp patladı/ İş ile söz arasında düşülen döneklikten”. Şehzâde, babasından ümidi kesmiştir. “Padişah, Allah rızası yolunda olup bunca zaman zahitlik ve salahla adaleti ilke edinmişken, ömrünün sonlarında garazkârların sözleriyle boş yere kan dökenlerin yoluna ayak basıp sakındığı ve kaçındığı akıbete” uğramıştır. Kemalpaşazâde’de Selim, babasının kötü işli vezirlerin tahrikiyle ortaya çıkan “sitemkârlığını” (zalimliğini) görüp “bela girdabından selamet kenarına” çıkar. Gelibolulu Âlî, Selim’i konuşturarak Bayezid’in ihmali ile devletin zeval bulduğunu söyler. Padişah o haldedir ki, Şah İsmail’in hareketleri karşısında tereddütte kalmakta ve Rûm halkı Şah İsmail’in ülkeyi işgal edeceğinden korkmaktadır. Anonim Tevârîh-i Âl-i Osmân’a (16. yy.) göre Bayezid ile İsmail’in arası o kadar iyidir ki, Safevi hükümdarı, Şahkulu isyanından sonra yanına dönen müritlerine kızarak “ahret babası” Bayezid’in adamlarını öldürme iznini kimden aldıklarını sorar.
Selim eğlence meclisinde
Şükrî Selimnâme’sinde
Sultan Selim bir eğlence
meclisinde tasvir ediliyor.
“Geh ayş u işret, geh sayd
u şikâr itdi… Rezmde
(savaşta) Rüstem idi,
bemzde (eğlencede) Cem”
(Kemalpaşazâde).
Müverrihler, Selim’in de, özellikle sertliğinden ileri gelen bazı olumsuz sayılabilecek hasletlerine ucundan kıyısından da olsa değinirler. Şükrî ve Sadeddin’e göre Selim tahta geçince divanını toplar ve hazıruna der ki: “Tünd ü tîzem belki hûn-rîzem…”, yani “Haşin ve çeviğim belki kan dökücüyüm…” Bayezid’in tahtı oğluna devrederken söylediği vasiyetleri arasında, “Nahak yere öldürme” ve “Kardeşlerine dokunma” sözlerinin yer alması (Anonim, Sadeddin) belki bu yüzdendir. Kemalpaşazâde, Selim’in cülusundan sonra Arap diyarına kaçan Ahmed’e vezirlerin dilinden şunu yazar: “Olalı bu şahs [Selim] Rûm’a padişah/ Niceler kanını döktü bî-günah”.
Şükrî, “kin ve gazap dolu” Bayezid’in dilinden şunları terennüm eder: “Kim edeb terk itmiş aslınca Selim/ Gör ne küstah olmış ol bî-havf u bîm [korkusuzca]”. Yine ona göre ilk olarak Selim, Ahmed’in elindeki bir sancağı oğluna istemiştir. Kemalpaşazâde’ye göre Ahmed’in devlet kapısında her an adamlarının bulunması Selim ve diğerleri için “mucib-i ihanet” (ihanet gerekçesi) olur ve Rumeli’nden sancak talep etmesi -vezirlere göre- kanun-ı kadime aykırıdır. Selim, Ahmed ile mücadelesinde, karşı tarafa meyleden bazı kötü kimseleri para ile tarafına çeker ve Ahmed’in benzer şekilde taraftar toplamasına mani olur. Bursa’da ikisi henüz büluğa bile ermemiş toplam beş şehzade, amcaları olan Selim’in emriyle boğdurulur. Gelibolulu’ya göre ulema, babasına asi olduğu gerekçesiyle Şehzade Selim hakkında “kanı helaldir” hükmü verir. Anonim’de Selim’in yenilgisi hiç de hafifletilmez: “Bir miktar ceng olduktan sonra sınup cemi ashabın [bütün adamlarını] ve hazinesin koyup kaçtı”.
Tahtın teslimi ve meselenin tatlıya bağlanması
Hoca Sadeddin’in anlatısında, Selim’den gelen bir kapıkulu onun adaletini padişaha anlatınca Bayezid duygulanıp ağlamış, taç ve tahtı ona verme düşüncesi gönlüne çok erkenden yerleşmiştir. Fakat yine vezirler onun bu fikrini değiştirir.
Hemen hemen tüm kronikler, Bayezid’in saltanatı Selim’e “gönül rızasıyla” verdiği yönünde birleşirler. Elbette Yeniçeri isyanın bu “gönüllülüğe” etkisini yadsıyamazlar. Bayezid tacı bizzat Selim’in başına takar, Selim babasına hürmet edip tahtının ayağını öper, sarılır ağlaşırlar, Bayezid vasiyet ve nasihatlerini sunar, vesaire…
Ender olarak Anonim ve Celalzâde’de padişahın tahtını terketmemek için direndiği görülür. Vezirler divana girip yeniçerilerin Selim’le ilgili taleplerini dile getirdiklerinde sultan, “Mademki sıhhat dairesi içindeyim, kimesneye saltanat virmezem” der. Paşalar şöyle cevap verir: “Padişahım, kadimden nimetinizle yetişmiş bendeleriz. Şimdi çıkıp Yeniçerilere bu cevabı verince o anda bu kullarınızı kanlı kılıçla öldürürler. Kanımız devletli padişaha helal olsun. Bizi buracıkta öldür ama bizim bu sözleri çıkıp onlara söylemeye takatimiz yoktur”. Bunun üzerine paşalar ağlamaya başlar, Bayezid de dayanamayıp gözyaşı döker, “bi’z-zarûrî” (mecburen) saltanat dizginini Selim’e teslim eder.
Anonim’de de buna benzer bir anlatı vardır: Bayezid vezirlerine, isyancıların kendisini öldürüp öldürmeyeceğini sorar, onlar da “katletmezler ama mızrak ucuyla kaftanınızdan çekip indiriverirler” şeklinde bir cevap verir. Buna rağmen Bayezid’in, tahtı “canıgönülden” teslim ettiği de yazılır. Selim de zaten İstanbul’a davet edildiğinde, istemediği halde gerçekleşen Çorlu Savaşı nedeniyle özürlerini sunmuştur (Kemal, Sadeddin).
II. Bayezid’in şüpheli ölümü
Osmanlı tarihinde görülen bu “nevâdir-i ahvâlden” (ender vakalardan) sonra II. Bayezid, kalan ömrünü ibadet ve okumakla geçirmek için bir miktar tahsisatla Dimetoka’ya gitmek istediğini bildirmişti. Selim, babasını bu yolculuğa çıkarken iki menzil kadar uğurladı. Bir süre sonra ise saraya II. Bayezid’in ölüm haberi ulaştı. Hemen tüm kronikler bu konuda sabık padişahın hastalığının arttığını ve ansızın öldüğünü söylemekte, “eceli erişti” deyiverip bahsi kapatmaktadır. Yalnız Keşfî Mehmed (öl. 1525), Bayezid’in ölümü esnasında delirme emareleri gösterdiğini yazar. Bu bilgi konuyu inceleyenlere zehirlenme ihtimalini düşündürmüştür.
Daha geç dönemlerde Hazerfen Hüseyin Efendi (öl. 1691) tarafından yazılan Tenkîhu’t-Tevârîh adlı eserde, Bayezid’in Selim’den gelen ecel şerbetini bile bile içtiği yazılıdır. Ahmed’in Memlûk sultanına yazdığı bir mektupta ise, “babasını Selim’in öldürttüğüne dair halk arasında söylentilerin dolaştığından” bahsedilmiştir (TSMA, nr. 3062’den nakleden Uzunçarşılı). Şehabettin Tekindağ’ın aktardığına göre, II. Bayezid’in Dimetoka’ya gitmek üzere yola çıkan maiyetinde bulunan Cenovalı Giovan Antonio Menavino (Della Vita et Legge Turchesca) ve diğer bazı Batılı kaynaklar, sabık padişahın bir Yahudi doktor eliyle Sultan Selim tarafından zehirlendiğini kaydetmektedir (“Bayezid’in Ölümü Meselesi”, TD, Mart 1970, 24). Eğer bu ihtimal doğru ise Selim, Osmanlı tarihinde ilk ve tek olarak bir baba katli (parricide) gerçekleştirmiş bulunmaktadır. Topkapı Sarayı’nda bulunan ve II. Bayezid’e atfedilen Firaknâme’de yazılanlar, devrik padişahın muktedir oğluyla olan bütün macerasını özetler gibidir: “Kaçan ana riayet itmedüm ben/ Oğıl idi hıyanet itmedüm ben/ Bu beylikten feraget itmedüm ben/ Görün beyler bana nitti Selim Şah!/ Ben anı halüme haldaş bilirdüm/ Bunun gibi deme yoldaş bilürdüm/ Oğıl değil anı kardeş bilürdüm/ Görün beyler bana nitti Selim Şah!” (TSMA, nr. 8525’ten nakleden Tansel, Yavuz, 2016).
II. Bayezid ve I. Selim
Miftah-ı Cifrü’l-Câmi’den
detay, TSM. II. Bayezid,
oğlu Selim’i tahta
uygun görmüyor,
şehzâdeliğinde görülmeye
başlayan savaşçılığını,
“Düşmanlarımızı arttırmana
rızamız yoktur” diyerek
dizginlemeye çalışıyordu.
Müverrihler tarafından çoğu kez, “hükümdarların hayat ve eserlerinin unutulmaması için” yazılıp kaydedildiği söylenen tarihler, siyasi çekişmeler sözkonusu olduğunda yalın bir hatırlatma faaliyetinden uzaklaşarak muktedirin övgüsü, mağlup/ muhalifin yergisine dönüşmüştür. Bu yönüyle tarih, hatırlatıcı olmaktan çok yönlendirici bir nitelik kazanır. Hükümdarın meşruiyet ve haklılığı ispat ve tarihte “hayırla anılacak” hatırası temin edilmeye çalışılır.
Yavuz Sultan Selim’i ve onun dramatik kavgalarını hikâye eden tüm bu anlatılar, çağının ürünü olan zihinlerden, zamanlarının kendine özgü şartlarından doğdu. Bu metinlere bugünün penceresinden bakıldığında en iyi görülebilecek şey, belki de hükümdarların gelip geçtiği, fakat tarihin öznel ve araçsal olmaya yatkın doğasının her daim hükümferma olduğudur.
Başlıca kaynaklar
Anonim, Tevârîh, nşr. Giese; Celalzâde, Selimnâme, haz. Uğur-Çuhadar; Gelibolulu Âlî, Künhü’l Ahbâr, IV, TTK; Hadidî, Tevârîh, haz. Öztürk; Hoca Sadeddin, Tacü’t Tevârîh, sad. Parmaksızoğlu; İdris-i Bitlisî, Selimşahnâme, haz. Kırlangıç; Kemalpaşazâde, Tevârîh, VIII/II, IX, haz. Uğur; Keşfî Mehmed, Selimnâme, haz. Sağırlı; Lutfi Paşa, Tevârîh, haz. Atik; Şükrî-i Bitlisî, Selimnâme, haz. Argunşah.
SELİM KARŞITI FETVA:
‘Babasına başkaldırdı, kanı helaldir’
“… Cesur şehzade, devletli Selim Han, 1511 senesi hududunda devlet kapısına doğru yola çıkmış, ‘Kadim saltanat hilati çekiştirilmiş, ele geçirilmeye çalışılmaktadır’ diye başşehir Edirne’ye yönelmişti. ‘Gelmeyesin’ diye dostane emirler gönderildi. Asla o sözleri dikkate almadı. Daha sonra ulema, babasına asi olduğu ve [hareketlerinin] kanının helal olması yolunda gerçekleştiği üzerinde ittifak eylediler. Hatta fetva suretleri yazıp, mühürleyip gönderdiler. Hâlâ ki bildiğinden dönmedi. ‘Saltanat işleri bozulmuştur ve varisi olduğumuz mülk yaşlı babamın gaflet ve ihmali ile zeval bulmak mertebelerine varmıştır. Elbette benim kendileriyle mülakat etmem lazımdır.’ diye konuşurdu. On bin miktarı adamla bu sene Haziran sonlarında başşehir Edirne’ye yöneldi…” (Sadeleştirilmiştir).
(Gelibolulu Âlî, Künhü’l-Ahbâr, IV. Rükn, TTK, 199b).
İsyanın kronolojisi
Mart 1511 Trabzon valisi Şehzâde Selim, Rumeli sancaklarından birinin kendisine verilmesini istedi. Talebi kabul görmeyince oğlu Süleyman’ı görmek bahanesiyle Karadeniz’den Kefe’ye geçti.
9 Nisan 1511 Teke Kızılbaşları Şahkulu önderliğinde isyan etti. Karagöz Paşa öncülüğündeki Osmanlı kuvvetlerini dağıttılar. Hadım Ali Paşa ile Şehzâde Ahmed, Şahkulu isyanını bastırmakla görevlendirildi.
Haziran 1511 Rumeli üzerinden Edirne’ye gelen Selim, Çukurçayırı mevkiinde babası II. Bayezid’le karşılaştı. Elçiler aracılığıyla bir ahitnâme imzalandı. Buna göre II. Bayezid hayatta kaldığı müddetçe kimseyi veliaht göstermeyecek, Semendire sancağı da Selim’e verilecekti. İstanbul’a dönen II. Bayezid’in Ahmed’i tahta çıkaracağı söylentisi üzerine Selim ve askerleri Semendire yolundan geri dönüp Edirne’ye girdiler. Şehzade, bir an önce sancağına dönmesi yönündeki uyarılara kulak asmadı.
Temmuz 1511 Hadım Ali Paşa, Şahkulu isyanı sırasında öldürüldü. Ahmed isyanı bastırmada başarısız oldu.
3 Ağustos 1511 Selim ve II. Bayezid Çorlu’da tekrar karşı karşıya geldi. Yapılan savaşta yenilen Selim, Karabulut adlı seçme atı sayesinde kaçabildi. Karadeniz sahilinden bir gemiyle Kefe’ye döndü.
21 Ağustos 1511 İstanbul’a davet edilen Şehzade Ahmed’in Maltepe’ye kadar gelmesi üzerine Selim taraftarı Yeniçeriler isyan etti, Ahmed yanlısı vezirlerin evleri basılıp yağmalandı. Padişah, beş paşanın azledilmesine mecbur edildi. Şehzâde Korkud, Yeniçeriler tarafından sevildiği için bazı paşalarca İstanbul’a davet edildi. Yeniçeri odalarına sığınan Korkud’a hürmet gösterilse de meyil gösterilmedi.
6 Mart 1512 İstanbul’a giremeyen Ahmed, Anadolu’yu elegeçirmeye çalıştı. Bu sırada patlak veren Nur Ali Halife önderliğindeki Kızılbaş isyanına da engel olamadı. Yeniçeriler saray önünde toplanıp Selim’i liderleri olarak görmek istediklerini beyan ettiler. Bunun üzerine II. Bayezid, Selim’i serasker olarak İstanbul’a davet etmek zorunda kaldı.
19 Nisan 1512 Şehzade Selim Rumeli üzerinden yola çıkıp İstanbul’a geldi ve otağını Yenibahçe’de kurdu.
24 Nisan 1512 Ömrünün sonuna kadar tahtında kalmak niyetinde olan II. Bayezid, yeniçerilerin baskısı sonucu saltanatı Selim’e terk etmek zorunda bırakıldı.
23 Mayıs 1512 II. Bayezid İstanbul’dan Dimetoka’ya doğru yola çıktı.
26 Mayıs 1512 II. Bayezid Dimetoka’ya varmadan Çorlu yakınlarında vefat etti.
16 Aralık 1512 Selim yeğeni olan beş şehzâdeyi Bursa’da katlettirdi.
13 Mart 1513 Şehzâde Korkud saklandığı Teke bölgesinde yakalanıp idam edildi.
24 Nisan 1513 Selim ve Ahmed’in orduları Yenişehir Ovası’nda karşı karşıya geldi. Esir edilen Ahmed yay kirişi ile boğduruldu.