Eylül ayında başı açık olduğu için gözaltına alınan ve sonrasında hayatını kaybeden Mahsa Jîna Emînî, İran’da görülmemiş boyuttaki protestoları tetikledi. Ülkenin bütününe yayılan, farklı toplumsal kesimleri biraraya getiren, öndersiz ve kendiliğinden gelişen; yaş ortalaması 20 olan hareket; 1979’daki İslâm Devrimi’nden bu yana en kapsamlı toplumsal gösterilerle sürüyor.
İran’daki protestolar sırasında 18 Ekim 2022 itibarıyla, insan haklarını savunma gruplarının tahminine göre 28’i çocuk olmak üzere 240 kişi öldürüldü, 12.450 kişi gözaltına alındı. İranlı yetkililere göre, aynı süre içinde öldürülen güvenlik güçlerinin sayısı ise 24. Uluslararası Gazeteciler Federasyonu’na göre şu ana kadar 24, Sınır Tanımayan Gazeteciler’e göre 30 gazeteci gözaltında.
13 Eylül 2022’de ailesiyle Tahran’a gelen Seqiz kentinden 22 yaşındaki Mahsa Jîna Emînî, yakınlarının anlatımıyla metro çıkışında başörtüsüyle saçını usulünce örtmediği gerekçesiyle Geşt-i İrşad (irşad devriyesi-ahlak polisi) tarafından derdest edildi. Götürüldüğü polis noktasında komaya giren Emînî, 3 gün sonra Kasra hastanesinde hayatını kaybetti. Gazeteci Nilüfer Hamedi olayı açığa çıkartırken, kurbanın fotoğrafları kamuoyunu ateşledi. Cenazenin defnedilmesi sırasında haykırılan “Jin, Jiyan, Azadi” sloganı, bölgenin yanısıra mevcut başkan İbrahim Reisi’nin memleketi, kutsal kent Maşhad’a kadar ülkenin dörtbir yanında yankılandı. Mezartaşında “Sevgili Jîna, asla ölmeyeceksin! Adın bir simge olacak” yazıyordu.
Hadiselerle birlikte İran’da “Z” kuşağı beklenmedik bir şekilde teokratik rejimin gayrimeşru karakterini açığa çıkardı. İslâm Devrimi’nden 43 yıl sonra gerçekleşen bu ayaklanma, öncekilerden farklı olarak şimdiden tarihte yerini almış durumda. Büyük bir ihtimalle 68’in “Gerçekçi ol imkansızı iste” sloganı gibi “Jin, Jiyan, Azadi” sloganı da dönemin sembolü olacak.
İran’da göstericilerin ortalama yaşı 20. Ülkede nüfusun %70’i 25 yaşının altında olduğu için, rejimin (nizam) uzun vadeli bir meşruiyet krizinde olduğu söylenebilir. Yeni kuşakların, iktidardaki rejimin tarihi ile bir ilgisi yok. 1979 İslâm Devrimi’nin menkıbeleri de onları ilgilendirmiyor. Ailelerin çoğu ise nizamın vaatlerinden hüsrana uğramış durumda.
Gerçekten de 43 yıl önce rejimin toplumsal tabanı özellikle yoksul müminlerden oluşuyordu. Devrimden sonraki zaman içerisinde devletin yoksulların hizmetinde olması bir yana sadece kendini koruyacak bir kastın keyfi ile idare edilmesi, İslâm Cumhuriyeti’nin ideolojik meşruiyetini giderek kaybetmesine yolaçtı. Zenginler daha zengin oldular ve bunu rejimin otoriteleriyle ilişkileri sayesinde -özellikle de Ayetullahlara yakın olanlar-sağladılar.
İran’da gençliğin %27’si işsiz; enflasyon %40 ve diplomalılar da dahil olmak üzere önemli bir kesim kayıtdışı ekonomide çalışıyor; resmî istatistiklere göre nüfusun yarısı yoksulluk sınırının altında. 2020 raporlarına göre 7 milyonu tehlikeli işlerde olmak üzere 10 milyon “çalışan çocuk” var. Özetle bugün İranlılar daha az zenginler, daha az özgürler ve hiç şüphesiz 1979 öncesine kıyasla daha az dindarlar. Bazılarına göre İran, Şii din adamlarının yönettiği teokratik bir rejim olmaktan ziyade İslâm Devrimi Muhafızları (Pasdaran) tarafından yönetilen askerî bir devlet. Pasdaran, fabrikalar, şirketler, altyapı, bankalar, konut, havayolu şirketleri, turizm ve diğer sektörleri elinde tutan büyük bir güç. Yolsuzluk ayyuka çıksa da hükümete hesap vermek zorunda değil; doğrudan “yüce rehber”e bağlı.
Son 30 yılda neoliberal uygulamaların yarattığı sefalet, Amerikan emperyalizmi karşıtı ucuz söylemlerle örtülemiyor; egemen oligarşinin yarattığı toplumsal sorunlar iyice açığa çıkıyor. İnsanlar İslâm Devrimi’yle onlarca yılda elde ettikleri kazanımları yitirirken, yöneticiler lüks içinde yaşıyor; paralar İsviçre bankalarında, çocukları yurtdışında okusun diye Batı’ya gönderiliyor.
Gösterilerde rejimin kurucu babalarının (Humeyni ve Hamaney) portrelerinin yırtılması, İslâm Cumhuriyeti’nin teorisyeni Morteza Motahari’nin heykelinin yakılması, rejimle bir pazarlık arayışında olunmadığını göstermekte. Dolayısıyla önceki muhalefet hareketlerine kıyasla yapısal bir farklılık sözkonusu.
Çeşitli rejim muhalifi çevreler ise ülkedeki gösterileri kendilerine yontmakta. Oysa bu hareketin önderi, başı yok; kitlesel, kendiliğinden bir hareket sözkonusu. Tabii protesto hareketinin temel zorluğu, bir alternatif sunacak yapılanmış bir muhalefet oluşturmamasında. Rejim muhalifi partiler ve sendikalar hareketi desteklemekte ancak bunların da toplumsal karşılıkları oldukça zayıf. Öte yandan hareketin bu zayıflığı gücünü de oluşturuyor. Farklı kuşaklar, sınıflar, kadınlar başta olmak üzere gençler, liseliler ve çoğunluğu Sünni Kürtler başta olmak üzere farklı mezheptekiler; ülkedeki neredeyse bütün kesimleri ortaklaştıran bir protesto içerisinde.
Merkezden uzak bir yerde başlayan protestolar tüm ülkede, diğer etnik gruplarda da hemen yankı buldu; İran Azerbaycanı’na, gösterilerin sert bir şekilde bastırıldığı Belucistan’a yayıldı. Gösteriler Türkmenler, Azeriler, Kürtler, Beluciler, Araplar başta olmak üzere bütün İran halklarını derinden etkiledi. Bir başka deyişle laik ve İslâmcı feministler, Haft Tappeh (Ahvaz) sınai tarım kompleksi işçileri, Abadan’da petrol rafinerisi işçileri, Tahran ve çevresinde Vahed’deki otobüs şoförleri, öğretmen sendikaları, işsizler, liseliler rejimi ikna etmek yerine artık ona cepheden meydan okumayı tercih ettiler. Kadınların eşitlik talebi, halk egemenliği, laiklik, insan hakları, ifade ve düşünce özgürlüğü, sendikal ve siyasal haklar gibi toplumu cendereye alan sorunların etrafında yeni buluşmalara imkan hazırladı.
1979 Devrimi’nden beri İslâmi rejim, ideolojik söyleminin temeline örtünmenin kutsanmasını koymuştu. Rıza Şah Pehlevi (1925-1941) döneminde modernlik karşıtı olarak nitelenerek yasaklanan örtünmenin kitlesel dönüşü, devrimin zaferinin bir nişanesi olarak görülmüştü. Üniversitelerde kadınlar siyah çadoru (çarşaf ) rejime muhalefetin bir simgesi olarak giymişlerdi. Şimdi ise tarihin bir ironisi olarak rejim karşıtlığının simgesi olarak çadorlar, başörtüler yakılmakta…
Örtünmenin araçsallaştırılmasının, örneğin Magrip’te, Mısır’da olduğu gibi 19. yüzyıldan kalma bir hikayesi var. Fransız ve İngiliz sömürge rejimleri, kendi toplumsal değerlerini ideal olarak sunmalarının bir tezahürü olarak kadınların başlarını açmasını onların kurtuluşu olarak sunuyordu. Bundan 1 asır sonra ise Humeyni’nin yakını Ayetullah Teleghani, İran’ın “bir devrim ve köklü bir değişim” geçirdiğinin dünyaya gösterilmesi için kadınları çador giymeye cesaretlendiriyordu. Kadınların giyim-kuşamı basit bir toplumsal denetim veya devletin meşru şiddet tekelinin ötesinde ülkenin karakterinde önemli bir değişikliğe, Pehlevi monarşisinden İslâm Cumhuriyeti’ne geçişi ifade ediyordu. O günden beri kadınlar, ülkenin içinde ve dışında rejimin mesajı açısından önemli bir rol oynadı. Anti-monarşist bir devrimle Batı’nın emperyalist sömürüsünden kurtulan ülkenin kimliği, kadınların bedeni üzerinden inşa edilecekti.
İran’da kadınların ülke ölçeğinde yaygınlaşan ve uluslararası ölçekte yankılanan gösterilerin başını çekmesi, onların ilk defa toplumsal hareketlere öncülük ettiği anlamına gelmiyor şüphesiz. Şah’ın devrilmesinden hemen sonra, Humeyni’nin kadınların başını örtmesini dayatmasından 3 gün önce, 8 Mart 1979’da Uluslararası Kadın Günü’nde kadınlar özgürlüklerini kısıtlayan şeriata ve cinsiyetçi baskının yeni biçimlerine karşı sokağa inmişlerdi. 3 gün boyunca 100 bin kişi “Eşitlik, eşitlik, ne çador ne başörtüsü” haykırışıyla alarm zillerini çaldı. “Devrimi, geriye gitmek için yapmadık” diye haykırdılar. Bu gösteriler sert bir biçimde bastırıldı; “muhalif erkekler” de kadınları desteklemek için fazla bir şey yapmadılar (Kadınlardan sonra Humeyni’nin gelişine karşı çıkan ikinci kesim Kürtler olacaktı). Siyasal ve toplumsal örgütlerin çoğu “bir karşı-devrime yol açabilir” diye kadınların gösterilerini desteklemedi. Humeyni’nin Amerikan karşıtlığı, Sol’un önemli kesimlerinin de elini kolunu bağlamıştı. Bu durumda kadınların taleplerinin bir önceliği yoktu!
1979 Devrimi’nden sonra kadınların İran toplumundaki konumu temelden değişti. Kadınların kazanmış olduğu bir dizi hak geri alındı. Eldeki medya, eğitim, siyasal merciler ve adli sistemle kadınların toplumsal rolleri sınırlanırken bunun bir göstergesi olarak “hicap” öne çıktı.
İslâm Devrimi’nden 3 yıl önce 1976’de kadınlar arasında okuma-yazma oranı %35 iken, faal nüfus içinde payları %12.9’du. Oysa 1986’da okuma-yazma oranı %52’ye çıkmış, faal nüfus içindeki payları ise %8.2’ye düşmüştü. Bu konuda eldeki son veriler 2016’ya ait: Okuma yazma oranı %82.5’a çıkmış, faal nüfus içindeki pay ise %14.9 olmuş! Üniversitede öğrencilerin %60’ı kadın ama, ayrımcılık, yolsuzluk ve sürekli özelleştirmelerle değişen çalışma hayatında bunun bir karşılığı yok. Yıllar geçtikçe kadınların eğitim düzeyi yükselmiş ama yoksullaşan da onlar olmuş.
Öte yandan kadınlar, evlilik, boşanma ve çocuklarına sahip olma bakımından da eşit haklara sahip değil. Küçük yaşta evlilik yasallaşmış durumda. Çokeşlilik meşrulaşırken, evli bir kadının başka biri ile ilişki içinde olmasının cezası idam! İran’da başörtüsü artık bir tercih değil, baskının bir simgesi. Yani yakılan başörtüsü bu zorlamaya karşı bir tavır; yoksa bu gösterilere katılan insanların bir çoğu dindar. “Dinimizde zorlama olmadığına göre rejim ne cumhuriyet ne de İslâmi” diyorlar.
İslâm Devrimi’nden 2 yıl sonra kurulan ahlak polisi ise, son olayda da görüldüğü gibi sert önlemler alabiliyor ve rejimin meşruiyetini özellikle kadınların kılık-kıyafeti üzerinden sağlamaya çalışıyor.
2009, 2017 ve 2019’daki büyük gösterilerle 2022 karşılaştırıldığında, farklı dinamiklerin sözkonusu olduğu ortada. 2009’da Ahmedinecad’ın yeniden seçilmesindeki yolsuzluk üzerine patlak veren olaylar daha ziyade orta ve üst sınıfların hareketiydi ve insanlar oylarına sahip çıkmak istiyorlardı. Hadiselerin ancak 8. ayında “yüce rehber” Ali Hamaney hedef alınacaktı. 2017’de ise sadece ABD’nin yaptırımlarına bağlı olmayan ekonomik kriz, özellikle Tahran’ın güneyinde halkın sokağa dökülmesine yolaçtı ve ülkenin 100’e yakın küçük kentinde insanlar gösterilere katıldılar. 2019’da yine akaryakıt fiyatlarına yapılan zam, hükümetin kötü yönetimi, dinî lider Ali Hamaney ve o zamanki cumhurbaşkanı Hasan Ruhani yönetimindeki yaygın yolsuzluklara karşı bir tepki olarak, özellikle çalışan kesimler sokağa döküldü. Bugün ise yalnızca orta sınıflar değil alt sınıflar da sokağa dökülmüş durumda. Kadın hakları meselesinden başlayan hareket böylece toplumun bütün kesimlerini kucakladı. Hareketin temel özelliği artık devlet başkanına hitap etmemesi; doğrudan “yüce rehber”i hedef alması. “Kahrolsun diktatörlük! Kahrolsun İslâmi Cumhuriyet” sloganı, göstericilerin iktidardan bir beklentileri olmadığını gösteriyor.
Bugün kılık-kıyafet-peçe mecburiyetiyle sınırlı olmayan ve açıkça sisteme karşı çıkan göstericiler ve ayaklanma sınırlarını zorlayan bir hareket söz konusu. Başörtüsü ile başlayan hareket, artık sistemin meşruiyet merkezine yöneliyor. Gösterilere katılanlar yakalandıklarında başlarına gelebilecekleri bildikleri hâlde, haftalardır bunu sürüdürüyor. İlginç olan, hareketin en muhafazakar, en ücra kentlere kadar yayılması.
Devrimden bu yana ilkdefa orta sınıfların, işçilerin, öğretmenlerin, öğrencilerin ve etnik azınlıkların bir bütün olarak rejime karşı çıktıklarına tanık olunuyor. Hareketin öndersiz olması, ordunun yekpare kalması gibi bir dizi nedenle iktidarın değişmesi zor; ancak tıpkı 68 gibi, iktidar olmasa da kalıcı değişikliklere, nizamda gediklere yol açabilecek bir mücadeleye tanık oluyoruz.