18. yüzyılda “Yunan Aydınlanma Hareketi” adı verilebilecek bir zaman diliminde, kilise ve aristokrat ailelerin büyük desteğiyle eski Yunan kültürü üzerine araştırmalar yoğunlaştı. 1821’de iyiden iyiye yükselen milliyetçi akım, Osmanlı devlet ve kamu düzeninde de onulmaz yaralar açacaktı. 2. Mahmut döneminde Rum Patriği Gregorius’un idamı ve hemen akabindeki isyanların ve diğer gelişmelerin analizi.
Osmanlıların fethettikleri ülkelerdeki Hıristiyan ve Yahudi toplumları özgürce kendi dinlerinde ayinlerini eda eder, kendi dilleriyle eğitimlerini devletin müdahalesi olmadan sürdürürlerdi. Savaşmadan teslim olan şehirlerdeki halkların ibadethanelerine yönelik serbestlik nispeten fazla olurdu.
Hangi dinden olursa olsun Osmanlı tebaasının devletle ilişkisi “millet sistemi” aracılığıyla olmuştur. Buradaki millet kavramında din üzerinden bir tasnif söz konusudur. Kuran’dan alınan bu kavram “Millet-i İbrahim” adı verilen Müslümanlarla “Millet-i Mesihiye/İseviye” ve “Millet-i Museviyye” denilen gayrimüslimleri belirlerdi. Onlar da kendi içlerinde Ortodoks, Katolik, Protestan olmalarına itibar edilerek Millet-i Ermeniyan, Millet-i Rumiyan, Musevi Milleti, Karaim Milleti gibi sınıflara ayrılırdı.
Gayrimüslimlerle devletin ilişkisi İslâm Hukuku’nun Sünni-Hanefi yorumuna göre şekillenir, dinen alınması farz olan cizye vergisini ödedikleri sürece devlete bağlılık sözleşmesini yerine getirmiş “zimmî toplumu” olarak kanları, canları ve malları aynı Müslümanlar gibi devletin himayesine alınırdı. Osmanlılardan önceki Müslüman devletlerde ateşperestlere verilen “gebran” ismi, uzun asırlar boyunca onlardan alınan vergiye “cizye-i gebran” denilmesine yolaçtı ve Osmanlılar döneminde Hıristiyanlara da “gebran” adı verilmeye başlandı. Bazen “cizye-i kefere” olarak adlandırılsa da Hıristiyanların cizyesine daha çok “cizye-i gebran” adı verilmiştir.
“Gebran” ismi zamanla “gâvur” sözcüğüne dönüşerek Osmanlıların kendi tebaalarından olan gayrimüslimlere hitap şekli olmuş, “kâfir” olarak adlandırdıkları harbî veya müste’men gayrimüslimlerden ayırıcı bir sıfat olarak yerleşmiştir. Yahudilerden alınan cizyenin adına bir-iki istisna dışında gebran cizyesi denilmemiş ve genellikle “Cizye-i Yahudiyan” olarak adlandırılmıştır. Tanzimat Dönemi’nde sıkça duyulan “gâvura gâvur demenin yasaklanması” ilkesi “Osmanlı milleti” oluşturmaya yönelen paradigma içerisinde yerli Hıristiyan reaya için geçerli olup, tebaadan olmayan Hıristiyanların “kâfir” olarak adlandırılmasında bir değişiklik olmamıştır.
Osmanlılar Hıristiyanları toplu olarak din değiştirmeye zorlamak bir tarafa, cizye vergisinden kaçınmak istedikleri şüphesiyle toplu ihtidalarını asla kabul etmediler. Zamanla bireysel tercihleriyle İslâm dinine geçenleri kontrollü olarak benimsediler ve “kisve baha” adını verdikleri maddi mükâfatı da eksik etmediler. Elbette toplu ihtidaları kabul ettikleri takdirde iki-üç yıllığına iltizama verilmiş bölgelerin cizye vergisindeki anormal kayıptan dolayı birçok dengenin altüst olacağını biliyorlardı. Küçük yaşta devşirilen çocukların İslâm dinine geçişleri zorunluydu ama sayı olarak herhangi bir toplumu zayıflatacak miktarda olmayan bu uygulama da 17. yüzyıl başlarında kaldırılmıştı.
Millet sisteminde devletin tebaayı kendine benzetmek, asimile etmek gibi bir derdi yoktu. Dil ve din üzerinden sömürdüklerini kendine benzetmeye çalışan 19. yüzyıl emperyalist politikalarının tam aksine, Osmanlılar fethedilen bölge insanlarının, zimmî unsurların, birlikte yaşadıkları “gâvurlar”ın kendilerine benzemesini asla istemezlerdi. Gayrimüslimler ata binemez, sarı mest-pabuç giyemez, Müslüman kıyafetlerine asla bürünemezlerdi. Hatta 3. Selim bir hatt-ı hümayununda gayrimüslim evlerinin dış cephe renklerinin bile Müslümanlardan farklı olmasını, gâvurun Müslüman’ın belli olmasını istemiştir (BOA. HAT. 9415). Giyim-kuşamları, oturdukları mahalleleri, gittikleri okulları ayrı olmalı; her millet/cemaat kendi toplumuyla birlikte, kendi kurallarına göre yaşamalıydı. Osmanlıların dinsel akidelerine ve dillerine hiç müdahale etmedikleri gayrimüslim unsurların zamanla dinsel ve millî bir bilinç geliştirmelerinin mümkün olabileceğini düşündüklerini söyleyemeyiz.
Cemaat ruhbanlarına bırakılan çok etkili otorite sahası üzerinden devlet de o toplumun kontrolünü sağlardı. Elbette her otorite sahasında olduğu gibi burada da yetkilerin kötüye kullanılması çok tabiidir. Zamanla ruhban sınıfları, cemaatlerini ezerek, sömürerek onların sırtından edindikleri servetleri Osmanlıların güçlü adamlarıyla, hediye, pişkeş, rüşvet gibi isimler altında paylaşarak bir yönetim sistemi oluşturdular. Bu sistemi kendi açısından dönüştürmek isteyen Vatikan’ın 17. yüzyıl başlarından itibaren Ortodoks Ermenileri Katolik mezhebine geçirmeye yönelik misyonerlik faaliyetlerine, Osmanlı Devleti’nden önce bizzat Ermeni Kilisesi büyük tepki gösterdi. Devlet, Rum ve Ermeni kiliselerinin kendi içlerinde çıkan ihtilaflarda her zaman yönetici patrikler ve meclislerin tavrına uygun karar vermiştir.
Milliyetçilik yükseliyor
Rusya 1774’deki Küçük Kaynarca Anlaşması ile Osmanlıların Ortodoks tebaası üzerinde himaye hakkı kazansa da ilk yıllarda Osmanlı ile gayrimüslim tebaanın ilişkileri bundan pek olumsuz etkilenmedi. 1789 Fransız İhtilali’ne kadar ruhbanlarla devletin kurduğu bu denge büyük oranda korundu ve milliyetçilik fikirleri ile anti-klerikal akımların yayılmasına kadar ufak-tefek sürtüşmeler dışında sorun çıkmadan sürdürüldü. Kendi sınıfını hem ruhbanlara ve kiliseye hem de devlete ve yöneticilerine karşı ayaklandırmaya yönelten isimler ortaya çıktıkça geleneksel yapı sarsılacaktı.
18. yüzyılda “Yunan Aydınlanma Hareketi” adı verilebilecek bir zaman diliminde kilise ve aristokrat ailelerin büyük desteğiyle eski Yunan kültürü üzerine araştırmalar yoğunlaştı. Fransa ve Napoléon’dan oldukça etkilenen Velestinli Rigas’ın (Rigas Velestinlis-Feraios/ 1757-1798) ortaya çıkışı bu sıralarda oldu ama firari bulunduğu Avusturya’dan Osmanlılara iade edilir edilmez 1798’de Belgrad’da idam edildi ve Yunan bağımsızlık kahramanlarının ilki olarak tarihe geçti. Divan-ı Hümayun tercümanlıkları ile Eflak-Boğdan voyvodalıklarını tekelleri altında bulunduran ve Yunan yönetici aristokrasisini oluşturan İpsilanti, Kalimaki, Morozi ve Suço ailelerine “Fenerli Beyler” deniliyordu. Bunların Rum Patrikhanesi ve Düvel-i Muazzama ile kurdukları ilişkiler üzerinden Osmanlı devlet adamlarıyla olan etkileşimleri, Yunan bağımsızlık sürecini giderek hızlandırdı. Rigas’ın 18. yüzyıl sonunda edebiyat ve fikir kulübü olarak kurduğu ama idamıyla dağılan Filiki Eteria örgütü 1814’te Odesa’da yeniden kurularak bağımsızlık sürecini somut bir şekle büründürdü. Örgüt, babasını Osmanlıların idam etmesi üzerine sığındığı Rusya’da çarın yaverliğine getirilen Aleksander İpsilanti başkanlığında, çok kısa sürede Odesa, İstanbul, Mora ve Adalar’da binlerce üye kazandı.
Başka örneği yok Çizeri, basanı kesin olarak tespit edilemeyen şimdiye kadar bir örneğini sadece yazarımız Sahaf Nedret İşli’de görebildiğim bu tarihî resmin İstanbul menşeli ve 2. Meşrutiyet’in getirdiği özgürlük ortamının bir eseri olduğu zannolunur. Bu resimle aynı özellikleri tarif edilen başkaları da 1911’de Cibali’de Aya Nikola Kilisesi’nin avlusunda satılırken ele geçirilmiş (DH.EUM.KDL. 6/6) Satıcı Ligor ifadesinde, bu resimleri Beyoğlu Kule Kapısı’nda Yunanlı Kitapçı Yerasimos Aleksandratos’tan aldığını söylüyor. Kitapçı Yerasimos’un kendi eseri olarak basım ruhsatı aldığı Rumca İncil bastığı matbaası var. Afişlerin de bu matbaada basılmış olması muhtemeldir. Levhanın numaralı yazılarının Rumcadan tercümesi şu şekildedir: 1. Vatan ve İnanç Mücadelesi 2. Patrik V. Gregorius 3. İşte hayatımı vatan uğrunda feda ediyorum 4. Karakullukçu 5. Yahudi 6. Kaleci? 7. Postacı? 8. Çingene 9. Balat’ta Bostancı hapishanesinde mahkûm olan başrahipler 10. Yahudiler Aziz Lipsanon’u (Patriğin cesedi) istiyorlar. Dimitrakis (nâm-ı diğer Gâvur Hasan) Yahudilerin kafasını kesiyor. Yahudiler patriğimizi sürüklüyor 11. Kutsal emanet teslim alınıp Odesa’ya getiriliyor Thrasivoulos 13. Bostancı 14. Dimitrakis (Gâvur Hasan) 15. Fener Kapısı 16. Kasımpaşa
İstanbul’da endişe ve karışıklık
2. Mahmut’un saltanatının başlarında “Kethüda-yı Devlet” unvanıyla ipleri eline geçiren ve padişahın yanında mutlak bir otorite kuran Nişancı Halet Efendi, Kalimaki ailesinin kâtipliğinde bulunduğu sıralarda Rum dünyasına nüfuz etmişti. Devlette yükselirken Babıâli ile Yunan aristokratları arasındaki akçeli ilişkileri kendi menfaatine kullanmayı bilen Halet Efendi, iktidarını sürdürebilmek için Yeniçeriler başta, belirli odakları beslemesi gerektiğini de gayet iyi biliyordu. Bunun için de Kalimaki ailesini para kaynağı olarak kullanırken, Yunan bağımsızlığı için tehdit olarak görülen “Yanya Sultanı” Tepedelenli Ali Paşa’nın önce etkisiz hale getirilip sonra ortadan kaldırılmasında pervasızca kendini kullandırdı.
Devletin birçok kurum ve yetkilileri eliyle ortaya serilen büyüklü küçüklü ihmallerin yeşerttiği ortamda Odesa kaynaklı ilk isyan Boğdan’da 5 Mart 1821’de Aleksander İpsilanti’nin önderliğinde 3000 civarında askerin Yaş’ı işgaliyle başladı. Yürümeye devam ederek ele geçirdikleri Kalas’ta Müslüman sivillere yönelik vahşi katliamları İstanbul’da duyulur duyulmaz devlet isyana karşı harekete geçti. Ruslardan umduğu desteği bulamayan, çarın yaverliğinden kovulan İpsilanti, Haziran 1821’de ordusu da bozulunca Avusturya’ya firar etmek zorunda kaldı. Aleksander’ın kardeşi Dimitri İpsilanti, Fener Patriği Gregorius’un ve Divan Tercümanı Morozi’nin tavsiye mektuplarıyla Mora taraflarına isyan hazırlıkları için gönderilmişti. Batı Anadolu, İstanbul, Akdeniz Adaları ve Kıbrıs’ın Rum halkı 22 Nisan 1821 tarihine denk gelen Paskalya gününde topyekun isyana kalkışmak üzere hazırlanıyordu.
Osmanlı Devleti’nin üzerine ordu gönderdiği Tepedelenli saf değiştirip isyancı Rumlarla birlik olunca, Mora’da isyan sorunsuz bir şekilde ilerledi. Balkanlar’daki bazı Osmanlı görevlilerinin isyan hazırlıklarına dair ihbarları kulak arkası edildi, ihbar sahipleri sürgüne yollandı. İngiltere elçisinin aynı konudaki istihbaratı duymazdan gelindi. Tepedelenli isyanını bastırmak üzere Yanya’da ordusu başında bulunan Hurşit Paşa’nın Rumların isyan tehdidini küçümseyip Mora’ya önem vermemesi de isyancılara rahat bir eylem ortamı sağladı.
‘İbret-i alem’ diye başlayan idamlar
İsyanın ilk anlarında İstanbul’da patrikhane üzerine yoğun bir baskı uygulanarak Patrik Gregorius’un dindaşlarını isyan yolundan çevirmeye yönelik çalışmalarda bulunması istendi. Patrik isyan bölgelerine çeşitli mektuplar gönderdiyse de etkili olmayınca isyancılar için bir aforozname yayımladı. Aforoz tehdidi de fayda etmeyince isyana el altından önayak olduğuna dair en ufak emare bulunan Rumların idam edilmesine başlandı. İstanbul’un çeşitli yerlerinde “ibret-i âlem için” asılan Rumların cesetleri üç gün yerinde bırakılıp, halkın gözü korkutulmaya çalışıldı.
İstanbul’un yönetim çevreleri ve halk kitleleri arasında, Halet Efendi’nin basiretsiz ve kendi başına aldığı kararlarla isyana sebebiyet verdiği hatta işi alevlendirdiği dedikoduları almış yürümüştü. Halet Efendi, Yeniçerilerden aldığı güçle 2. Mahmut üzerindeki tartışılmaz nüfuzunu kaybetme ve canından olma endişesine kapılınca karşı hamlelere girişti. Tarih-i Cevdet’te Cevdet Paşa der ki; “Halet Efendi kendi kötü işlerinden dolayı Rum isyanı çıktığı için halkın diline düşmüştü. Burasını unutturmak için daha büyük gaileler çıkarmak ve âlemin karıştıkça karışmasını isterdi”. Halet Efendi, Sadrazam Ali Paşa ile Şeyhülislam Halil Efendi’nin muhalefetiyle karşı karşıya kalınca ikisini de azlettirip İstanbul’dan sürdürdü. Çıldır valisiyken atandığı Çirmen Valiliği’ne gitmek üzere yolda olan Benderli Ali Paşa’yı sadrazam tayin ettirdi.
Benderli Ali Paşa, İstanbul’a 21 Nisan 1821 tarihinde ulaştı ve sadaret mührünü alır almaz isyan soruşturmalarıyla uğraşıp önemli birkaç Rum tüccarı astırdı. 2. Mahmut, patriğin yerine diğerinin seçilerek azledilmesini ve soruşturulmasını istedi. Sadrazam Benderli Ali Paşa ertesi gün eski patrik Gregorius’u bizzat sorguladı. Ardından Kadıköyü’ne götürülmesini istedi. O sırada Isparta Metropoliti Eugenios’un yeni patrik seçildiği haberi gelince, Gregorius’u Kadıköyü yerine Fener’e gönderdi ve ardından yetişen ferman ile eski patrik 22 Nisan 1821’de idam edildi.
Zamanın vakanüvis-i Şanizade Ataullah Efendi, sadrazam ile patriğin sorgu konuşmalarını ve sonrasını şöyle nakletmiştir: “Benderli, Gregorius’a ‘Rum ihtilalinden senin haberin yok muydu da haberdar etmedin’ diye sorunca ‘haberi olmadığını’ söyledi. Sadrazam bunun üzerine ‘bir fahişenin zinasına kadar dininizin gereğince her şeyden haberin oluyor da, böyle büyük bir fitne-fesattan haberim yok demene itimat edilebilir mi?’ diye sorusunda ısrar etti. Patrik de ‘Devletlü Efendim, kulunuz, yaşı doksanı geçmiş şuursuz bir ihtiyarım. Eğer bilir ise Onikiler Meclisi (Sinod) bilirler’ diye cevabında ısrarcı oldu. Gerçekte epey bir zamandır Rum kocabaşıları ve papazlarının haberdar olduğu isyan vaziyetinden patriğin haberinin olmaması akla aykırı olduğundan, sadrazam patriği huzurundan kovarak ‘bunu şimdilik Kadıköyü’ne götürün’ diye emretti. Patriğe çok kızan 2. Mahmut’un verdiği hatt-ı hümayun emri gereği Bostancıbaşı hapsinden Fener’e getirilerek, kethüdası ile beraber Petro Kapısı’nda karşı karşıya asılarak emrin gereği yerine getirildi. Ardından Kayseri, İzmit ve Tarabya metropolidleri de Balıkpazarı Kapısı, Kaşıkçılar Hanı önü ve Okçularbaşı Parmakkapıları’nda asıldılar ve Rum taifesinden beş kişi daha isyanda parmakları olduğu gerekçesi ile ibret-i âlem için idam edildiler”.
Şanizade patriğin idam yaftasının metnini de verdikten sonra olayların devamını şöyle nakleder; “2. Mahmut patriğin cesedi üç gün asılı kaldıktan sonra denize atılması görevini Yahudilere emrettiğinden, onlar da Rumlar almasınlar diye karnını yarıp, taşlar bağlayıp öylece Haliç’e attılar. Patriğin asıldığı gün Hıristiyanların itikadınca Hazret-i İsa’yı Yahudilerin çarmıha gerdikleri güne tesadüf eden Paskalya yortusu olmasından başka, leşini de Yahudilere sürütmeleri Rumların isyanlarının bir kat daha artmasına sebep oldu. Duruma aşina olan bazılarının haber verdiğine göre patrik, Rumlar ve diğer ülkeler arasında itibarlı olup bir sözü Avrupa’da iki edilmez imiş. ‘Asılmayıp da gönlü hoş edilerek elde edilseydi Rumların isyan ateşini söndürebilirdi’ diye de görüşler bildirilmiştir. Rusyalı bir gemi kaptanı patriğin cesedini Haliç’ten çıkarıp götürmüş, Sankt Peterburg’da halka patrik diye bir leş gösterip, çeşitli eşyalarla şehri gezdirdiğinden bizzat Rus imparatorunun hizmetinde bulunmuştur. Rumları kendi taraflarına çekmek için cesedi bir kiliseye koydukları da duyulmuştur”.
Patriğin asılması, doğal olarak Rumları daha da fazla tahrik etti. Paskalya günü için uzun zamandır yapılan planlar uygulanmaya başlandı. Patriğin asıldığı gün Mora’da Patras isyanı başladı. Yılların ihmaliyle paslanmış devlet mekanizması buna karşı koymakta çok zorlandı. Mora’da binlerce Müslüman’ın kanı aktı. Osmanlılar ilk anda denizden zahire, cephane ve asker takviyesi yapmaktan mahrum kaldılar. Savaş gemisi sayısı açısından zaten yetersiz olan Osmanlı donanması, ticaret gemilerini top, cephane ilavesiyle sefere çıkaracak hâle getirmişti ama denizci nefer bulmakta zorlandı. Cevdet Paşa’ya göre “bir vakitten beri donanma Rumlar ile techiz olunup ehl-i İslâm arasında gemicilik sanatı terkedilmişti. Armadorluk, gabyarlık, marinerlik Adalar reayasına tahsis edilmişti. Rumların denizcilik ile ülfetleri olduğundan deniz işlerinde Tersane ricalinden üstün idiler”.
Rumların bu hadiselerden beş yıl önce, 1816’da ticari maksatlı ama korsanlara karşı top-cephane donanımlı 600 gemisi, 17 bin denizcisi mevcuttu (Danişmend). Bu güçleriyle Osmanlı donanmasının Cezayir-i Bahr-i Sefid’de (Akdeniz Adaları) isyanı söndürme harekâtını büyük ölçüde engellediler. Yunanistan’ın bağımsızlığına giden yolun en önemli dönemeci olan 1821 isyanı ancak Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın yardımıyla, gönderdiği donanmayla önlenebildi. 1815 Viyana Kongresi’nde monarşilerin desteklenip, milliyetçi hareketlerin engellenmesi görüşü Avrupa’da ilke edinilmişken, Yunan İsyanı’nda açıkça Osmanlılara destek olan ülke çıkmadı. İngilizler “hangi ülke olsa tebaası isyan ettiğinde aynısını yapar” diyerek yarım ağız İstanbul’a hak verse de, patriğin elbisesiyle idamını ve cesedine yapılan muameleyi Hıristiyanlığa hakaret olarak değerlendirdiler. Resmî düzeyde tam bir itiraz gelmedi ama Avrupa uluslarında “Phillhellenism” romantizmi dönemi başlamıştı.
1821 Yunan İsyanı’nın olaylar döngüsünde Patrik Gregorius’un dramatik ölümü öne çıkarılır. Oysa Tepedelenli Ali Paşa’dan başlayarak çok sayıda ölüm hatırlanmaz bile. Benderli Ali Paşa patriği idam ettirdi ama kendisi de Halet Efendi’nin hışmına uğrayarak fiili sadrazamlığının 9. gününde azledildikten sonra sürüldüğü Kıbrıs’ta idam edildi! Halet Efendi’nin sürdürdüğü Şeyhülislâm Halil Efendi’nin karısı Ziba Hanım, sürgüne yollandığı Bursa’da Halet’in büyücü olduğu iftirasıyla ağır hakaretlere uğrayarak öldürüldü. Karısının cesedinin çırılçıplak bir çalılığa atıldığını duyan eski Şeyhülislâm Halil Efendi felç geçirdi ve az sonra o da vefat etti.
“Fenerli Beyler”in gözden düşüp çoğunun hasım hale gelmesiyle, Halet Efendi’nin para kaynağını kaybettiğini gören Yeniçeriler ondan yüz çevirdiler. 2. Mahmut fırsatı kaçırmadı, uzun süredir kurtulmak istediği Halet Efendi’yi Konya’ya sürdürdü ve ardından giden cellatla kesik başı İstanbul’a getirildi. Gregorius’tan önceki patrik ve birçok Rum, Edirne’de idam edildi. Kıbrıs’ta, İstanbul’da isyanla ilgisi olmayan çok sayıda Rum öldürülürken, isyancı Rumların ele geçirdiği bölgelerde de çoluk-çocuk demeden binlerce Türk öldürüldü. Rumlar 1830’da tanınan Yunanistan’ı kurdular ama Rum nüfusunun büyük çoğunluğu Osmanlı tebaası halinde yaşamaya devam etti.
Patrik Gregorius nerede asıldı?
1821 isyanının günümüzdeki ikonik sembolü, Fener Patrikhanesi’nin Orta Kapısı’dır. Birçok tarihî metin ve resimde Gregorius’un idam edildiği yer olarak gösterilen bu kapı, günümüzde kapalıdır. Patrikhane tarafından, denize atıldığı için mezarı olmayan patriğin ölüsüne saygı olarak kapalı tutulduğu iddia edilir. Buna karşılık azımsanmayacak bir kitle burayı “kin kapısı” olarak adlandırıyor. Rumların bir Türk büyüğünü idam etmeden kapıyı açmayacaklarına inanılıyor. Şanizade Tarihi’nde patriğin asıldığı kapının adı Petro Kapısı olarak nakledilir. Bu kapı Haliç surları mevcutken Aya Kapı’dan sonra Fener Kapısı’ndan önceki kapı olarak haritalarda işaretlidir. Önündeki caddenin adı da Petro Kapı Caddesi olarak geçiyor. Osmanlı Arşivi’nde de Petro Kapısı’nın tamirine dair çeşitli belgeler, keşif defterleri mevcut. Şanizade’nin olayları bire şayan bir vakanüvis olarak Patrikhane Kapısı ile Petro Kapısı arasında yanılmış olacağını kabul etmek zor. Cevdet Paşa kendi tarihinde patriğin idamını anlattığı satırları olduğu gibi Şanizade’den iktibas etmesine rağmen, ondaki Petro Kapısı ibaresini Orta Kapı olarak niye değiştirir, bunu anlamak daha zor.
Aslında 2. Mahmut patriğin patrikhane kapısına asılmasını emrediyor (BOA.HAT. 51285). Sadrazamın iş bittikten sonraki cevabî telhisinde ise (BOA. HAT. 17530) patriğin Patrikhane önünde asıldığı yazılı. Yazışmalarda yeniçeri ağası ve sadrazamın çıkabilecek olaylardan dolayı endişeli hallerini gizlemedikleri görülüyor. Rumlar için en önemli kutsal bayram olan Paskalya gününde isyan edecekleri haberi dolanıyorken; patriklerinin ibadethanenin kapısında elbiseleriyle idam edilmesinin büyük karışıklıklara yolaçmasından endişeleniyorlar. Bu endişeden dolayı kendi aralarında aldıkları kararla acaba 2. Mahmut’un emrine rağmen kapıda idam etmeyip, patrikhaneye pek uzak olmayan Petro Kapısı’nda mı idamı icra ettiler? Telhise bu yüzden mi patrikhane önünde asıldığı yazıldı? Bu soruların cevabını tespit edemedim.
İdam sahnesini canlandıran en eski resim olarak Peter von Hess’in gravürü elimizdedir. İlk Yunan Kralı Bavyeralı Otto’nun maiyetinde çalışan ve Yunan İsyanı’nı 39 büyük tablo ile resmeden bu sanatçının 1852’de Münih’te basılan albümünde Gregorius’un idam sahnesi de yeralıyor. Deniz kıyısına dikilen bir idam sehpasından patriğin cesedi indirilip Yahudiler tarafından kayaların üstüne konuluyor. Aynı Şanizade’nin beyanında olduğu gibi burası Petro Kapısı olmalı. Hess’in bu gravüründen yapılmış karakalem bir kopya KKTC Millî Arşivi’nde. Bunun üzerinde Yunanca “Patrik V. Gregorius’un idamı. Başpiskopos Krillos’a hediye edilmiştir. Sokratis Georgiadis 1. Sınıf öğrencisi. 10 Nisan 1910” yazılmış bir ithaf metni var (Tercüme eden Alphan Bayazıtoğlu’na teşekkürler). Patriğin idam gününü 10 Nisan olarak anan kilise için normal bir hediye ama Kıbrıs Başpiskoposu Krillos resmin patrikhanenin orta kapısını göstermemesine hiç itiraz etmemiş.
Farklı zamanlarda yapılmış ancak patrikhane ve civarını canlandırırken gerçekçi tasvirler barındırmayan çeşitli gravür ve tabloların değerlendirilmeye pek hakkı yok. Sadece idam olayının ve Orta Kapı’nın ikonik bir sembol olarak değerlendirildiğini ciddi ciddi gösteren matbu bir afiş var ki önemli buluyorum. Ramazan Erhan Güllü’nün Osmanlı Arşivi’nde bulup yayımladığı DH.EO. 581/143 kodlu gömlekteki afiş, Patrikhane kapısındaki idamı canlandırıyor. Ele geçirilmesi de ilginç. 1911’de teşhir-i silah suçundan firari Balya Madeni çavuşlarından Vasil’in evi aranırken bu afişlerden duvarda karşı karşıya asılı iki adedi ele geçiriliyor. Hatta afişin üzerinde duvara asıldığı köşelerdeki çivi izleri dahi duruyor. Afişlerin halkı heyecana sevk edecek, Osmanlı unsurları arasında nefreti artıracak muzır neşriyattan olduğuna şüphe yoksa da umuma açık bir yerde bulunmayıp, bir evin duvarında asılı olması sebebiyle, mahkemeye çıkarılmasının uygun bulunup bulunmayacağı istizan ediliyor. Bu vesileyle Karesi Mutasarrıflığı tarafından İstanbul’a gönderilmiş ve arşivde kalmış.
Türk ve Yunan toplumlarında zıt taraflı ikonik karakter muamelesi gören bu kapının hikayesindeki boşlukların dolması için kapsamlı araştırmalara ihtiyacımız var. Dilerim ki önümüzdeki yıl Mora İsyanı ve patriğin idamının 200. yılında bu meşhur kapıyı çatışma konusu olmaktan çıkaracak yeni araştırmalar gün yüzüne çıkar.
1 BELGENİN BELGESİ
‘Patrikhane kapısına salb olunsun (asılsın)’
Sadrazam Benderli Ali Paşa, 2. Mahmut’a yazdığı bu telhisiyle durumun nezaketini mümkün olduğunca vurgulamaktadır. 2. Mahmut patriğin idamını emretmiş ancak patrik unvanı üstündeyken idam edilmesi sakıncalı bulunduğundan, Yeniçeri ağası ilk başta ne Yeniçerileri ne de Rumları zaptetmek mümkün olmaz endişesiyle görevden kaçınmış. Patriğin azledildikten ve yerine yenisi seçildikten sonra idamı uygun görülmüş. Bu yolun Avrupa uluslarının tepkilerini yumuşatmak için de tercih edildiği Rusya Elçisi Stroganof’un protestolarına karşı reisülküttabın “asılanın patrik olmadığı, azledilen bir papaz olduğu” cevabından da anlaşılmaktadır. Uzun zamandır silah ve cephane tedarik ederek o gün isyana kalkışacakları istihbaratı ortadayken, Ortodoks cemaatinin kutsal Paskalya günü patriğin idam edilmesinin İstanbul’da büyük karışıklıklara yol açması ihtimali sadrazam, sadaret kethüdası ve Yeniçeri ağasını kara kara düşündürmektedir. Bununla birlikte yerine yenisi seçildikten sonra Gregorius’un patrikhanede idamını onaylayan Benderli, padişaha göreve hazır olduklarını bildirmektedir. 2. Mahmut bu telhisin üzerine, Gregorius’un patrikhane kapısına asılması emrini kendi eliyle yazmıştır.