Kasım
sayımız çıktı

Patrik Gregorius’un idamı, İstanbul’da iktidar oyunları, Mora’da Türk katliamları

18. yüzyılda “Yunan Aydınlanma Hareketi” adı verilebilecek bir zaman diliminde, kilise ve aristokrat ailelerin büyük desteğiyle eski Yunan kültürü üzerine araştırmalar yoğunlaştı. 1821’de iyiden iyiye yükselen milliyetçi akım, Osmanlı devlet ve kamu düzeninde de onulmaz yaralar açacaktı. 2. Mahmut döneminde Rum Patriği Gregorius’un idamı ve hemen akabindeki isyanların ve diğer gelişmelerin analizi.

Osmanlıların fethettikle­ri ülkelerdeki Hıristiyan ve Yahudi toplumları öz­gürce kendi dinlerinde ayinlerini eda eder, kendi dilleriyle eğitim­lerini devletin müdahalesi olma­dan sürdürürlerdi. Savaşmadan teslim olan şehirlerdeki halkla­rın ibadethanelerine yönelik ser­bestlik nispeten fazla olurdu.

Hangi dinden olursa olsun Osmanlı tebaasının devletle iliş­kisi “millet sistemi” aracılığıyla olmuştur. Buradaki millet kavra­mında din üzerinden bir tasnif söz konusudur. Kuran’dan alınan bu kavram “Millet-i İbrahim” adı verilen Müslümanlarla “Millet-i Mesihiye/İseviye” ve “Millet-i Museviyye” denilen gayrimüs­limleri belirlerdi. Onlar da kendi içlerinde Ortodoks, Katolik, Pro­testan olmalarına itibar edilerek Millet-i Ermeniyan, Millet-i Ru­miyan, Musevi Milleti, Karaim Milleti gibi sınıflara ayrılırdı.

Yunan İsyanı’nı resmeden sanatçı Peter von Hess’in ilk Yunan Kralı Bavyeralı Otto’nun Atina’ya girişini canlandırdığı tablosu (1839).

Gayrimüslimlerle devletin ilişkisi İslâm Hukuku’nun Sün­ni-Hanefi yorumuna göre şekil­lenir, dinen alınması farz olan cizye vergisini ödedikleri sürece devlete bağlılık sözleşmesini ye­rine getirmiş “zimmî toplumu” olarak kanları, canları ve malları aynı Müslümanlar gibi devletin himayesine alınırdı. Osmanlılar­dan önceki Müslüman devletler­de ateşperestlere verilen “geb­ran” ismi, uzun asırlar boyunca onlardan alınan vergiye “cizye-i gebran” denilmesine yolaçtı ve Osmanlılar döneminde Hıristi­yanlara da “gebran” adı veril­meye başlandı. Bazen “cizye-i kefere” olarak adlandırılsa da Hı­ristiyanların cizyesine daha çok “cizye-i gebran” adı verilmiştir.

“Gebran” ismi zamanla “gâ­vur” sözcüğüne dönüşerek Os­manlıların kendi tebaalarından olan gayrimüslimlere hitap şekli olmuş, “kâfir” olarak adlandır­dıkları harbî veya müste’men gayrimüslimlerden ayırıcı bir sıfat olarak yerleşmiştir. Yahu­dilerden alınan cizyenin adına bir-iki istisna dışında gebran cizyesi denilmemiş ve genellik­le “Cizye-i Yahudiyan” olarak adlandırılmıştır. Tanzimat Dö­nemi’nde sıkça duyulan “gâvura gâvur demenin yasaklanması” ilkesi “Osmanlı milleti” oluştur­maya yönelen paradigma içeri­sinde yerli Hıristiyan reaya için geçerli olup, tebaadan olmayan Hıristiyanların “kâfir” olarak ad­landırılmasında bir değişiklik ol­mamıştır.

Osmanlılar Hıristiyanları toplu olarak din değiştirmeye zorlamak bir tarafa, cizye vergisinden kaçınmak istedikleri şüphesiyle toplu ihtidalarını asla kabul etmediler. Zamanla bireysel tercihleriyle İslâm dinine geçenleri kontrollü olarak benimsediler ve “kisve baha” adını verdikleri maddi mükâfatı da eksik etmediler. Elbette toplu ihtidaları kabul ettikleri takdirde iki-üç yıllığına iltizama verilmiş bölgelerin cizye vergisindeki anormal kayıptan dolayı birçok dengenin altüst olacağını biliyorlardı. Küçük yaşta devşirilen çocukların İslâm dinine geçişleri zorunluydu ama sayı olarak herhangi bir toplumu zayıflatacak miktarda olmayan bu uygulama da 17. yüzyıl başlarında kaldırılmıştı.

Girit İsyanı 1821’de yılında başlayan isyan süreci Yunanistan’ın bağımsızlığından sonra da durmadı. 1866-69
ayaklanmasında Girit’teki Arkadion Manastırı’nda Yunan halktan 700 isyancı ve sivilin teslim olmak yerine barut fıçılarını infilak ettirerek ölmeyi tercih etmeleri, çok sayıda tablo ve öyküye konu olmuştu.

Millet sisteminde devletin tebaayı kendine benzetmek, asi­mile etmek gibi bir derdi yoktu. Dil ve din üzerinden sömürdük­lerini kendine benzetmeye çalı­şan 19. yüzyıl emperyalist politi­kalarının tam aksine, Osmanlı­lar fethedilen bölge insanlarının, zimmî unsurların, birlikte yaşa­dıkları “gâvurlar”ın kendilerine benzemesini asla istemezlerdi. Gayrimüslimler ata binemez, sa­rı mest-pabuç giyemez, Müslü­man kıyafetlerine asla bürü­nemezlerdi. Hatta 3. Selim bir hatt-ı hümayununda gayrimüs­lim evlerinin dış cephe renkleri­nin bile Müslümanlardan farklı olmasını, gâvurun Müslüman’ın belli olmasını istemiştir (BOA. HAT. 9415). Giyim-kuşamları, oturdukları mahalleleri, gittik­leri okulları ayrı olmalı; her mil­let/cemaat kendi toplumuyla birlikte, kendi kurallarına göre yaşamalıydı. Osmanlıların din­sel akidelerine ve dillerine hiç müdahale etmedikleri gayrimüs­lim unsurların zamanla dinsel ve millî bir bilinç geliştirmelerinin mümkün olabileceğini düşün­düklerini söyleyemeyiz.

Cemaat ruhbanlarına bıra­kılan çok etkili otorite sahası üzerinden devlet de o toplumun kontrolünü sağlardı. Elbette her otorite sahasında olduğu gibi burada da yetkilerin kötüye kul­lanılması çok tabiidir. Zaman­la ruhban sınıfları, cemaatle­rini ezerek, sömürerek onların sırtından edindikleri servetleri Osmanlıların güçlü adamlarıyla, hediye, pişkeş, rüşvet gibi isimler altında paylaşarak bir yönetim sistemi oluşturdular. Bu siste­mi kendi açısından dönüştür­mek isteyen Vatikan’ın 17. yüzyıl başlarından itibaren Ortodoks Ermenileri Katolik mezhebine geçirmeye yönelik misyonerlik faaliyetlerine, Osmanlı Devle­ti’nden önce bizzat Ermeni Ki­lisesi büyük tepki gösterdi. Dev­let, Rum ve Ermeni kiliselerinin kendi içlerinde çıkan ihtilaflarda her zaman yönetici patrikler ve meclislerin tavrına uygun karar vermiştir.

Milliyetçilik yükseliyor

Rusya 1774’deki Küçük Kaynarca Anlaşması ile Osmanlıların Ortodoks tebaası üzerinde himaye hakkı kazansa da ilk yıllarda Osmanlı ile gayrimüslim tebaanın ilişkileri bundan pek olumsuz etkilenmedi. 1789 Fransız İhtilali’ne kadar ruhbanlarla devletin kurduğu bu denge büyük oranda korundu ve milliyetçilik fikirleri ile anti-klerikal akımların yayılmasına kadar ufak-tefek sürtüşmeler dışında sorun çıkmadan sürdürüldü. Kendi sınıfını hem ruhbanlara ve kiliseye hem de devlete ve yöneticilerine karşı ayaklandırmaya yönelten isimler ortaya çıktıkça geleneksel yapı sarsılacaktı.

18. yüzyılda “Yunan Aydın­lanma Hareketi” adı verilebile­cek bir zaman diliminde kilise ve aristokrat ailelerin büyük deste­ğiyle eski Yunan kültürü üzerine araştırmalar yoğunlaştı. Fransa ve Napoléon’dan oldukça etki­lenen Velestinli Rigas’ın (Rigas Velestinlis-Feraios/ 1757-1798) ortaya çıkışı bu sıralarda oldu ama firari bulunduğu Avustur­ya’dan Osmanlılara iade edi­lir edilmez 1798’de Belgrad’da idam edildi ve Yunan bağımsız­lık kahramanlarının ilki olarak tarihe geçti. Divan-ı Hümayun tercümanlıkları ile Eflak-Boğ­dan voyvodalıklarını tekelleri altında bulunduran ve Yunan yö­netici aristokrasisini oluşturan İpsilanti, Kalimaki, Morozi ve Suço ailelerine “Fenerli Beyler” deniliyordu. Bunların Rum Pat­rikhanesi ve Düvel-i Muazzama ile kurdukları ilişkiler üzerinden Osmanlı devlet adamlarıyla olan etkileşimleri, Yunan bağımsız­lık sürecini giderek hızlandırdı. Rigas’ın 18. yüzyıl sonunda ede­biyat ve fikir kulübü olarak kur­duğu ama idamıyla dağılan Filiki Eteria örgütü 1814’te Odesa’da yeniden kurularak bağımsızlık sürecini somut bir şekle bürün­dürdü. Örgüt, babasını Osman­lıların idam etmesi üzerine sı­ğındığı Rusya’da çarın yaverliği­ne getirilen Aleksander İpsilanti başkanlığında, çok kısa sürede Odesa, İstanbul, Mora ve Ada­lar’da binlerce üye kazandı.

Başka örneği yok Çizeri, basanı kesin olarak tespit edilemeyen şimdiye kadar bir örneğini sadece yazarımız Sahaf Nedret İşli’de görebildiğim bu tarihî resmin İstanbul menşeli ve 2. Meşrutiyet’in getirdiği özgürlük ortamının bir eseri olduğu zannolunur. Bu resimle aynı özellikleri tarif edilen başkaları da 1911’de Cibali’de Aya Nikola Kilisesi’nin avlusunda satılırken ele geçirilmiş (DH.EUM.KDL. 6/6) Satıcı Ligor ifadesinde, bu resimleri Beyoğlu Kule Kapısı’nda Yunanlı Kitapçı Yerasimos Aleksandratos’tan aldığını söylüyor. Kitapçı Yerasimos’un kendi eseri olarak basım ruhsatı aldığı Rumca İncil bastığı matbaası var. Afişlerin de bu matbaada basılmış olması muhtemeldir. Levhanın numaralı yazılarının Rumcadan tercümesi şu şekildedir: 1. Vatan ve İnanç Mücadelesi 2. Patrik V. Gregorius 3. İşte hayatımı vatan uğrunda feda ediyorum 4. Karakullukçu 5. Yahudi 6. Kaleci? 7. Postacı? 8. Çingene 9. Balat’ta Bostancı hapishanesinde mahkûm olan başrahipler 10. Yahudiler Aziz Lipsanon’u (Patriğin cesedi) istiyorlar. Dimitrakis (nâm-ı diğer Gâvur Hasan) Yahudilerin kafasını kesiyor. Yahudiler patriğimizi sürüklüyor 11. Kutsal emanet teslim alınıp Odesa’ya getiriliyor Thrasivoulos 13. Bostancı 14. Dimitrakis (Gâvur Hasan) 15. Fener Kapısı 16. Kasımpaşa

İstanbul’da endişe ve karışıklık

2. Mahmut’un saltanatının baş­larında “Kethüda-yı Devlet” unvanıyla ipleri eline geçiren ve padişahın yanında mutlak bir otorite kuran Nişancı Ha­let Efendi, Kalimaki ailesinin kâtipliğinde bulunduğu sıralarda Rum dünyasına nüfuz etmişti. Devlette yükselirken Babıâli ile Yunan aristokratları arasındaki akçeli ilişkileri kendi menfaati­ne kullanmayı bilen Halet Efen­di, iktidarını sürdürebilmek için Yeniçeriler başta, belirli odakla­rı beslemesi gerektiğini de gayet iyi biliyordu. Bunun için de Kali­maki ailesini para kaynağı olarak kullanırken, Yunan bağımsızlığı için tehdit olarak görülen “Yanya Sultanı” Tepedelenli Ali Paşa’nın önce etkisiz hale getirilip sonra ortadan kaldırılmasında perva­sızca kendini kullandırdı.

Devletin birçok kurum ve yetkilileri eliyle ortaya serilen büyüklü küçüklü ihmallerin ye­şerttiği ortamda Odesa kaynak­lı ilk isyan Boğdan’da 5 Mart 1821’de Aleksander İpsilanti’nin önderliğinde 3000 civarında askerin Yaş’ı işgaliyle başladı. Yürümeye devam ederek ele ge­çirdikleri Kalas’ta Müslüman sivillere yönelik vahşi katliam­ları İstanbul’da duyulur duyul­maz devlet isyana karşı harekete geçti. Ruslardan umduğu deste­ği bulamayan, çarın yaverliğin­den kovulan İpsilanti, Haziran 1821’de ordusu da bozulunca Avusturya’ya firar etmek zorun­da kaldı. Aleksander’ın kardeşi Dimitri İpsilanti, Fener Patriği Gregorius’un ve Divan Tercüma­nı Morozi’nin tavsiye mektup­larıyla Mora taraflarına isyan hazırlıkları için gönderilmişti. Batı Anadolu, İstanbul, Akdeniz Adaları ve Kıbrıs’ın Rum halkı 22 Nisan 1821 tarihine denk ge­len Paskalya gününde topyekun isyana kalkışmak üzere hazırla­nıyordu.

Osmanlı Devleti’nin üzerine ordu gönderdiği Tepedelenli saf değiştirip isyancı Rumlarla birlik olunca, Mora’da isyan sorunsuz bir şekilde ilerledi. Balkanlar’da­ki bazı Osmanlı görevlilerinin is­yan hazırlıklarına dair ihbarları kulak arkası edildi, ihbar sahiple­ri sürgüne yollandı. İngiltere el­çisinin aynı konudaki istihbaratı duymazdan gelindi. Tepedelenli isyanını bastırmak üzere Yan­ya’da ordusu başında bulunan Hurşit Paşa’nın Rumların isyan tehdidini küçümseyip Mora’ya önem vermemesi de isyancılara rahat bir eylem ortamı sağladı.

‘İbret-i alem’ diye başlayan idamlar

İsyanın ilk anlarında İstanbul’da patrikhane üzerine yoğun bir baskı uygulanarak Patrik Grego­rius’un dindaşlarını isyan yolun­dan çevirmeye yönelik çalışma­larda bulunması istendi. Patrik isyan bölgelerine çeşitli mektup­lar gönderdiyse de etkili olma­yınca isyancılar için bir aforoz­name yayımladı. Aforoz tehdi­di de fayda etmeyince isyana el altından önayak olduğuna dair en ufak emare bulunan Rumla­rın idam edilmesine başlandı. İstanbul’un çeşitli yerlerinde “ib­ret-i âlem için” asılan Rumların cesetleri üç gün yerinde bırakı­lıp, halkın gözü korkutulmaya çalışıldı.

İstanbul’un yönetim çevrele­ri ve halk kitleleri arasında, Ha­let Efendi’nin basiretsiz ve kendi başına aldığı kararlarla isyana sebebiyet verdiği hatta işi alev­lendirdiği dedikoduları almış yü­rümüştü. Halet Efendi, Yeniçe­rilerden aldığı güçle 2. Mahmut üzerindeki tartışılmaz nüfuzunu kaybetme ve canından olma en­dişesine kapılınca karşı ham­lelere girişti. Tarih-i Cevdet’te Cevdet Paşa der ki; “Halet Efen­di kendi kötü işlerinden dolayı Rum isyanı çıktığı için halkın di­line düşmüştü. Burasını unuttur­mak için daha büyük gaileler çı­karmak ve âlemin karıştıkça ka­rışmasını isterdi”. Halet Efendi, Sadrazam Ali Paşa ile Şeyhülis­lam Halil Efendi’nin muhalefe­tiyle karşı karşıya kalınca ikisini de azlettirip İstanbul’dan sür­dürdü. Çıldır valisiyken atandığı Çirmen Valiliği’ne gitmek üzere yolda olan Benderli Ali Paşa’yı sadrazam tayin ettirdi.

‘Yanya Sultanı’ Tepedelenli Osmanlı Devleti’nin üzerine ordu gönderdiği Tepedelenli Ali Paşa saf değiştirip isyancı Rumlarla birlik olunca, Mora’da isyan büyüdü.

Benderli Ali Paşa, İstanbul’a 21 Nisan 1821 tarihinde ulaştı ve sadaret mührünü alır almaz isyan soruşturmalarıyla uğraşıp önemli birkaç Rum tüccarı as­tırdı. 2. Mahmut, patriğin yerine diğerinin seçilerek azledilmesini ve soruşturulmasını istedi. Sad­razam Benderli Ali Paşa ertesi gün eski patrik Gregorius’u biz­zat sorguladı. Ardından Kadı­köyü’ne götürülmesini istedi. O sırada Isparta Metropoliti Eu­genios’un yeni patrik seçildiği haberi gelince, Gregorius’u Kadı­köyü yerine Fener’e gönderdi ve ardından yetişen ferman ile es­ki patrik 22 Nisan 1821’de idam edildi.

Zamanın vakanüvis-i Şani­zade Ataullah Efendi, sadrazam ile patriğin sorgu konuşmaları­nı ve sonrasını şöyle nakletmiş­tir: “Benderli, Gregorius’a ‘Rum ihtilalinden senin haberin yok muydu da haberdar etmedin’ di­ye sorunca ‘haberi olmadığını’ söyledi. Sadrazam bunun üzeri­ne ‘bir fahişenin zinasına kadar dininizin gereğince her şeyden haberin oluyor da, böyle büyük bir fitne-fesattan haberim yok demene itimat edilebilir mi?’ di­ye sorusunda ısrar etti. Patrik de ‘Devletlü Efendim, kulunuz, yaşı doksanı geçmiş şuursuz bir ihtiyarım. Eğer bilir ise Oniki­ler Meclisi (Sinod) bilirler’ diye cevabında ısrarcı oldu. Gerçekte epey bir zamandır Rum kocaba­şıları ve papazlarının haberdar olduğu isyan vaziyetinden patri­ğin haberinin olmaması akla ay­kırı olduğundan, sadrazam pat­riği huzurundan kovarak ‘bunu şimdilik Kadıköyü’ne götürün’ diye emretti. Patriğe çok kızan 2. Mahmut’un verdiği hatt-ı hü­mayun emri gereği Bostancıba­şı hapsinden Fener’e getirile­rek, kethüdası ile beraber Petro Kapısı’nda karşı karşıya asılarak emrin gereği yerine getirildi. Ar­dından Kayseri, İzmit ve Tarab­ya metropolidleri de Balıkpazarı Kapısı, Kaşıkçılar Hanı önü ve Okçularbaşı Parmakkapıları’n­da asıldılar ve Rum taifesinden beş kişi daha isyanda parmakları olduğu gerekçesi ile ibret-i âlem için idam edildiler”.

Şanizade patriğin idam yafta­sının metnini de verdikten sonra olayların devamını şöyle nakle­der; “2. Mahmut patriğin cesedi üç gün asılı kaldıktan sonra deni­ze atılması görevini Yahudilere emrettiğinden, onlar da Rum­lar almasınlar diye karnını ya­rıp, taşlar bağlayıp öylece Haliç’e attılar. Patriğin asıldığı gün Hı­ristiyanların itikadınca Hazret-i İsa’yı Yahudilerin çarmıha ger­dikleri güne tesadüf eden Pas­kalya yortusu olmasından başka, leşini de Yahudilere sürütmeleri Rumların isyanlarının bir kat da­ha artmasına sebep oldu. Duru­ma aşina olan bazılarının haber verdiğine göre patrik, Rumlar ve diğer ülkeler arasında itibarlı olup bir sözü Avrupa’da iki edil­mez imiş. ‘Asılmayıp da gönlü hoş edilerek elde edilseydi Rum­ların isyan ateşini söndürebilir­di’ diye de görüşler bildirilmiştir. Rusyalı bir gemi kaptanı patriğin cesedini Haliç’ten çıkarıp götür­müş, Sankt Peterburg’da halka patrik diye bir leş gösterip, çeşit­li eşyalarla şehri gezdirdiğinden bizzat Rus imparatorunun hiz­metinde bulunmuştur. Rumla­rı kendi taraflarına çekmek için cesedi bir kiliseye koydukları da duyulmuştur”.

Filiki Eteria örgütünün bir yemin töreni.

Patriğin asılması, doğal ola­rak Rumları daha da fazla tahrik etti. Paskalya günü için uzun za­mandır yapılan planlar uygulan­maya başlandı. Patriğin asıldığı gün Mora’da Patras isyanı başla­dı. Yılların ihmaliyle paslanmış devlet mekanizması buna karşı koymakta çok zorlandı. Mora’da binlerce Müslüman’ın kanı aktı. Osmanlılar ilk anda denizden za­hire, cephane ve asker takviyesi yapmaktan mahrum kaldılar. Sa­vaş gemisi sayısı açısından zaten yetersiz olan Osmanlı donan­ması, ticaret gemilerini top, cep­hane ilavesiyle sefere çıkaracak hâle getirmişti ama denizci nefer bulmakta zorlandı. Cevdet Pa­şa’ya göre “bir vakitten beri do­nanma Rumlar ile techiz olunup ehl-i İslâm arasında gemicilik sanatı terkedilmişti. Armador­luk, gabyarlık, marinerlik Adalar reayasına tahsis edilmişti. Rum­ların denizcilik ile ülfetleri oldu­ğundan deniz işlerinde Tersane ricalinden üstün idiler”.

Rumların bu hadiseler­den beş yıl önce, 1816’da ticari maksatlı ama korsanlara karşı top-cephane donanımlı 600 ge­misi, 17 bin denizcisi mevcuttu (Danişmend). Bu güçleriyle Os­manlı donanmasının Cezayir-i Bahr-i Sefid’de (Akdeniz Adala­rı) isyanı söndürme harekâtını büyük ölçüde engellediler. Yu­nanistan’ın bağımsızlığına giden yolun en önemli dönemeci olan 1821 isyanı ancak Kavalalı Meh­med Ali Paşa’nın yardımıyla, gönderdiği donanmayla önlene­bildi. 1815 Viyana Kongresi’nde monarşilerin desteklenip, milli­yetçi hareketlerin engellenme­si görüşü Avrupa’da ilke edinil­mişken, Yunan İsyanı’nda açıkça Osmanlılara destek olan ülke çıkmadı. İngilizler “hangi ülke olsa tebaası isyan ettiğinde ay­nısını yapar” diyerek yarım ağız İstanbul’a hak verse de, patriğin elbisesiyle idamını ve cesedine yapılan muameleyi Hıristiyanlı­ğa hakaret olarak değerlendirdi­ler. Resmî düzeyde tam bir itiraz gelmedi ama Avrupa uluslarında “Phillhellenism” romantizmi dö­nemi başlamıştı.

Filiki Eteria’nın başkanı İpsilanti Filiki Eteria örgütünün başkanı Aleksander İpsilanti. Örgüt onun döneminde, çok kısa sürede Odesa, İstanbul, Mora ve Adalar’da binlerce üye kazandı.

1821 Yunan İsyanı’nın olaylar döngüsünde Patrik Gregorius’un dramatik ölümü öne çıkarılır. Oysa Tepedelenli Ali Paşa’dan başlayarak çok sayıda ölüm ha­tırlanmaz bile. Benderli Ali Paşa patriği idam ettirdi ama kendi­si de Halet Efendi’nin hışmına uğrayarak fiili sadrazamlığının 9. gününde azledildikten sonra sürüldüğü Kıbrıs’ta idam edil­di! Halet Efendi’nin sürdürdüğü Şeyhülislâm Halil Efendi’nin ka­rısı Ziba Hanım, sürgüne yollan­dığı Bursa’da Halet’in büyücü ol­duğu iftirasıyla ağır hakaretlere uğrayarak öldürüldü. Karısının cesedinin çırılçıplak bir çalılığa atıldığını duyan eski Şeyhülis­lâm Halil Efendi felç geçirdi ve az sonra o da vefat etti.

Tartışmalı Patrikhane kapısı 1821 isyanının günümüzdeki ikonik sembolü, birçok tarihî metin ve resimde Gregorius’un idam edildiği yer olarak gösterilen Fener Patrikhanesi’nin Orta Kapısı.

“Fenerli Beyler”in gözden düşüp çoğunun hasım hale gel­mesiyle, Halet Efendi’nin para kaynağını kaybettiğini gören Ye­niçeriler ondan yüz çevirdiler. 2. Mahmut fırsatı kaçırmadı, uzun süredir kurtulmak istediği Ha­let Efendi’yi Konya’ya sürdürdü ve ardından giden cellatla kesik başı İstanbul’a getirildi. Grego­rius’tan önceki patrik ve birçok Rum, Edirne’de idam edildi. Kıb­rıs’ta, İstanbul’da isyanla ilgisi olmayan çok sayıda Rum öldürü­lürken, isyancı Rumların ele ge­çirdiği bölgelerde de çoluk-çocuk demeden binlerce Türk öldü­rüldü. Rumlar 1830’da tanınan Yunanistan’ı kurdular ama Rum nüfusunun büyük çoğunluğu Os­manlı tebaası halinde yaşamaya devam etti.

Patrik Gregorius nerede asıldı?

1821 isyanının günümüzdeki ikonik sembolü, Fener Patrikha­nesi’nin Orta Kapısı’dır. Birçok tarihî metin ve resimde Grego­rius’un idam edildiği yer olarak gösterilen bu kapı, günümüzde kapalıdır. Patrikhane tarafından, denize atıldığı için mezarı olma­yan patriğin ölüsüne saygı olarak kapalı tutulduğu iddia edilir. Bu­na karşılık azımsanmayacak bir kitle burayı “kin kapısı” olarak adlandırıyor. Rumların bir Türk büyüğünü idam etmeden kapıyı açmayacaklarına inanılıyor. Şanizade Tarihi’nde patriğin asıldığı kapının adı Petro Kapısı olarak nakledilir. Bu kapı Haliç surları mevcutken Aya Kapı’dan sonra Fener Kapısı’ndan önceki kapı olarak haritalarda işaretli­dir. Önündeki caddenin adı da Petro Kapı Caddesi olarak geçi­yor. Osmanlı Arşivi’nde de Petro Kapısı’nın tamirine dair çeşitli belgeler, keşif defterleri mevcut. Şanizade’nin olayları bire şayan bir vakanüvis olarak Pat­rikhane Kapısı ile Petro Kapısı arasında yanılmış olacağını ka­bul etmek zor. Cevdet Paşa kendi tarihinde patriğin idamını anlat­tığı satırları olduğu gibi Şaniza­de’den iktibas etmesine rağmen, ondaki Petro Kapısı ibaresini Orta Kapı olarak niye değiştirir, bunu anlamak daha zor.

Aslında 2. Mahmut patriğin patrikhane kapısına asılmasını emrediyor (BOA.HAT. 51285). Sadrazamın iş bittikten sonra­ki cevabî telhisinde ise (BOA. HAT. 17530) patriğin Patrikhane önünde asıldığı yazılı. Yazışma­larda yeniçeri ağası ve sadraza­mın çıkabilecek olaylardan do­layı endişeli hallerini gizleme­dikleri görülüyor. Rumlar için en önemli kutsal bayram olan Paskalya gününde isyan edecek­leri haberi dolanıyorken; patrik­lerinin ibadethanenin kapısında elbiseleriyle idam edilmesinin büyük karışıklıklara yolaçma­sından endişeleniyorlar. Bu en­dişeden dolayı kendi aralarında aldıkları kararla acaba 2. Mah­mut’un emrine rağmen kapıda idam etmeyip, patrikhaneye pek uzak olmayan Petro Kapısı’nda mı idamı icra ettiler? Telhise bu yüzden mi patrikhane önünde asıldığı yazıldı? Bu soruların ce­vabını tespit edemedim.

İdam sahnesini canlandıran en eski resim olarak Peter von Hess’in gravürü elimizdedir. İlk Yunan Kralı Bavyeralı Otto’nun maiyetinde çalışan ve Yunan İsyanı’nı 39 büyük tablo ile res­meden bu sanatçının 1852’de Münih’te basılan albümünde Gregorius’un idam sahnesi de yeralıyor. Deniz kıyısına dikilen bir idam sehpasından patriğin cesedi indirilip Yahudiler tara­fından kayaların üstüne konu­luyor. Aynı Şanizade’nin beya­nında olduğu gibi burası Petro Kapısı olmalı. Hess’in bu gravü­ründen yapılmış karakalem bir kopya KKTC Millî Arşivi’nde. Bunun üzerinde Yunanca “Patrik V. Gregorius’un idamı. Başpis­kopos Krillos’a hediye edilmiş­tir. Sokratis Georgiadis 1. Sınıf öğrencisi. 10 Nisan 1910” yazıl­mış bir ithaf metni var (Tercü­me eden Alphan Bayazıtoğlu’na teşekkürler). Patriğin idam gü­nünü 10 Nisan olarak anan kilise için normal bir hediye ama Kıb­rıs Başpiskoposu Krillos resmin patrikhanenin orta kapısını gös­termemesine hiç itiraz etmemiş.

Farklı zamanlarda yapılmış ancak patrikhane ve civarını canlandırırken gerçekçi tasvir­ler barındırmayan çeşitli gravür ve tabloların değerlendirilmeye pek hakkı yok. Sadece idam ola­yının ve Orta Kapı’nın ikonik bir sembol olarak değerlendirildi­ğini ciddi ciddi gösteren matbu bir afiş var ki önemli buluyorum. Ramazan Erhan Güllü’nün Os­manlı Arşivi’nde bulup yayımla­dığı DH.EO. 581/143 kodlu göm­lekteki afiş, Patrikhane kapısın­daki idamı canlandırıyor. Ele geçirilmesi de ilginç. 1911’de teş­hir-i silah suçundan firari Balya Madeni çavuşlarından Vasil’in evi aranırken bu afişlerden du­varda karşı karşıya asılı iki adedi ele geçiriliyor. Hatta afişin üze­rinde duvara asıldığı köşelerdeki çivi izleri dahi duruyor. Afişlerin halkı heyecana sevk edecek, Os­manlı unsurları arasında nefreti artıracak muzır neşriyattan ol­duğuna şüphe yoksa da umuma açık bir yerde bulunmayıp, bir evin duvarında asılı olması sebe­biyle, mahkemeye çıkarılması­nın uygun bulunup bulunmaya­cağı istizan ediliyor. Bu vesileyle Karesi Mutasarrıflığı tarafından İstanbul’a gönderilmiş ve arşivde kalmış.

Türk ve Yunan toplumla­rında zıt taraflı ikonik karakter muamelesi gören bu kapının hi­kayesindeki boşlukların dolması için kapsamlı araştırmalara ihti­yacımız var. Dilerim ki önümüz­deki yıl Mora İsyanı ve patriğin idamının 200. yılında bu meşhur kapıyı çatışma konusu olmaktan çıkaracak yeni araştırmalar gün yüzüne çıkar.

1 BELGENİN BELGESİ

‘Patrikhane kapısına salb olunsun (asılsın)’

Sadrazam Benderli Ali Paşa, 2. Mahmut’a yazdığı bu telhisiyle durumun nezaketini mümkün olduğunca vurgula­maktadır. 2. Mahmut patriğin idamını emretmiş ancak patrik unvanı üstündeyken idam edilmesi sakıncalı bulunduğun­dan, Yeniçeri ağası ilk başta ne Yeniçerileri ne de Rumları zap­tetmek mümkün olmaz endişesi­yle görevden kaçınmış. Patriğin azledildikten ve yerine yenisi seçildikten sonra idamı uygun görülmüş. Bu yolun Avrupa uluslarının tepkilerini yumuşat­mak için de tercih edildiği Rusya Elçisi Stroganof’un protestoları­na karşı reisülküttabın “asılanın patrik olmadığı, azledilen bir papaz olduğu” cevabından da anlaşılmaktadır. Uzun zamandır silah ve cephane tedarik ederek o gün isyana kalkışacakları isti­hbaratı ortadayken, Ortodoks cemaatinin kutsal Paskalya günü patriğin idam edilmesinin İstanbul’da büyük karışıklıklara yol açması ihtimali sadrazam, sadaret kethüdası ve Yeniçeri ağasını kara kara düşündürme­ktedir. Bununla birlikte yerine yenisi seçildikten sonra Grego­rius’un patrikhanede idamını onaylayan Benderli, padişa­ha göreve hazır olduklarını bildirmektedir. 2. Mahmut bu telhisin üzerine, Gregorius’un patrikhane kapısına asılması emrini kendi eliyle yazmıştır.