Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

‘Osmanlıca’ hocası da elifbadan şikayetçiydi

‘Osmanlıca’ hocası da elifbadan şikayetçiydi Türkçenin Arap harfleriyle yazılmasının bir sorun olduğuna ve Latin alfabesinin alınmasının daha yararlı olacağına ilişkin ilk tartışmalar 1860’larda başladı. Zira yeni kurulan okullarda okutulacak kitapların, çocukların anlayabileceği, daha yalın bir dille yazılması gerekiyordu. 

Bâb-ı Âlî bürokrasisi, devşirme sisteminin sona ermesi üzerine, 18. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin yönetici sınıfı konumuna yükseldi. “Efendilerin paşa olması” sözleriyle betimlenen bu süreçte, devletin çeşitli bürolarında çalışan ve “kalemiyye” diye anılan kâtip sınıfı, yavaş yavaş yüksek memurlukları ele geçirdi. İlk olarak Amerikalı tarihçi Norman Itzkowitz’in dikkat çektiği bu dönüşüm sonucunda, 18. yüzyıldaki 37 başdefterdarın 28’i maliye bürokrasisinden, 26 reisü’l-küttabın 16’sı ise o zamanın “dışişleri bakanlığı” diyebileceğimiz reisü’l-küttaplık bürosundan çıkmıştır. Bu durumu, biçimsel olarak II. Mahmud döneminde ortaya çıkacak olan nezâretlerin (bakanlıkların), işlevsel olarak 18. yüzyılda oluştuklarını öne sürerek tanımlamak, abartılı bir iddia olmaz. 

Bürokrasinin ağdalı, resmî dilini kullanan sınıfın egemenliği ise, yazı Türkçesinin de ağdalı bir üslûba doğru kaymasına yol açtı. Düz yazının tümüyle devlet memurlarının, ya da en azından devlet memurluğunda yetişmişlerin tekelinde olduğu bir dönemde böylesi bir gelişme gayet doğaldı. Ancak bunun, konuşma diline de yansıdığı görüldü. Böylece, yaygın olmayan, yakası açılmadık sözcükler ya da deyimler kullananlara ilişkin, gerçek anlamı “akıllılar, bilgililer” olan, “ukala” sıfatı 19. yüzyıl ortalarında devreye girdi. 

Yeni alfabenin geçit töreni Yeni alfabenin benimsetilmesi için gösterilen çabalar, sonraki yıllarda da devam etmişti. Cumhuriyet’in 10. yılı kutlamalarında taşrada bir kortej.

Eski, bilinen bir sözcüğün 19. yüzyıl ortalarından itibaren böyle yeni bir anlam taşır olmasının bir nedeni de, II. Mahmud döneminden itibaren Türkçede bir yalınlaşma akımının başlamasıdır. Bu gelişmenin kökeninde ise gazetenin ortaya çıkışını görüyoruz. Nitekim Osmanlı Devleti’nin resmî gazetesi olan Takvîm-i vekâyi’nin (1831), Türkçenin yalınlaşması sürecinde çok önemli bir rolü olmuştur. Ne var ki bunun “halkın anlayabilmesi” için yapıldığını sanmak büyük hata olur. Takvim-i vekâyi, halk okusun da öğrensin diye çıkarılmamıştı. Amacı, devlet memurlarını, özellikle de genç, henüz yeterince bilgili ve deneyimli olmayanları, bir de, merkezden uzakta bulunanları bilgilendirmekti. Ama kısa bir süre sonra halkın okuması için de gazete çıkarılır oldu. Cerîde-i havâdis (1840) gazetesiyle başlayan bu yeni süreçte ise, olan bitenin ortalama vatandaşa yorumlu, yani siyasal eleştiriyle aktarılma çabası, dilde yalınlaşmayı hızlandırdı. Sözkonusu yalınlaşmaya asıl ivme kazandıran gelişme ise, Osmanlı Devleti’nin Tanzimat’la birlikte bir kamu eğitimi politikası başlatması oldu. Bilindiği gibi, söz konusu döneme kadar devletin verdiği eğitim, eskiden olduğu gibi, yalnızca devlet için çalışacak olanlara veriliyordu. Dolayısıyla, Tıbbiye’yi ya da Harbiye’yi kuran devlet, ilköğretime eskisi gibi karışmamış, bunu camilerin bir tür yan kuruluşu olan geleneksel mekteplere bırakmıştı. Modern eğitim kurumlarının ortaya çıkması böylece 1840’ların sonunu buldu ve başkent İstanbul’da kurulan ilk modern okullar hemen taşrada da 1850’lerde açılmaya başladı. Bu gelişme, 1857’de Maarif Nezareti’nin (Eğitim Bakanlığı) kurulmasıyla sonuçlandı. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti daha kapsamlı eğitim programları uygulayacak ve Türkçe’nin yalınlaşmasına çok büyük bir katkı yapacaktı. 

Türkçenin Arap harfleriyle yazılmasının bir sorun olduğuna ve Latin alfabesinin alınmasının belki daha yararlı olacağına ilişkin ilk tartışmaların hemen 1860’larda başlamasının nedeni, eğitimin yaygınlaşmasının kaçınılmaz sonucu olan yalınlaşma sürecidir. Zira yeni okullarda okutulacak kitapların, ister istemez çocukların anlayabileceği, daha yalın bir dille yazılması gerekiyordu. Nitekim kurulmasından itibaren onyıllar boyunca Maarif Nezâreti’nin yaptığı işlerin biri de, yerel yöneticilerden bulundukları yörelerde kullanılan ve yayınlanacak kitaplarda kullanılabilecek Türkçe sözcükleri toplayıp bakanlığa yazmalarını istemek olmuştur. Ancak bu da bir yazım sorunuyla karşılaşılmasına ve eğitimde tökezlemelere yol açtı. 

Karşılaşılan sorunlardan biri, soneklerle türetilen uzun sözcüklerin veya fiil çekimlerinin yazımında seslendirmelerin nerelere konulacağının bilinemesi, dolayısıyla da bunların okunmasının doğru dürüst öğretilememesiydi. Başka bir sorun, Arap, daha doğrusu, Fars alfabesinin Türkçede kullanılmaya başlamasından beri yaşanan değişikliklerdi. “De” sesiyle söylenen “ada” veya “Anadolu” gibi birçok sözcük, kalın bir “te” sesi veren “ta” harfiyle yazılıyordu ve dilimizde bu harfin “te” sesi verdiği, bir kısmı Arapça olan, başka birçok sözcük de vardı. Birçok Türkçe sözcükte ve iyelik sonekinde bulunan “n” (deniz, odun, arkadaşın, evin, vs.), “ne” sesi veren “nun” harfiyle değil, başka birçok sözcükte “ke” sesi veren “kef ” harfiyle yazılıyordu. Bir diğer sorun, Türkçenin “o”, “u” “ö” ve “ü” seslerini vermek için Arapçanın yalnızca bir harfinin (“vav”) kullanılıyor olmasıydı. Son bir örnek olarak, Türkçedeki “se” sesine karşılık Arapçada üç ayrı ses veren üç farklı harfin (“se”, “sin” ve “sad”) bugün de kullandığımız birçok sözcükte bulunduğunu hatırlatalım. 

Okuma-yazma eğitimi açısından karşılaşılan bu sorunlar, estetik alanında da karşılık buldu. Aynı sesleri veren farklı harflerle zarif bir kafiye dizgesi yapılıp yapılamayacağına ilişkin bir tartışma 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak neredeyse alfabe değişikliği yapılana kadar sürdü. “‘Abes’ ile ‘muktebes’ kafiye olur mu?” ve “Kafiye kulak için midir, göz için mi?” sorularıyla dillere destan olan bu sorunun nedeni, “abes” ve “muktebes”in sonlarındaki “se” sesinin farklı iki harfle yazılıyor olmasıydı. Yani Türkler, Arap- çadaki iki farklı sesten birini çıkaramıyorlar, ama Arapçada kafiye olamayacak iki sözcük- ten kafiye yapıyorlardı! “Elif” le biten “dünya” ile “ye” (“alif maqsura”) ile biten “süreyya” altalta geldiklerinde bazıların- ca çirkin oluyordu. Öte yandan, mısra “e” (harf aynı zamanda “he” sesi de verirdi!) ile bittiği için Alişim’in kaşları “kara” değil, “kare” olabiliyordu! 

Böylece, II. Meşrutiyet döneminde iyice alevlenecek olan alfabe değişikliği tartışması gündeme geldi. Latin alfabesini almak isteyenler, Türkçedeki sekiz ünün Arapçadaki üç ünlüyle yazılmasının çok zor olduğunu, bunun da eğitimin yaygınlaşmasını neredeyse olanaksız kıldığını öne sürüyorlardı. Öte yandan, Romenlerin uzun süredir Latin alfabesini kullanıyor olmaları, 19. yüzyılda da Hırvatların ve Arnavutların Latin alfabesi- ni kendi dillerine uyarlamaları, bu yönde izlenecek örnekler olarak görülüyordu. Ancak, 19. yüzyılda Batı Avrupa’da ortaya çıkan ve Arap alfabesinin uygar- lığa yatkın olmadığına ilişkin, belki biraz ırkçılık, ama kesinlikle Avrupamerkezlilik kokan bir kuramın etkisinde kalmış olabilecekleri de söylenebilir. Zaten geleneğe bağlı kalmak isteyenler de en çok vurguyu Arap alfabesinin kesinlikle uygarlığa, ilerlemeye engel olmadığı fikrine yapıyorlar, Latin alfabesinin mutlaka gerekli olmadığına ilişkin savlarını da Japonca örneğini vererek savunuyorlardı. 

Haydi sen de saltanat harabesine Ramiz Gökçe’nin 13 Ağustos 1928 tarihli Akbaba dergisinde yayınlanan karikatürünün altında şöyle yazılmış: “Türk harfleri, Arap harflerine: – Haydi, sen de saltanat harabesine!”

Başka bir yol önerenler de oldu. Ünlüleri kıt Arapça sözcüklerin doğru okunmasını sağlayabilmek için gereken yerlere ünlüler eklenerek yeni bir yazım dizgesi yaratmak isteyenler ortaya çıktı. Bunların da elinde koz olarak Azerbeycan’da başlatılmış olan uygulama vardı. II. Meşrutiyet döneminde tartışma iyice alıp yürümüşken, İttihat ve Terakki Cemiyeti önderlerinden Enver Paşa bu yolu seçti ve kendi adıyla, bazen “Enverce”, bazen de “Enver Paşa Türkçesi” diye anılan yazımı Osmanlı ordusunda uygulamaya koydu. Bütün orduya dağıtılan büyük ölçekli haritalar, bu yeni yazımla basılmışlardı ve subayların coğrafya bilgilerinin de yardımıyla, 1. Dünya Savaşı’nın başlarında kullanıldılar. Ama telgraf memurları çok sıkıntı çekti ve bir sürü yanlış yaptılar. Bu yüzden yeni yazımdan kısa bir süre sonra vazgeçildi. 

Bu deneyimin başarısızlığa uğraması, Latin alfabesini isteyenlerin cesaretini arttırmıştı. O kadar ki, 1917’de Talat Paşa Kabinesi kurulurken kendisine Maarif Nezâreti önerilen Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey, bakan olduğu takdirde yapacağı ilk işlerden birinin Latin alfabesini almak olduğunu söyleyebildi. Gerçi Hüseyin Cahit Bey bakan olmadı; ama on yıl sonra, Cumhuriyet rejimi iyice yerleştikten sonra yapılan en önemli reformlardan biri, Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbikine Dair Kanun’un yürürlüğe girmesi (1 Kasım 1928) oldu. Bu aşamadaki en ilginç özelliklerden biri, Latin alfabesinin alınmasını isteyenlerin bile alfabe değişikliğinin uzun bir zaman dilimine yayılması gerektiğini öne sürmeleriydi. Böyle bir uygulamanın başarılı olamayacağını, değişikliğin hemen yapılmadığı takdirde hiç yapılamayacağını, çünkü Arap alfabesiyle okuma bilenlerin o alfabeyi kullanmayı sürdüreceklerini savunan Gazi Mustafa Kemal, yeni alfabenin hemen o dersyılında devreye sokulmasını istedi. Okul çağını geçmiş ya da hiç okuma yazma öğrenmemiş olanlar için ise Millet Mektepleri açılarak, Latin alfabesiyle yazılan Türkçe çabucak yerleşti. 

Alfabe değişikliğinden sonra Türkiye’de bir okuryazarlık patlaması olmadı gerçi. Ama bunun nedeni, yeteri kadar okulun yeterince çabuk açılamamasıdır. 1923-1928 döneminden sonra da okuryazarlığın hızla artmamış olmasının nedeni, iktisat dünyasında aranmalıdır. Nitekim 1920’ler ve 30’lar Türkiyesi çok fakir bir ülkeydi ve yapması gereken çok şey vardı. Okul açıp ulusu eğitmek ise bunlardan yalnızca biriydi. Buna karşılık, tek-parti rejiminin okuryazarlığı yayma konusundaki kararlılığını görebilmek için, 2. Dünya Savaşı yıllarına bakmamız gerekiyor. O dönemde bütçe harcamalarının daha önemli bir kısmının, demiryolları ve çeşitli fabrikaların yapımı için gereken ithalat yapılamadığı için, eğitime ayrıldığını ve 1939’la 1945 arasındaki altı yılda, 1923’le 1938 arasındaki on beş yılda açılan ilkokuldan bir buçuk kat fazla ilkokul açıldığını görüyoruz. 

Bugün üzerinde konuşulan bir başka konu da, alfabe değişikliğiyle birlikte tüm bir ulusun birdenbire okuryazarlığını yitirmiş olduğu iddiasıdır. Bu iddia, gerici çevrelerin uydurduğu şehir efsanelerinin başta gelenlerindendir. Türkiye’nin 1923 yılındaki okuryazarlık oranı % 10’un altındaydı. Bu oran, 1935 nüfus sayımı sonuçlarına göre % 19,25’e çıkmıştır. Yani alfabe değişikliği yapıldığında okuryazarlık oranının % 15’in altında olduğunu varsayabiliriz. 

O dönemde okuryazarlar arasında lise ve üstü eğitim alanlarının mutlaka bir yabancı dil bildiklerini, bunun da çok büyük oranda Fransızca olduğunu düşünürsek, alfabe değişikliğinden mağdur olanların oranının % 10’un çok altında kaldığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu istatistiksel veriyi farklı bir açıdan yorumlayacak olursak, modern eğitim almış seçkin sınıf mensuplarından mağdur olan olmamış, toplumun ezici bir çoğunluğu için ise günlük yaşamda değişen herhangi bir şey olmamıştır.

ESKİ TÜRKÇEDE OKUR-YAZARLIK

Küçük hatalar büyük fark yaratırdı

Eski Türkçe okunması zor bir dildi. Tam da bu yüzden, konuyu ve bağlamı kavrayamamış bir zihin veya dikkatsiz bir çift göz, olmadık hatalara yol açabilirdi.

GÖZ / KÖR 

‘Osmanlıca’yı hatalı okumanın azizliklerine 16. yüzyıl Divan şai- ri Fuzulî de bir kıtasında değinir. 

“Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahrirün

Ki fesad-i rakamı sûrumuzı şur eyler

Gah bir harf sukutiyle kılur nâdir’i nâr

Gah bir nokta kusuriyle gözi kör eyler.”

Yukarıdaki dizelerinde Fuzulî, “yazıyı kötü yazan katibin eli kurusun çünkü onun yazısındaki hata bizim düğünümüzü tatsızlaştırır” diyerek açar mevzuyu. Tek bir harfin eksik yazıldığında “nadir”i “nar”, hatalı yazıldığında da “göz”ü “kör” edebileceğini söyler. Çünkü Arap harfleriyle nadir kelimesinin ortasındaki “dal” harfi düşünce kelime “nar” okunur; “göz” kelimesindeki “ze”nin noktası konulmayınca da “göz”, “kör” olur. 

YEDİ-SEKİZ HASAN PAŞA

Yedi-Sekiz Hasan Paşa, 19. yüzyılda yaşamış bir Osmanlı askeriydi. Erlikten mareşalliğe kadar yükselen Hasan Paşa okuma yazma bilmiyordu. Genel kanıya bakılırsa, “Yedi Sekiz” lakabını alması da bu yüzden oldu. Osmanlıcada “Hasan” yazmanın, yedi ve sekiz rakamlarını yanyana yazıp bu iki sayıyı birleştiren bir çizgi çekmekten farkı yoktu. Paşa, bu iki rakamı birleştirerek ismini yazabilmeyi başarmıştı. Görsel hafızasının ona sağladığı bu kolaylık, kendisine tarihe geçen bir lakap olarak geri döndü. 

FEVZİ PAŞA / KUZU PAŞA

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın Latin harfleri kullanılmaya başlamadan önce “Kuzu Paşa” olarak anıldığı da vakidir. Bu ironik durumun sebebi, Osmanlıcada “fe” ve “kaf” harflerinin arasında sadece tek bir nokta farkı bulunmasıdır. Bilindiği gibi her iki kelimenin de yazılışında kullanılan “vav” harfi hem “v” hem de “u” sesi vermektedir. 

HERAKLİT / HER EKALLİYET

1928’de Kafkas sınırından Hopa’ya pasaportsuz girince yakalanan Nâzım Hikmet’in üzerinden çıkan cep defterinde ünlü Yunan filozofuna dair “Heraklit’i düşünürken” isimli şiiri vardır. Ancak “Heraklit” kelimesi, “her ekalliyet” yani “her azınlık” olarak okunduğundan Nâzım’ın sorgu yargıcının önüne çıkmasında fazladan bir sebep teşkil eder. Nâzım’la ve polis memuru arasında geçen diyalog şöyledir:

-Ya? Demek sen ekalliyetleri fitillemeye geldin?

-Efendim, Heraklit Yunan filozofu.

-Üstelik Yunan ha?… Hesabını mahkemede verirsin! 

Devamını Oku

Son Haberler