Kasım
sayımız çıktı

İstiklal Harbi ve ölümden sonra diriliş

Millî Mücadele süreciyle haklı olarak övünüyoruz ve bunun önemli dönemeçlerini bayram günleri olarak kutluyoruz. Başarıyı gerçekleştirenler de öyle yaptılar. Ancak onlar yalnızca askerî ve diplomatik başarıların sevinç ve övüncünü dile getirmekle yetinmediler. Yeni bir hayata başladıkları inancıyla, yaşadıkları sürece ölümden sonra diriliş gözüyle baktılar.

Çar 1. Nikolay, Osman­lı Devleti için meşhur “hasta adam” benzetmesini yapmıştı. Ger­çekten de çağına ayak uydur­makta zorlanan ve iyileş­mek için gösterdiği çabala­rı boşa çıkaran bir dizi iç ve dış sorunla uğraşmak zorun­da kalan Osmanlı Devleti’nin yokolmaya doğru gittiğini bilmeyen kalmamıştı. Bunu Osmanlılardan yana ilk anla­yanın Sultan 2. Abdülhamid olduğunu söyleyebiliriz. Ni­tekim, milyonlarca Hıristiyan ve Şiî tebaası olan, siyaset­ten de iyi anlayan bir sulta­nın hilâfet politikası gütme­sini başka türlü açıklamaya çalışmak çok zor olur. Sultan Hamid, imparatorluğunun so­nunun geldiğini görmüş, kaçı­nılmaz sonu mümkün olduğu kadar geciktirme yolunu Sün­nî Müslümanların sadakatini sağlamakta aramıştı. Arap ve Arnavut milliyetçiliklerinin de izleyen yıllarda çok güç­lenmeleri, bu politikanın da pek başarılı olamadığını gös­teriyor.

Sonuçta “hasta adam”, Mondros Bırakışması’yla öldü. Bırakışmanın imzalanmasın­dan birkaç hafta sonra yayım­lanan Falih Rıfkı Atay’ın Ateş ve Güneş adlı eseri, hem son bir Osmanlı destanı hem de yazarın kendi deyimiyle, “şim­diki sınırlarımız” içinde kalan Anadolu’yu ve Anadolu insanı­nı öne çıkaran ilk “Türkiyeli” metin olarak okunabilir. An­cak, Falih Rıfkı Bey’in “şimdi­ki sınırlarımız” sözcükleriyle anlatmaya çalıştığı ülke, kısa bir süre sonra anlaşılacağı gi­bi, saf bir iyimserliğin dışavu­rumuydu (Anlaşılan kendi­ Woodrow Wilson’ın nüfusu­nun çoğunluğunu Türklerin oluşturdukları toprakların Türklere bırakılacağı sözünü veren 12. ilkesine güvenenler arasındaydı).

Mustafa Kemal ve Ergenekon 1926’da basılan ve çok nadir “2. Londra Serisi” pullarında Mustafa Kemal’in yanısıra Ergenekon destanının kahramanları Bozkurt ve demirden dağı eriten demirci çizimleri vardı.

Barış sürecinde görüldü ki, merhumun mirasını pay­laşma yarışına giren galip devletler, Osmanlı Devle­ti’nin asıl mirasçısı olan Türklere pek bir şey bı­rakmak niyetinde değil­lerdi. Kendilerine Orta Anadolu’da bırakılan kü­çük bir miktar toprak­la yetinmeleri beklenen Türklerin önemli bir ço­ğunluğu Yunanistan’a, hazırlık aşamasında olan Fransız ve İtalyan man­dalarına ve yeni kurula­cak olan Ermenistan’a ayrılan topraklarda ka­lacaktı. Bu planı hayata geçirmek için hazırlanan Sèvres Antlaşması, Türk nüfusunu parçalayarak yoketmeyi amaçlıyordu. Bu bakımdan, Sina Ak­şin’in büyük eseri İstan­bul Hükümetleri ve Millî Mücadele’nin üçüncü cil­dinin başlığında kullandı­ğı “Sevr’de Ölüm” deyimi­ni yadırgayamayız. Zaten Sèvres Antlaşması’nın imza­lanmasından hemen iki-üç hafta sonra Roma’da yayımla­nan ve antlaşmanın hazırlık aşamasına ilişkin diplomatik belgeleri kapsayan Fransızca bir eser de L’assassinat d’un peuple, yani “Bir Halkın Kat­li” başlığıyla çıkmıştı (Emekli Büyükelçi Galip Kemalî Söy­lemezoğlu’nun bu eseri, 37 yıl sonra Yok Edilmek İstenen Millet başlığıyla Türkçeye çevrilmiştir).

Bugün artık Sèvres Ant­laşması’nın tarihin çöplüğüne gittiğini biliyoruz. Bu başarıyı sağlayan Millî Mücadele sü­reciyle de haklı olarak övünü­yoruz ve sürecin önemli dö­nemeçlerini sevinçli bayram günleri olarak kutluyoruz. Başarıyı gerçekleştirenler de öyle yapmışlardı. Ancak on­lar yalnızca bir askerî ve dip­lomatik başarının sevinç ve övüncünü dile getirmekle ye­tinmemişlerdi. Yeni bir ha­yata başladıkları inancınday­dılar ve bu bakımdan yaşa­dıkları sürece ölümden sonra diriliş gözüyle baktılar. Cum­huriyet döneminin ilk albenili posta pullarına Türklerin eski bir ölümden sonra dirim an­latısının, yani Ergenekon des­tanının iki kahramanı olan Bozkurt ve demirden dağı eri­ten demircinin konması da bundandır. Pulların kullanı­ma sürülmesinden 3 yıl son­ra Millî Mücadele dönemin­de yazdığı gazete yazılarından bir bölümünü kitaplaştıran Yakup Kadri Karaosmanoğlu da kitabına Ergenekon adını verecekti.