Bir yerin “yerlisi” olmak, Türkiye coğrafyasında ne kadar mümkün? Türkler geldiğinde Anadolu’da kimse oturmuyor muydu? Bugün ülkemizdeki her iki aileden birinin ataları 80-100 sene önce Balkanlar’dan veya Kafkaslar’dan mecburi göçlerle gelmedi mi? Günümüzde örneğin dedesi veya ninesi İstanbul’da doğmuş kaç İstanbullu vardır? Yurt bellediğimiz şehirleri, semtleri, beldeleri, yabancı istilacıların tahayyül bile edemeyeceği biçimde “bellemiş” bir milletiz. En büyük Türk-
Osmanlı kültürkırımını, bizzat torunlar gerçekleştirmiştir. Göçebe kültürün özgün biçimlerini Anadolu gelenekleri ve İslâmiyet’le harmanlayan atalarımız, bu coğrafyayı, kendini, insanı, sosyal dokuyu zenginleştirmişti. Tarih sonsuza dek bu mirası yazacak. Mirasyedi torunlar ise hatırlansalar dahi pek iyi anılmayacaklar.
Birbirine düşmüş, düşman olmuş, hatta varoluşunu öteki bildiğinin yokoluşuna bağlamış; kinle, nefretle, adaletsizlikle beslenen ve bu duruma düştüğüne üzülmek bir yana, düşürüldüğüne inanan “mağdurlar” ülkesi Türkiye.
Yolda karşılaştığımız ve genellikle insan muamelesi yapmadığımız Suriyeli göçmen bize şöyle diyor: “Bu ülkenin zaten öyle bir içine etmiş, kendinize öyle bir kötülük yapmışsınız ki, ben istesem bile size daha fazla fenalık yapamam. Sadece çocuklarım ölmesin diye gelmek, daha doğrusu buradan geçmek zorunda kaldım. Denize düştüm, size sarıldım…”
Yakın tarihin acı cilveleri saymakla bitmez. Bugün Yunanistan’a gitmek zorunda kalan Suriyelinin büyük dedesi, 1920’lerde Yunanistan’ı terketmek zorunda kalanları kendi ülkesinde ağırlamıştı. Bu bakımdan kimin yurt edindiği yerde kaç kuşak kalacağı, kimin sırtına canyeleği takarak kucağında çocuklarıyla denize doğru koşacağı belli olmaz.
Yerleştiğimiz yerleri sadece sözde vatan sayarak, doğayı ve çevreyi geri dönüşsüz biçimde tahrip ederek, gelişmeyi ve ilerlemeyi bina, köprü, yol yapmak sanarak, ucuzlatılmış bir cumhuriyet ve Mustafa Kemal edebiyatı veya abartılmış bir Osmanlı ve ecdad sahtekarlığı ile bu topraklarda ne kadar kalıcı olabiliriz?