Osmanlı Devleti’nde sultanların ve yönetici tabakanın eğitim-öğretimi, gerek İslâm kültüründen gelen birikim gerekse Bizans’tan devralınan yapılarla (devşirme sistemi) sistemleşmişti. Osmanlı Devleti’ni ilk 300 yılında liyakatlı padişahlar ve kadrolar; son 300 yılında ise kritik dönemleri göğüsleyen liyakat sahibi bürokratlar yaşatabilmişti. Kardeşleri tarafından “kafes hayatı”na mahkum edilen padişah adayları, zehirlenme korkusu ve cehalet içinde yıllar geçirdikten sonra tahta çıkıyor ve imparatorluğu “yönetiyorlardı”.
Osmanlı tarihinde 13. padişah 3. Mehmed (1595-1603) ile 30. padişah 2. Mahmud (1808-1839) arasında, 244 senede 18 taht değişikliği vardır. Bir önceki süreçte padişahın oğulları “sancağa çıkmak” denen gelenek gereği Kastamonu, Trabzon, Konya veya Amasya’ya sancakbeyi atanır; yanlarına hocalar, sanatçılar, bilginler katılır; kitabî kültürden ava-spora, savaş oyunlarına, gerçek çarpışma ve savaşlara girerek tahta hazırlanırlardı. Bunların sonuncusu, sancağı Manisa’dan gelip tahta oturan 3. Mehmed (1595-1603), yazık ki liyakatsız padişahların ilk sıralarına da konabilir. Hanedan yasasını değiştiren, şehzadelerin sancağa çıkmasına son veren de odur.
3. Mehmed, babası 3. Murad’ın çabasıyla Manisa’da deneyimli kadrolardan uzun ve özenli eğitim almış, buradan İstanbul’a gelerek ölen babasının tahtına oturmuştu. Buna karşın kendisi, şehzadelerin sancağa çıkmalarını, taht için kardeş şehzadelerle savaşı sakıncalı görmüş, kuruluştan beri uygulanan bu geleneğe son vermişti. Yeni uygulamada tahta geçen padişah, kardeşi şehzadeleri öldürtmeyerek sarayda hapis tutacak; taht boşalınca şehzadelerin “erşed ve ekber” (ergin ve yaşça büyük) olanı tahta çıkacaktı.
1839’a kadar yürürlükte kalan bu uygulamada taht adayı şehzadeler kapalı-kilitli dairelerde kalmıştır. Bunlardan biri Harem bahçesinde “Eski Şimşirlik” denen taş yapı, diğeri 18. yüzyılda aynı işlevi gören Harem içinde yine taş örgü “Kubbeli Kasır”la buraya bağlanan “Çifte Kasırlar”dır. Buradaki bir-iki odalı loş dairelerden her birine bir şehzade kapatılmış; anneleri şehzadelere “arslanım” dediğinden, bu bölümlere de saray dilinde “kafes” denmiştir.
Akli dengesi bozuk olan 1. Mustafa, bir değil iki kez tahta çıkartılmıştı.
Bu kapalı odalarda şehzadelere ya Harem’in okur-yazar kalfa cariyeleri veya harem ağaları tarafından okuma-yazma, ibadet ve ahlak öğretilir; kitap okunurdu. Ancak, “yönetim ve askerlik bilgisi verilir miydi?” sorusunun yanıtı kapalıdır. Asıl sorunsa, sancağa çıkmadan, yeterli donanım kazanmadan
tahta oturtulan o ya da öteki şehzadenin dünya cahili, ülke topraklarını, toplumu, gelip-giden yabancıları tanımamış, çarşı-pazarı görmemiş, yaşam koşullarından habersiz, bir bakıma çocuk dünyasında kalmış bir padişah olmasıydı. Sürekli yaşanan bir diğer sorun da, öldürülme-zehirlenme korkusu idi. Bütün bunlar Osmanlı hanedanını önceki başarılarından uzaklaştırarak liyakatsızlığa götüren nedenlerdi.
Özellikle 1603’ten, Sultan Abdülmecid’in 1839’da tahta çıkışına kadarki 236 yıllık sürede, liyakatsızlık sadrazam, vezir, bürokrat, ulema, diplomat kimliklerinden taşra yöneticilerine kadar olağanlaştı. Önemli bir çıkmaz da, hanedan/monarşi yönetimlerinde tahttaki “ulu” iradenin liyakatının, hükmetmeye layık olup olmadığının sorgulanmasının getireceği sonuçları göze almaktı. Bu nedenle 1. Mustafa’nın uluorta Divan’a girip vezirlerin kavuklarını yuvarlamasına bile oturumdaki kadıasker “ilahi uyarılar” demiş; padişaha da “meczub-ı İlahi” tanısı koyarak bir bakıma onu kutsamışlardı. Saray hizmetleri için yetiştirilecek devşirme oğlanlar, Harem’e sunulan cariyeler fiziksel-ruhsal muayenelerden geçirilirken, taht adayı şehzadeler saray hapishanesi Şimşirlik’e, sonra Harem’in loş odalarına kapatılarak dış dünyadan soyutlanıyor; olan akıl-algı yetilerini de yitirerek ülkeyi, toplumu tanımaktan uzaklaşıyor; çile dolduruyorlardı. Beklentileri, “tahttaki amca/ ağabey ölsün-ayaklanma çıksın tahttan indirilsin- sıra bana gelsin” idi.
Kafesten çıkıp tahta oturma yani cülus anları, Osmanlı hanedanındaki belki de en ilginç sahnelerdi: Devlet adamları o güne kadar tanımadıkları yeni padişahı ilk kez görür; yeni padişah da görkemli tören giysileri giyip kuşanmış, yüksek kavuklu devletli paşalara korkarak bakar, “düşte miyim!” şaşkınlığına kapılırdı. Altın cülus tahtına oturtulan yeni padişah, genç veya yaşlı vezirlerin, kadıaskerlerin, bürokratların, ağaların sırayla önünde eğilişlerini, yere kapanıp elini-eteğini-pabucunu öpüşlerini şaşkın, kuşkulu ve mutlu izler; kafes tutsaklığından kurtulup enini boyunu bilmediği bir dünya parçasına nasıl hükmedeceğini kavramaya çalışırdı.
Liyakatsız sultanların ilki
3.Mehmed, taht için şehzadelerle savaşı sakıncalı görerek kuruluştan beri uygulanan sancak geleneğine son verdi.
Yeni padişahı, genç-zeki-bilgili Hasoda içoğlanlarından bir grup, cülus töreninde koro halinde “Padişahım çok yaşa!”, “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” diyerek yücelerdi. Saray yazıcıları, yeni padişaha sanlar sıralarken “Tanrının yeryüzündeki gölgesi”, ”İslâm peygamberinin halifesi”, “Karaların sultanı, denizlerin hakanı” sanlarını özellikle vurgulardı. “Alkış” denen bu yüksek sesle korolar da, ola ki yeni padişahı “Meğer ben neymişim!” algısına saplıyordu. Beklenmedik bir anda kafes karanlığından çıkarılıp cellada değil tahta götürülmek ve imparatorluğa buyrukçu olmak… Bunlar yeni padişahı ister istemez benlik, kimlik, ululuk, kutsallık anaforuna çeken olağanüstü durumlardı.
“Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” tanımı yakıştırılan yeni padişahın liyakatı sorgulanamazdı! Kaldı ki Osmanlı hanedanına mensubiyet, “sultan oğlu sultanın oğlu” olmak, liyakatın en üst basamağı demekti. Devlet de ülke de artık kendisinin uyrukları, kulları idi. Buyruklarının da Tanrısal hikmetler, isabetler içerdiğine inanılmalıydı.
“Kafes” ile “taht” arasındaki bu anlık ve ölçüsüz değişim; Osmanlı hanedan tarihinde bir defa değil, 1617-1839 arasındaki 222 yıl boyunca 16 defa ve kafes bahtsızlığı yaşamayan son padişahlar için de 6 defa yinelendi! Ancak bu sonuncular, şehzadeliklerini saray ve köşklerinde aileleriyle geçirdiklerinden “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi”nin laftan ibaret olduğunun farkındaydılar. Yine bu son cüluslarda biat sırasına girenler, artık yer öpmek-etek öpmek şöyle dursun, tahtın yanına sarkıtılmış saçağı öpmeye bile yanaşmayacaklardı! Hanedan ve saltanat, özgürlük ve insan onuru karşısında yenik düşmek üzereydi.
Babalarının saltanatında, sancakta “yönetim stajı” gören eski şehzadeler için tarih bilgileri, anekdotlar varken; 17.-18. yüzyıllarda kafes mahkumluğu yazgısını paylaşmış şehzadelerin günlük yaşamları konusunda ancak harem ağalarının aktardığı ileri sürülen anlatılar vardır. Şimşirlik veya Kafes’teki şehzadelik yıllarını sonradan kaleme almış bir padişah da yoktur! Kafesten tahta yürüyen padişahların saltanatları, çoklukla yeniklik, başarısızlık, aymazlıklarla geçmiştir. Merak edenler için, 1. Mustafa’dan 2. Mahmud’a 16 padişahın ömürlerinin toplamı 674 yıldır. Bunların özgür çocukluk-gençlik toplamı 110 yıl, Şimşirlik veya Kafes’te geçen zamanlarının toplamı 342 yıl, saltanatlarının toplamı da 222 yıldır. Yani tutuklulukta geçen zamanları, saltanatlarının 1.5 katıdır! Tutukluluğu aylarla sınırlı 2. Osman’a karşılık, 3. Osman’ın kafes yaşamı 5 yaşında başlamış ve tam 51 yıl sürmüştür; bunu izleyen saltanatı ise sadece 3 yıldı! Kafese kapatılan, taht şansı yakalamadan orada ölen şehzadelerle, tahttan indirildikten sonra kafes yaşamına dönen padişahları -şimdilik- saymıyoruz.
Osmanoğulları şehzadelerinin tahta geçmeden yaşamlarını körelten, liyakat kazanımlarını önleyen “Şimşirlik/ Kafes” yaşamlarına ilişkin anı ve belgelere dayalı tarihler yazılmış değildir. Bu öyle vahim bir durumdur ki, üç kıtada ülkelere hükmedecek taht adayları, toplamda 222 yıl süren hapis hayatından sonra 3. Osman (1754-1757) gibi tahta çıkınca tebdil-i kıyafetle çarşı-pazar turuna çıkmışlar, sokaklarda çerez yemişler, çocukluklarını 30, 40 hatta 50 yaşından sonra yaşamışlardır.
Sultan 2. Mahmud (1808-1839)
3. Mehmed Kanunnamesi’yle, tahta çıkana, kardeşlerini-kuzenlerini hapsettirme yetkisi verilince, Şimşirlik veya Harem’deki kasırlara kapatılan şehzadeler bir bakıma yaşayan ölüler hâline geldiler.
O kapalı ortamda ne yaparlardı? Sınırlı bilgilere göre rüyaya yatar, fal kapatır, yıldızname okur, harem ağaları aracılığıyla müneccimden hayırlı yorumlar bekler, ibadet eder, tespih çekerlermiş. Doğal ki tarih-edebiyat-fen kitapları okumaları yasaktı.
Bu durum, Saray’da ve Babıâli’de kamu işlerini çekip çeviren yetkililer açısından sakıncalı olmak bir yana gayet isabetliydi! Zira öncelinin yerine gelen ardılı, kasvetli loş kafeste enerjisi sönmüş bir şehriyar, yani “idare eden” değil “idare edilen” olmalıydı!
Sonuç: Osmanlı Devleti’ni ve Osmanlılığı ilk 300 yılında liyakatlı padişahlar ve kadrolar; son 300 yılında ise kritik dönemleri göğüsleyen liyakat sahibi devlet adamları ve bürokratlar yaşatabilmiştir. Son padişah Vahideddin’in Osmanoğullarına dair değerlendirmesi yoruma açıktır: “Hanedanımıza her türlüsü gelmiştir. Sarhoşu, delisi, aptalı vardır ama dinsizi yoktur. En mübalatsızı (dikkatsiz, düşüncesiz olanı) Abdülaziz bile son nefesinde Kur’an’a sarılmıştır”.
KÖSEM SULTAN’IN BAŞARISI
4.Murad’ın şerrinden sadece İbrahim kurtuldu
On bir yaşında tahta çıkan 4. Murad’ın padişahlığında (1623-1640), Şimşirlik’e kapatılmış, kendisinden küçük 4 kardeşi vardı. Bu bahtsızlar her gün ağabeylerinin göndereceği celladı bekledi. Sonunda beklenen oldu: 4. Murad, Revan zaferi şenlikleri sırasında şehzade Bayezid ve Süleyman’ı, Bağdat Seferi hazırlıkları sırasında da Şehzade Kasım’ı boğdurdu. Bu cinayetlerin tanığı, kardeşi İbrahim ve anneleri Valide Kösem Mahpeyker Sultan’dı. 1639’a gelindiğinde İbrahim de her an öldürülme korkusuyla depresyondaydı. 4. Murad’ın şehzadesi yoktu ve İbrahim boğulursa hanedan kendisiyle kapanacaktı. Kösem, hanedanın tek şehzadesi İbrahim’i köşe-bucak saklayarak 1640’ta ölen oğlunun yerine tahta geçmesini sağladı. Osmanlı Hanedanı, Sultan İbrahim’in soyundan yürümüştür.
ŞEHZADE SÜLEYMAN
İdam edileceğini sandı ama tahta çıkarıldı
Darüssaade Ağası, Şehzade Süleyman’ı tahta çıkarmak için Şimşirlik Kasrı’na gittiğinde, Süleyman idam edileceğini sanarak korkmuş: “İzalemiz emredildi ise iki rekat namaz kılayım. Çocukluğumdan beri 40 yıldır hapis çekerim! Her gün ölmektense bir gün evvel ölmek yeğdir” diyerek ağlamış. Uzun zamandır zelil ve sefil, üzerinde eski bir atlas entari ayağında çedik… Ağa, kendi samur kürklerinden birini getirtip giydirerek koluna girmiş. Arz odasında da İçoğlanları başına Hz. Yusuf’un sarığını sarıp sorguç iliştirmişler”. 45 yaşında padişah olduğunda 70’lik bir hasta görünüşünde, şiş vücudunu taşımakta zorlanan Süleyman, Şimşirlik’te kısırlaşmıştı. O haldeyken, padişah olunca Kanunî Süleyman’ı öykünerek sefere çıkmak istemiş; 1689 da Edirne Sarayı’nın önüne Üngürüs (Macaristan) için Sefer-i Hümayun kurdurmuş, ama kendisi Sofya’da iken bozgun haberleri gelince Edirne’ye dönmüştür. Arada İstanbul’a gelmiş, yine Edirne’de iken 22 Haziran 1691’de ölmüştür. Cenazesi buz kalıplar arasında İstanbul’a getirilerek Sultan Süleyman’ın türbesine gömüldü (Silahdar Tarihi’nden).
3.OSMAN’IN DENGESİZLİKLERİ
50 yıl hapis kaldı, 3 yıl tahtta kalamadı
Beş yaşında hapsedilip 40 yıl sonra tahta oturtulan 2. Süleyman’a karşılık; 3. Osman, Kafes’te 50 yıl tutuklu kalarak 55 yaşında tahta oturtulmuştu! Saltanatı 15 Aralık 1754-30 Ekim 1757 arasında 2 yıl 10.5 aydır.
Kısa padişahlığında çocuksu alınganlık, kızgınlık ve kaprisleriyle tanındı. Harem’den ve kadınlardan nefret ederdi. 2. Süleyman gibi kısır, vücut yapısı da anormaldi. Kafes’te amcazadesi şehzadelerden Mehmed’i boğdurtmak istemesine karşı çıkan, liyakat sahibi Hekimoğlu Ali Paşa’yı azarlayıp “Seni azleder Hamalbaşı Ali’yi sadrazam atarım” dediğinde, Paşa çekinmeden yaralayıcı bir yanıt vermişti: “Elbette atarsınız. Ama Hekimoğlu değil Hamal Ali Paşa denir!”
Osmanlı tarihinde liyakatı sorgulanacakların başında, önce yetersiz padişahlar değerlendirilmelidir. Örneğin Abdülaziz’in, huzuruna girenlerden taabbüd (secdeye kapanma) beklemesi bir Tanzimat padişahı davranışı olabilir mı? Bunun gibi tutarsızlıkları son kertede delilik, doğrusu liyakatsızlık anlamı içeren bir fetva ile tahttan indirilmesini hazırlamıştı. Doktor raporu ile 5. Murad’ın, meclis kararı ile Abdülhamid’in, Büyük Millet Meclisi kararı ile Vahideddin’in saltanatlarına son verilmesinin doğruluk veya yanlışlığı tartışılsa da, arka planlarında liyakatsızlık vardır.
1. MUSTAFA VE 4. MEHMED
Liyakat önemli değil benden korksunlar yeter!
Bir hanedan/teokrasi yönetiminde, tahta çıkma hakkını elde edenin liyakatını kim sorgulayabilirdi ki? Saray görevlilerinden askerlere, herkes bahşiş, rütbe, yeni görev alacakları için, “aman cülus oluversin” diye beklerdi. Devlet çarkı nasılsa döneceğinden, padişahta kusur, eksiklik aranamazdı. Tahta çıkana, şehzadeliğinde dadılık-hocalık edenler, hizmet koşturanlar da saptadıkları olumsuzlukları söyleyemezlerdi. Akıl sağlığı olmadığı bilinen 1. Mustafa bile iki kez tahta oturtulmuş (1617/18, 1622/1623), en saçma buyruklarına bile yorumlar yüklenmişti. Padişahın en yetkinleri için bile doğaüstü öngörüler yüklenmiş, görmediği düşler görmüşmüş gibi anlatılmış, bunlar için kasideler yazılmıştır.
Okumuş-aydın, ülkeler görmüş, seferlere çıkmış, zaferler kazanmış donanımlı vezirler bile, bu zavallılıklar karşısında sus-pus etek öperek sunumda bulunur, buyruk alırlardı. 4. Mehmed, 1683’te yorgun ve sinirli döndüğü bir av partisi akşamında Fazıl Ahmed Paşa’nın ardılı Merzifonlu Mustafa Paşa’nın Viyana’yı alamadığı haberi verilince, Edirne’den ivedi cellat koşturtarak paşayı Belgrad’da boğdurtmuştu. Bundan 2 yüzyıl geriye gidelim: 2. Bayezid, Karamanoğlularını dize getirmiş, donanmayla Otranto’yu kuşatmış, dirayetli-liyakatlı-cesur ve dürüst vezir Gedik Ahmed Paşa’yı da vezirlere verdiği ziyafette, sofradan kaldırtıp boğdurmuştu.
Şu denebilir: Padişahlar ister vezir ister kul, liyakata değil; kendilerinden korkan ve körü körüne bağlı insanlara önem verdiler.