Kıbrıs’ın resmen İngiliz sömürgesi olduğu 1925 yılı, 1878’de Osmanlı Devleti’nden resmen kopmasından sonraki dönüm noktasıydı. Önce Rumlar sömürge yönetimine karşı ayaklandılar; sonrasında Kıbrıslı Türklerle Rumlar çatıştılar. Türkiye ve Yunanistan’ın dahil olması işleri iyice karıştıracak, iki toplum arasındaki köprüler atılacaktı.
Kıbrıs’ın Osmanlı yönetiminden çıkıp İngilizlerin eline geçtiği 1878’de 180 bin civarında olan nüfusunun %74’ü Rumlardan, %25’i Türklerden, %1’i Maruniler, Ermeniler ve diğer topluluklardan oluşuyordu. Osmanlı millet sistemine son veren İngilizler modern bir devlet yapısı kurma çalışmalarına başladılar. 1882’de Yasama (Kavanin) Meclisi açıldı. 24 kişilik Meclis’te 12 Rum ve 3 Türk temsilci ile 9 İngiliz üye yer alıyordu.
Yeni dönem, 3 asırdan beri devam eden Osmanlı döneminde “millet-i hakime” olarak idari kadroları elinde tutan Kıbrıslı Türkler için büyük bir şok oldu. Bu dönemde, Anadolu’daki Müslümanlar gibi Kıbrıslı Türkler de ticarette ilerleyememişler, ticarete dayalı bir orta sınıf da ortaya çıkmamıştı. Yönetici-memur elitler dışında Kıbrıs Türk toplumunun büyük çoğunluğunu yoksul köylüler oluşturuyordu.
Osmanlı yönetiminin bitişini sevinçle karşılayan Rumlar ise yeni döneme avantajlı girmişti. Zaten Ada’daki en güçlü kurum, Kıbrıs Ortodoks Kilisesi’ydi. İstanbul Fener Rum Patrikhanesi’nden bağımsız olan Kilise, Ada’nın Katolik egemenliği altında bulunduğu Lusignanlar dönemi (1192-1489) ile Venedikliler döneminde (1489-1571) baskı altına alınmıştı. Buna karşın Ada’nın çoğunluğu Ortodoks inancını muhafaza etti. Kıbrıs 1571’de Osmanlı yönetimine girdikten sonra Anadolu’dan göçmenler getirilse de Ortodoks nüfusun çoğunluk yapısı değişmedi. Osmanlı Devleti, Venediklileri desteklediğini düşündüğü Kıbrıslı Katoliklere Ortodoks ya da Müslüman olma ya da Ada’yı terketme seçeneklerini sunarken, Ortodoks Kilisesi’ne birçok imtiyaz tanıdı. Artık kilisenin başı olan başpiskopos, Ortodoksların lideri ve ulusal sözcüsü (etnarh) olarak tanınacaktı.
Kilise 1660’tan itibaren Ortodoksların vergilerini toplayıp kendi payını almaya da başladı. Müslüman azınlık payitahtla ancak valilik üzerinden ilişki kurabilirken Ortodokslar aracısız görüşebiliyordu. En güçlü zamanını Osmanlı yönetiminde yaşayan Kıbrıs Ortodoks Kilisesi, İngiliz döneminde vergi toplama gibi önemli imtiyazlarının bir bölümü geri alınsa da Rum toplumu içindeki gücünü korumuştu.
Osmanlı döneminde “millet-i mahkume” olarak sınıflandırıldıkları için idari kadrolardan uzak kalan Rumlar, bun akarşın Kıbrıs ticaretine hakimdi. İngiliz dönemiyle birlikte yeni yolların yapılması iç piyasayı geliştirmiş, dış ticaret hacmi de büyümüştü. Rumlar, Ada’nın sermaye birikimine sahip tek toplumu olarak yeni iş alanlarına da egemen oldular. İngilizlerin tarıma açmak için satışa çıkardıkları büyük araziler de sermaye birikimi sayesinde Rumların eline geçti.
Osmanlı döneminde açıktan faaliyet yürütemeyen Enosis (Yunanistan’la birleşme) yanlıları da atağa kalkmıştı. Bayraktarlığını Kilise’nin yaptığı Enosis düşüncesi, onyıllardır zaten Ada Rumlarının gündemindeydi. Kıbrıslı Rum gönüllüler, 1821’de başlayan Yunan ayaklanmalarına da katılmış ve Osmanlı yönetimi buna birçok Ortodoks din adamını idam ederek cevap vermişti. Kıbrıslı Rumların Helen milliyetçiliğine aidiyet duygusu zaman geçtikçe daha da güçlendi. İngiliz egemenliği 25. yılını doldurduğunda Yunanistan’da kutlanan tüm bayramlar Kıbrıslı Rumlar tarafından da kutlanıyor; okullarda Yunanistan’dan gelen kitaplar okutuluyor; öğretmenler öğrencilerine, kiliselerde papazlar cemaatlerine Helen milliyetçiliği aşılıyordu. Dinsel kimlikle ulusal kimlik eklemlenmeye, Rumların ulus bilinci Kıbrıslı Türklerden daha erken dönemde oluşmaya başlamıştı.
Kıbrıslı Rumlara Enosis düşüncesinin hayalden ibaret olmadığını gösteren en önemli gelişme ise Ortodoksların 19. yüzyıl boyunca defalarca ayaklandığı Girit’in 1898’de fiilen Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmasıydı. Girit’in Enosis idealini gerçekleştirmesi Kıbrıs Rum toplumunda büyük coşkuyla karşılandı, kutlamalar yapıldı.
Ne ekonomik güce ne de Ortodoks kilisesi gibi güçlü ve bağımsız, toplumu harekete geçirme kapasitesine sahip bir kuruma sahip olmayan Kıbrıslı Türkler, Ada’nın da Yunanistan’a bağlanmasının yüzyıllardır yaşadıkları toprakları terketmeleri anlamına geleceğini biliyorlardı. Kendi derdine düşmüş Osmanlı Devleti’nin de Kıbrıslı Türklerle ilgilenecek durumu yoktu.
Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı’na İttifak Devletleri safında katılınca, İngilizler 1878’den beri yönettikleri Kıbrıs’ı 1914’te ilhak ettiler. İngilizler ertesi yıl, Yunanistan’ın 1. Dünya Savaşı’na İtilaf Devletleri safında katılıp Bulgaristan’a savaş açması karşılığında Kıbrıs’ta Enosis’i kabul etmişlerdi ama, birçok başka sorunla boğuşan Yunanistan kralı buna yanaşmamıştı.
Anadolu’da başlayan Kurtuluş Savaşı’nı Kıbrıslılar da yakından takip etti. Yunan ordularının Anadolu’da ilerlemesine Rumlar, savaşın sonucuna Türkler sevindi.
1923’te imzalanan Lozan Antlaşması, Kıbrıs’taki fiili İngiliz işgalini resmîleştirdi. Kıbrıslı Türkler, Türkiye veya İngiliz vatandaşlıklarından birini seçeceklerdi. Türkiye vatandaşı olanlar Anadolu’ya göçetmeye başladılar. İngiliz vatandaşlığını seçenlerin bir bölümü de İngiltere’ye veya Britanya kolonisi ülkelere göçetti. Zaten sömürge yönetimi uzun zamandır Kıbrıslı Türklerin göçünü teşvik ediyordu. 10 Mart 1925’te Kıbrıs resmen majestelerinin sömürgesi (Crown Colony) ilan edildiğinde, 1878’de 180 bin olan Kıbrıs nüfusu 250 bine çıkmış; Rum nüfusun oranı %74’ten %80’e yükselirken, Türklerin oranı %25’ten %20’nin altına düşmüştü.
Sömürge ilanından hemen sonra Rumlar arasında sömürgecilik karşıtı bir muhalefet hareketi oluşmaya ve hızla güçlenmeye başladı. Ekim 1931’de Rumlar, ilk isyanı çıkardı. Ada’nın dörtbir köşesindeki resmî İngiliz binaları saldırıya uğradı, Lefkoşa’daki isyancılar sömürge valisinin konağını ateşe verdi. Koloni yönetiminin buna yanıtı sert oldu. Yasama Meclisi feshedildi, partiler ve sendikalar kapatıldı. Belediye seçimleri askıya alındı.
Kıbrıslı Türkler ise kendi aralarında ikiye bölünmüşlerdi. İlk grup, Osmanlı dönemi elitlerinin öncülük ettiği geleneksel Müslümanlardı. Bu grup cumhuriyet devrimlerine mesafeli durmuş, sözgelimi feslerini çıkarmamışlardı. Diğer grupta, cumhuriyetin ilanından sonra Kıbrıs’ta da şekillenmeye başlayan Türk kimliği etrafında birleşen Kemalist milliyetçiler vardı. İlk gruptakiler sömürge yönetimiyle bütünleşmişlerdi ve Helen milliyetçiliğinin üzerine bir de Türk milliyetçiliğiyle uğraşmak istemeyen İngilizlerin yakından izlediği Kemalist grubun faaliyetlerini sömürge yönetimine rapor ediyorlardı!
İngiliz yanlısı kesimin en önemli ismi, günümüzde Kıbrıslı Türklerin “Sir Münir” olarak hatırladığı Mehmet Münir Bey’di. İngilizler, Osmanlı bakiyesi vakıf mallarını yöneten Evkaf (Vakıflar) İdaresi’nin başına 1925’te Mehmet Münir Bey’i getirmişti. Böylece 1948’e kadar uçsuz-bucaksız vakıf arazilerinin ve diğer mülklerin nasıl el değiştireceğini veya nasıl değerlendirileceğini, kuşkusuz İngilizlerin gözetiminde, Mehmet Münir Bey belirledi. Hizmetleri elbette karşılıksız kalmamıştı. 1928’de Kral 5. George’la görüştürüldü; 1931’de Britanya İmparatorluk Nişanı ile ödüllendirildi; 1937’de Kral 6. George’un taç giyme törenine 1931 İsyanı sonrası sömürge yönetiminin baskısı nedeniyle Enosis yanlısı hareket büyük oranda yeraltına çekilmişti. 1940’lara gelindiğinde Rum siyasetinin tüm kesimleri Enosis düşüncesine inanıyordu. İngilizlerin 2. Dünya Savaşı nedeniyle baskıları gevşettiği 1941’de kurulan komünist AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi) bile, 1943’te “Türklere de eşit haklar tanıyan bir Enosis”ten yana olduğunu açıklamıştı.
Savaş sonrası yeniden şekillenen dünya 1950’li yıllara ABD öncülüğündeki Batı Bloku ile Sovyetler Birliği öncülüğündeki Doğu Bloku arasındaki Soğuk Savaş’la girdi. 1990’lara kadar dünyadaki hiçbir siyasi gelişme, bu iki blok arasındaki mücadeleden bağımsız düşünülemeyecekti.
Türkiye, Sovyetler Birliği’nin savaştan sonra Boğazlar’da askerî üsler kurma ve sınır değişikliği gibi taleplerde bulunmasıyla başgösteren Sovyet yayılmacılığı tehdidine karşı Batı Bloku’nda yer almaya çalışıyordu. Yunanistan’da ise 1946’da komünistler ayaklanmış ve 3 yıl sürecek içsavaş başlamıştı. ABD Başkanı Harry Truman 1947’de Türkiye ve Yunanistan’ın Sovyet yayılmacılığına karşı korunmasını amaçlayan ve Truman Doktrini diye anılan planı açıkladı. 1949’da Yunanistan’daki komünist isyan bastırıldı. Yunanistan ve 1950’de Kore Savaşı’na asker gönderen Türkiye, 1952’de NATO üyesi oldular.
Yunanistan ve Türkiye artık Batı Bloku’nda yer alan iki müttefik ülkeydi ama tarihin garip bir cilvesiyle 1930’da Atatürk ve Yunanistan Başbakanı Venizelos’un başlattığı dostluk siyaseti, her iki ülkenin NATO ittifakında buluştuğu 1950’lerde Kıbrıs anlaşmazlığı yüzünden son bulacaktı.
1950’de Ada’nın kaderini etkileyen bazı gelişmeler yaşanmıştı. Rumlar, 15 Ocak 1950 günü düzenlenen dinî törenden sonra Ortodoks Kilisesi’nin komünist AKEL’le anlaşarak düzenlediği referandum için sandık başına gitmiş ve oy kullananların %97’si Yunanistan’a bağlanma yönünde tercih bildirmişti.
Referandum yapılması kararında etkili olan Enosis yanlısı din adamı Makarios’un Başpiskopos seçilip Kıbrıslı Rumların ruhani lideri olması da 1950’nin önemli olaylarından biriydi. Başpiskoposluk görevine başlarken Enosis için çalışacağı sözünü veren Makarios art arda yaptığı Yunanistan ziyaretlerinde, kamuoyunu kullanarak Yunan hükümetini etkilemeyi planlamıştı ve başarılı da oldu. Yunanistan’ın dörtbir köşesinde Kıbrıs’ta Enosis talep edilen mitinglere katılım artıyordu.
1950’lere girilirken Türkiye’nin, Ada’daki statükonun korunması dışında bir Kıbrıs politikası yoktu. Enosis talebine karşı Kıbrıslı Türklerle dayanışma için büyük kentlerde düzenlenen mitingler başlamış olsa da, ne kamuoyunda ne de siyasette kuvvetli bir Kıbrıs duyarlılığından sözetmek mümkün değildi. Öyle ki Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, Rumların kendi aralarında düzenledikleri referandumdan 10 gün sonra, 25 Ocak 1950’de yaptığı açıklamada şunları söylüyordu: “Kıbrıs meselesi diye mesele yoktur. Çünkü Kıbrıs bugün, İngiltere’nin hakimiyet ve idaresi altındadır ve İngiltere’nin Kıbrıs’ı başka bir devlete devretmek niyetinde veya eğiliminde olmadığı hakkında kanaatimiz vardır. Bu böyle olunca, gençlerimiz boş yere heyecana kapılıyorlar, gereksiz yere yoruluyorlar.”
Yunanistan’ın 1954’te konuyu Birleşmiş Milletler’e taşıyarak ulusların kendi kaderlerini tayin etme ilkesinin Kıbrıs’ta da uygulanmasını ve Ada’da bir referandum yapılmasını talep etmesi ise Türkiye’de kamuoyunu hareketlendirdi.
Kıbrıs mitingleri Anadolu’ya yayılıp kitleselleşmeye başladı. Özellikle Hürriyet gazetesi bu süreçte önemli bir rol üstlendi. Miting meydanlarında “Kıbrıs Türk’tür” sloganları atılırken, 24 Ağustos 1954’te başkanlığını Hürriyet’te çalışan gazeteci Hikmet Bil’in yaptığı Kıbrıs Türktür Cemiyeti kuruldu. Hürriyet öylesine heyecanlıydı ki, Doğan Nadi Cumhuriyet’te Hürriyet’in sahibi ve başyazarı Sedat Simavi’yi kastederek “Yahu üzmeyelim Sedat’ı bu kadar, versinler şu adayı çocuğa, ondan değerli mi?” mealinde, işi şakaya alan yazılar yazıyordu.
Temmuz 1952’de Makarios’un da katılımıyla Atina’da yapılan ve hem Kıbrıs’tan hem Yunanistan’dan milliyetçilerin katıldığı bir toplantıda Enosis’i hedefleyen illegal bir örgüt kurma düşüncesi ortaya atılmıştı. Bir süre sonra Yunan Ordusu’nda görev yapan ve Kıbrıs’ın kuzeyindeki Trikomo (bugünkü Yeni İskele) doğumlu olan faşist Albay Georgios Grivas, Makarios’u gerilla savaşının başarılı olacağına ikna etti. Böylece 1953’te, EOKA (Kıbrıslıların Ulusal Mücadele Örgütü) kuruldu. Ada’dan topladığı gönüllüleri Yunanistan’a götürüp eğitmeye başlayan Grivas, orduyla resmî bağı kalmaması için emekli edildi ve 1954’te karargahını Kıbrıs’a taşıdı. Grivas 1919-22’de Anadolu’daki işgalci Yunan Ordusu’nda görev almış ve Yunanistan İçsavaşı döneminde de komünistlere karşı savaşmıştı.
EOKA, sömürge yönetimine yönelik ilk saldırıları 1 Nisan 1955 gecesi, birçok İngiliz hedefini bombalayarak gerçekleştirdi. İlk eylemler Rum toplumunun sempatisini kazanınca EOKA saldırılarını arttırdı; Yunanistan’dan Kıbrıs’a gönderilen silah ve mühimmatın gizlice Kıbrıs’a sokulmasının da yardımıyla kısa sürede güçlü bir örgüt durumuna geldi.
Kıbrıs’ta polis olmak Rumlar tarafından “sömürgeci işbirlikçisi” olarak nitelendirilmek anlamına geldiği için, o zamana dek polislik mesleğine daha çok Türkler ilgi göstermişti. EOKA eylemlerinden sonra İngilizler yeni kadrolar açıp çok iyi koşullar sunarak daha fazla Kıbrıslı Türk’ü polis olarak işe almaya başladı. Sömürge yönetimi böylece Rumların silahlı örgütüne karşı bir alternatif geliştirip iki toplum arasındaki güç farkını kısmen de olsa dengelemeyi ve Rum tarafındaki ayaklanmaları daha kolay bastırmayı amaçlamıştı. 1958’e gelindiğinde Ada’da 1.700 Türk, 70 Rum polis vardı. Yedek polis gücünde ise 542 Türk’e karşılık hiç Rum bulunmuyordu.
Bu dönemde nihayet Ankara da artık Türkiye’nin Kıbrıs üzerinde söz hakkı olduğunu ifade etmeye başladı. Dışişleri Bakanlığı’nda bir Kıbrıs Komisyonu kuruldu. İngiltere, Kıbrıs sorununa çözüm bulmak için 29 Ağustos 1955’te Londra’da başlayan konferansa Türkiye’yi de davet ederek Yunanistan’ın Kıbrıs’ta referandum talebini savuşturmak istiyordu; öyle de oldu ve konferans sonuç alınamadan dağıldı.
Konferansın sürdüğü 5 Eylül 1955’te Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin yaptığı açıklama ertesi gün Hürriyet’in manşetinde “Kıbrıs’ta tedhiş için Yunanlılara ihtar” başlığıyla yer almıştı. Aynı gün yine aynı cemiyetin önayak olduğu, İstanbul’daki Rum azınlığa yönelik 6-7 Eylül Pogromu başlayacaktı. Olayların bahanesi Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba konulduğu haberleriydi ama, gerekli zemini aylardır süren Kıbrıs gerilimi sağlamıştı. 7 Eylül’de Kıbrıs Türktür Cemiyeti kapatıldı ve yönetim kurulu üyeleri tutuklandı.
1955’te Mısır’ın İngiliz askerlerinin ülkeden ayrılması kararını alması, Kıbrıs’ı İngilizler için stratejik hâle getirmiş, 1956’daki Süveyş Krizi ise Ada’nın askerî önemini bir defa daha hatırlatmıştı. 1930’lardan beri Kıbrıs’ın geleceğiyle ilgili politikaları tam net olmayan İngilizler, bu gelişmelerden sonra Kıbrıs’taki varlıklarını sürdürmeye karar verdi.
Türkiye bu süreçte, Enosis talebine karşılık Ada’nın iki toplum arasında paylaşılmasını (taksim edilmesini) öngören “Taksim tezi”ne geçti. Taksim önerisi İngilizler için çok kullanışlıydı ve Enosis karşısında bir dengeleme aracıydı. Türkiye’nin yeni Kıbrıs politikasının mimarı olan Fatin Rüştü Zorlu Dışişleri Bakanı olduktan 2 ay sonra, 26 Ocak 1958’de, Başbakan Adnan Menderes, Türkiye’nin “Taksim tezi”ne geçtiğini ve Ada’nın Rumlarla Türkler arasında adaletli bir şekilde bölünmesi yolunda çaba harcayacaklarını açıkladı.
Ertesi gün bu açıklamayı kutlamak için Lefkoşa Sarayönü’nde gösteri düzenleyen ve çoğunluğu lise öğrencisi olan Kıbrıslı Türkler, sömürge askerlerinin sert müdahalesiyle karşılaştı ve tarihe 27-28 Ocak Olayları diye geçen olaylar başladı. 5’i Lefkoşa’da 2’si Mağusa’da 7 Kıbrıslı Türk’ün öldüğü, 30’unun yaralandığı bu hadise, Kıbrıslı Türklerle sömürge yönetiminin fiziki olarak karşı karşıya geldiği ilk hadiseydi.
Türkiye, “Taksim tezi”ne geçtikten sonra Kıbrıs’taki çatışmalara doğrudan dahil oldu. EOKA’nın Kıbrıslı Türklere yönelik saldırılara da başladığı 1957’de, Kıbrıslı Türk liderler Rauf Denktaş ve Burhan Nalbantoğlu ile Türkiye konsolosluğunda çalışan Kemal Tanrısevdi illegal silahlı örgüt Türk Mukavemet Teşkilatı’nı (TMT) kurdular. Resmî tarih anlatısına ve kuruculardan Denktaş’ın sonradan anlattıklarına göre, kurucular arasında konsolosluk görevlisi olmasına karşın TMT’nin ilk dönemde Türkiye’yle organik ilişkisi yoktu. Örgüt 1958’in yaz aylarında doğrudan Türkiye’nin kontrolüne girecek; TMT’yi örgütlemek için Kıbrıs’a banka müfettişi ve öğretmen kimliği altında Kore’de savaş tecrübesi edinmiş subaylar gönderilecekti.
Günümüzde KKTC’de kimi siyasi partiler ve dernekler, TMT’nin kuruluş gününü Türkiye’den gönderilen ilk subay olan Albay Ali Rıza Vuruşkan’ın TMT yönetimini devraldığı 1 Ağustos 1958 olarak kabul ederek her yıl 1 Ağustos’ta kutlama yapıyor (buna karşın, İngiliz arşivlerinden çıkan ve yakın zamanda hem Kıbrıs’ta hem de Türkiye’de medyaya yansıyan bazı “TMT Merkez Komitesi” imzalı bildiriler, örgütün bu tarihten önce silahlı eylemlere başladığını kanıtlıyor).
TMT ilk zamanlarında Kıbrıs Türk toplumuna kendi meşrebince “çekidüzen vermeye” girişmiş, toplum liderliği gibi düşünmeyen Solcu Kıbrıslı Türklere baskı kurmuştu. İki toplumun ortak sendikası PEO’ya üye yüzlerce Kıbrıslı Türk işçi, TMT’nin tehditleri sonucu istifa edip yeni kurulan Türk sendikalarına üye olmaya zorlandı.
Kıbrıslı Türklerle Rumların birlikte kutladığı 1958 1 Mayıs’ından sonra muhalif Türklere yönelik şiddet eylemleri başladı. 22 Mayıs’ta PEO’nun Türk Bürosu Başkanı Ahmet Sadi uğradığı silahlı saldırıdan eşiyle birlikte yaralı kurtuldu. 2 gün sonra İnkılapçı gazetesinin yazı işleri müdürü Fazıl Önder, 1 hafta sonra berber Ahmet Yahya öldürüldü. 26 Mayıs 1958 tarihli “TMT Merkez Komitesi” imzalı bildiride, “satılmış Kızıl soysuzlar hak ettikleri cezayı buldular” ifadesi kullanılıyor; 31 Mayıs 1958 tarihli bildiride ise Ahmet Yahya’nın öldürülmesi “gerçek Türk olmayan bir hain daha, vurucu timlerimiz tarafından yokedilmiştir” denilerek üstleniliyordu. TMT’nin 3 Temmuz 1958’e kadar devam eden silahlı saldırılarında Ahmet İbrahim öldürüldü, 5 Kıbrıslı Türk yaralandı (TMT kurucularından Rauf Denktaş, bu cinayetleri örgütün işlediğini hiçbir zaman kabul etmedi ve “karanlık güçlerin işlediği faili meçhul cinayetler” olarak nitelendirdi).
EOKA ve TMT’yi değerlendirirken, 1950’lerde NATO üyesi ülkelerde “komünizm tehlikesine karşı savaşmak için” kontrgerilla organizasyonlarının kurulduğunu, her iki örgütün arkasında da “anavatan”lardaki bu yapıların olduğunu hatırlamak gerekir. Türkiye’de bu örgütlenme 1952’de Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı Hususi ve Yardımcı Muharip Birlikleri adıyla kurulmuş, ertesi yıl adı Seferberlik Tetkik Kurulu olarak değişmişti. 1955’te kurulan Yunanistan’daki muadili ise Dağ Baskın Birlikleri adını taşıyordu. En büyük siyasi partisi komünist AKEL olan Kıbrıs, her şey bir yana, NATO üyesi Türkiye ve Yunanistan için komünizm tehdidi altında bir yerdi.
1958’in yaz aylarında EOKA’nın Kıbrıslı Türklere yönelik artan saldırılarına TMT’nin de karşılık vermesi üzerine toplumlararası çatışmalar şiddetlendi. EOKA’nın 12 Temmuz 1958’de Sinde Katliamı olarak bilinen saldırıda 5 Kıbrıslı Türk’ü öldürmesiyle başlayan bir dizi kanlı olay yaşandı. Aynı gün Gönyeli’de 8 Rum öldürüldü. 13-20 Temmuz tarihleri arasındaki 4 ayrı EOKA saldırısında ise aralarında çocukların da olduğu 11 Kıbrıslı Türk öldürülecekti. İngiltere’nin Yunanistan ve Türkiye nezdindeki girişimleriyle 4 Ağustos’ta ateşkes ilan edildi.
Ateşkes sonrası ortalık sakinleşmişti. Ancak iki taraf da bunun geçici bir durum olduğunun farkındaydı ve boş durmuyordu. TMT, Türkiye’ye silahlı eğitim için gönüllü göndermeye ateşkes kararından hemen sonra başladı. Eğitimi tamamlayanlar bir yandan Ada’daki TMT hücrelerinde görevlendiriliyor, bir yandan da gençlere silah eğitimi veriyorlardı. Türkiye’den “bereketçiler” denilen balıkçıların getirdiği silahların bir bölümü zamanı gelince kullanılmak üzere “çanak” adı verilen çukurlara gömülüyordu.
Kısa sürede büyüyüp profesyonelleşen TMT üyelerine “arı” adı veriliyordu. Bu “arı”lar birleşerek “oğul” birimlerini oluşturuyor, “oğullar”ın birleşmesine “petek”, “petek”lerin içinde bulunduğu bölge örgütüne “kovan” deniliyordu. “Kovan”lar kasabalarda “serdar”lara, kentlerde “sancaktar”lara bağlanırdı. 6 sancaktar Lefkoşa, Lefke, Mağusa, Limasol, Baf ve Larnaka bölgelerinden sorumluydu. “Sancaktar”ların ve dolayısıyla tüm teşkilatın başında ise “bayraktar” vardı. Kıbrıs’taki ilk bayraktar, Türkiye İş Bankası müfettişi Ali Conan kimliği ile Lefkoşa’ya yerleşen Albay Rıza Vuruşkan’dı.
Ateşkesten sonra Yunanistan ve Türkiye arasında başlayan müzakereler, 1959’da Londra ve Zürih Antlaşmaları’yla sonuçlandı. Bu iki antlaşmayla İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın garantörlüğünde 16 Ağustos 1960’ta ilan edilecek bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temelleri atıldı.
Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edildiğinde, Rumlar Ada nüfusunun %80’ini, Türkler %18’ini oluşturuyordu. Yeni sistemde cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı Türk olacak; Meclis’teki sandalyeler %70-30 oranında paylaşılacaktı. İngiltere, Türkiye ve Yunanistan garantör ülkelerdi. Ada’ya 950 Yunan, 650 Türk askeri yerleşti.
Nüfus oranıyla karşılaştırılınca Türk tarafının kârlı çıkan taraf olduğu açıktı. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra idam edilecek Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve ekibinin diplomatik başarısıydı bu.
Tüm dünyada sömürgelerin tasfiye edildiği bir dönemde İngilizler de hem Ada’daki varlıklarını korudukları hem de iki taraf arasında hakem rolünü üstlendikleri için memnundu.
Ancak daha iki yıl önce sona eren çatışmaların yarattığı kin bir tarafa, birbirlerinin çarşısından alışveriş bile etmeyen iki toplumun bağımsız bir ülke bayrağı altında birleşmeleri ve bu yapıyı sorunsuz sürdürmeleri büyük bir sürpriz olurdu. Nitekim Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı Makarios, aradan 3 yıl geçmeden anayasada değişiklik talebinde bulundu. Makarios anti-komünist bir din adamı olarak komünist AKEL’le Kilise’yi müttefik yapmayı başarmış ama EOKA’yı memnun edememişti. Anayasada yapılacak değişikliklerin hem Kıbrıslı Türklerin karar mekanizmalarındaki etkisini kıracağını hem de EOKA’yı yatıştıracağını düşünüyordu. Ancak Türkiye, Kıbrıslı Türklerin kazanılmış haklarından taviz verilmeyeceğini söyleyerek talebi reddetti. Bu süreç, Aralık 1963’te Rumların Kanlı Noel diye bilinen silahlı saldırılarıyla başlayacak ve 1974’te Türkiye’nin müdahalesine kadar süren aralıksız şiddete sahne olacaktı.
TEK BİRLİK-BERABERLİK 2. DÜNYA SAVAŞI’NDA
Kıbrıslı Türkler ve Rumlar aynı saflarda çarpışıyor…
Sömürge yönetimi 2. Dünya Savaşı başlayınca Kıbrıslı gençleri Britanya Ordusu’na katılmaya çağırmış ve savaş boyunca 16 binden fazla Kıbrıslı Türk ve Rum orduya yazılarak farklı cephelerde görev yapmıştı. Savaş süresince 374 Kıbrıslı asker hayatını kaybetti, yüzlercesi yaralandı, binlercesi esir düştü.
Kıbrıslı Türklerle Rumların 2. Dünya Savaşı’nda Britanya ordusu saflarında birlikte savaştıkları Türkiye’de pek bilinmiyor. Savaş 1939’un Eylül ayında patlak verince İngiliz Vali William Battershill, genç Kıbrıslıları Britanya Ordusu’na katılmaya çağırmıştı. Resmî kayıtlara göre savaş süresince 16 bin 642 Kıbrıslı orduya yazıldı. Bu kişilerden kaçının Kıbrıslı Türk, kaçının Rum olduğuna dair malumat yok, ama bu dönemde orduya yazılan ilk Kıbrıslının Lefkoşa’dan Nevzat Halil olduğu biliniyor.
Kıbrıslılar başlangıçta daha çok ekonomik sebeplerle Britanya ordusuna katıldılar. İşsizliğin kol gezdiği bir zamanda İngilizler çok iyi olanaklar sunuyordu. Maaşlar çok iyiydi. Yaralanma ya da hastalık durumunda ordudan ayrılacaklar ve ölecek olanların eşlerine ya da bir başka yakınlarına emekli maaşı bağlanacaktı. Askerliğe yazılmaya rağbet olmayan bazı bölgelerde İngilizlerin kömür madenlerinde üretime ara vermesi de kimilerini mecburen orduya katılmak zorunda bırakmıştı.
Orduya katılanların yaklaşık 3’te 1’i olan 5 bin 155 kişi ise bu kararı 1940’ta İtalya Yunanistan’ı işgal ettikten sonra vermişti. İngilizlerin Kıbrıs’taki orduya çağrı afişleri de değişiyordu: “Yunanistan’ın özgürlüğü ve kendi özgürlüğünüz için savaşmak üzere Britanya Ordusu’na katılın!” İngilizler bu değişikliği Rumları cezbetmek için yapmıştı ama “Hep Rumlar asker olup savaşı kazanırlarsa, dönüşte ‘savaşan bizdik’ deyip İngiliz’den Ada’yı isterler” kaygısı nedeniyle Kıbrıslı Türkler de gençleri asker olmaya teşvik ediyordu.
Haziran 1943’te komünist AKEL’in Nazilere ve faşistlere karşı savaş çağrısından sonra da orduya katılım arttı.
Fransa, Doğu Afrika, Yunanistan, Girit, Suriye ve İtalya’daki pek çok cepheye gönderilen Kıbrıs Alayı’nda katır sürücüleri, genel ulaşım ekipleri, çıkarma ekipleri, 1 piyade birliği ve 1 mühendis birliği vardı.
Savaş boyunca, bugün mezarları 23 farklı ülkede bulunan 374 Kıbrıslı asker hayatını kaybetti, yüzlercesi yaralandı, binlercesi esir düştü. Yalnızca Nisan 1941’de Yunanistan’da 2.500 Kıbrıslı esir düşmüştü. Almanya, Belçika, Çekoslovakya, Yugoslavya ve İtalya’daki toplama kamplarına götürülen esirlerden sağ kalabilenler ancak savaşın sonunda özgürlüklerine kavuştular.