Kasım
sayımız çıktı

Koğurçak: Kukla hanlar ve oyuncak kız bebekler

Ağaç kovuğu gibi içi boş, örneğin tandır, fırın gib nesneler, mağara-yaradılış mitlerinde de karşımıza çıkar. Ağaç kovuğundan veya kabuğundan yapılan “bebekler” bu oluşumlardan çıkan soyun anasına (cedde) işaret eder. İlk dönemlerdeki ana figürü zamanla ata şeklini almıştır; ancak aynı kelime Kaşgarlı Mahmut’ta gördüğümüz gibi, kız çocuklarının oynadığı bebek için kullanılmaya devam etmiştir. Bu bebekler oğlan değil kızdır.

Orta Asya tarihinde görülen hanlar-beyler mücadelesi, Anadolu ve Rumeli ahalisi­nin aşina olmadığı bir durumdur. Bunun nedeni Osmanlı Anadolu’sunda hanların bulun­maması ve devletin beylik kökenli olmasıdır. Ay­rıca Anadolu beyliklerini kurduğu siyasi birliğin içine katan Osmanlılar, devşirme sistemi ile bu beylerin palazlanmasına imkan vermemiştir.

Orta Asya’da ise hanların yanında kabileler ve beyler varlıklarını sürdüregelmişler; 1750’ler sonra­sındaki geçiş dönemi ve 19. yüzyıl başında artık bey­ler “han” unvanı almaya başlamışlardır. Bu geçiş döneminde asıl güç beylerin elinde olmuş, hanlar daha temsilî bir konum­da olmuşlardır. Tarihçiler bu hanlardan “koğurçak han” (kuk­la han) diye bahsederler (17. yüzyılda Hive hanı olan Çinggisli Ebülgazi Bahadır Han’ın sözlerine bir kulak verirsek, bu keli­menin asli anlamının tamamen kaybolmamış olduğunu görü­rüz). Bu bağlamda Ebülgazi Han, şöyle der:

“… Bir kişinin sevdiği ölmüş olsa; oğlu, kızı, ağabeyi veya kardeşi ona benzer bir oyuncak bebek yapıp onu evine koyup ‘bu bizim filanın suretidir’ diyerek onu severdi; yemeğin ön kısmını onun önüne koyardı. Zamanla onu öpüp yüzüne-gö­züne sürterek başına koymaya başladı. Böyle yapa yapa putpe­restlik ortaya çıktı”.

W. Rubruck da Bahadır Han’ı teyit eden bir açıklama yap­mıştır. O da bir Uygur rahibin şöyle dediğini aktarır: “Biz put­larla Allah’ı tasvir etmiyoruz; bizimkilerden biri ölürse oğlu, karısı ve yahut başka biri onun heykelini yaptırır ve buraya mabede koyar. Biz de onu ölünün hatırası olarak saklar ve hür­met ederiz”. Benzer gözlemler Marco Polo tarafından da yapıl­mıştır.

Sir Gerard Clauson etimoloji lugatinde (s. 586-587) bu anlamların bebekle ilgisini göremediğini ifade etmektedir. Türk dillerinde “a”lı (kabırçak) ve “o”lu (koburçuk) gibi farklı şekilleri bulunan “koğurçak” (kovurçak) kelimesi, “içi boş şey, kabuk, kovuk” anlamlarında kullanılmıştır. Nitekim Türklerin “töz”, Moğolların “ongon” adını verdiği bu temsilî bebeklerin huş ağacı kabuğundan da yapılmış olduğunu biliyoruz

Ancak Sibirya enlemlerinde dokusu yumuşak huş ağacı gibi ağaçların kovuğundan, farklı kap-kacak ya­pılması gibi, bu ağacın kabuğu da benzer şekilde kul­lanılmıştı.

Hayvancılıkla meşgul olan topluluklarda bu iki veya üç boyutlu formların keçeden (Kaşgarlı Mah­mut: “… keçeden bebek, insan şeklinde yapılmış kuk­lalardır”); daha güneyde Çin ile temasta olanlarda bezden, ku­maştan; Sibirya ormanlarında ise ağaç kovuğundan veya ka­buğundan yapılmış olduğu görülmektedir.

Ağaç kabuğu atasözlerinde, kovuğu ise gibi içi boş nesneler hâlinde tandır, fırın, mağaranın geçtiği yaradılış mitlerinde de karşımıza çıkmaktadır. İşin ilginç tarafı bu “bebekler”in ata­dan ziyade soyun anasına (cedde) işaret etmesidir. İlk dönem­lerdeki ana figürü zamanla ata şeklini almıştır; ancak Kaşgarlı Mahmut’ta gördüğümüz gibi, kız çocuklarının oynadığı bebek için kullanılmaya devam etmiştir. Bu bebekler oğlan değil kız­dır.

Ebülgazi Han’ın put olarak algıladığı bu kelimenin ne za­man ve nasıl hanlar için kullanılmaya başladığı henüz açık­lığa kavuşmuş değildir. Bu tabiri hanların kendileri için veya dönem tarihçilerinin hanları için kullandıklarını düşünmek zordur. Orijinal kaynaklarda bu terime henüz rastlanılmamış olması, “kukla han” tabirinin araştırmacı tarihçiler tarafından kullanıldığı hissini uyandırmaktadır. Tarihî malzemeler için­de karşılaştığımız terimleri gelişigüzel kullanmak yerine on­ların nasıl bir süreç içinde ortaya çıkmış olduklarını anlamak; onları tarihi belgelerde gördüğümüz zaman bu terimlerin kimler tarafından nasıl kullanıldığını araştırmak, bize okullar­da öğrendiğimiz “tarih zaman ve zemin içindeki değişimler­dir” savının önemini hatırlatır.