Kurtuluş Savaşı’ndan sonra cumhuriyetin ilanına uzanan süreç, “tarih olmuş” denilen dönemlerden nitelik olarak farklıdır ve ayrıntılarıyla bugünümüzü etkiler. Cumhuriyetten sonra Ankara merkezli geliştirilen ulusun yeniden inşaı ise “ilelebet payidar” olmanın yapıtaşlarını yerleştirmiş; gelecek kuşakların yolunu aydınlatmıştır; aydınlatmaktadır.
Azdan çoğa, deneye deneye cumhuriyetimizin 100. yılına gelmişiz. Kutlu olsun! 200. yılı kutlayacaklara, şimdiden Tanrı yardımcıları olsun diyelim. Elalemin cumhuriyetleri, anayasal monarşileri çakılı kazık! Tek sözcüğüne ilişilmeden kutsal birer metin gibi korunuyor, özüne de sözüne de uyuluyor. Bizimki siyasal, güncel nedenlerle hatta kişisel tercihlerle evirilip çevriliyor; şu koşulla ki “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır!” denilerek! Bu temenni cumhuriyetten önce de Osmanlı Devleti’nde cüluslarda, merasim ve şenliklerde, mehter gösterilerinde “ebed müddet” biçiminde, “sonsuza dek!” anlamında yinelenip durmuştu.
1946’da Atatürk İlkokulu’na kaydoldum. Koridor duvarında kapı kadar büyük İnönü resmi asılıydı. Hayranlık-korku karışımı duygularla bakar, koşarak sınıfımıza giderdik. Orada da yazı tahtasının yukarısında bakışık iki portre vardı: Ebedî Şef Atatürk, karşısında Millî Şef İsmet İnönü. Ders kitaplarımızda yine aynı iki fotoğraf ve kimi Bakan fotoğrafları da vardı. Hükümeti oluşturan Bakanların adlarını da aramızda yarışma konusu yapardık; Büyük Atlas’taki bayrakların hangi ülkeleri simgelediğini ezberlediğimiz gibi! Sözlü ve yazılı sınav soruları arasında: “Türkiye Cumhuriyeti hükümetinde kaç Bakan var?”, “Çalışma Bakanının görevlerinden üçünü yaz!”, “Bakanlıkları sırasıyla yaz” da olurdu.
“Cumhuriyet nedir?” sorusunun cevabını 1948-1950 yıllarında ilkokul öğrencisi iken şöyle böyle öğrenmiştik. O tarihlerde cumhurbaşkanı önce İsmet İnönü, sonra Celâl Bayar’dı. Her ikisini de görmüştüm. İstasyonu dolduran coşkulu halk, Beyaz Tren’in penceresinden şapkasını sallayan İsmet İnönü’yü “Yaşa, varol” diye alkışlarken ben de babamın omzundaydım.
Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam kitabında Atatürk’ün yaşamını anlatır. Ya Nutuk, ya Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sı? Kaç aydınımızın kitaplığında vardır ve arada okunuyordur?
Sivas’tan sonra gördüğüm Ankara’ya gidişim 1957’dedir. Bu ilk “büyük şehir”in belleğimdeki izlerinden biri, cumhuriyet kurum ve kuruluşlarının giriş cephelerinde, kocaman harflerle yazılı adlarıdır: T.C. Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti, Genelkurmay Başkanlığı… Anacadde ve meydanları kuşatan bu binaların her biri, Ankara’nın “başkent” imajını, kamu erkini vurgulayan görkemli anıtlardı. Bunlar 1920’lerden 1940’lara kadar yapılmış, Çankaya’dan Ulus Meydanına, İstasyona kadar ulusal mimari üsluplu yapılardı
Bu derli toplu ve benlikli başkent manzarası, buraya ilk defa gelip gezenlerin yüreklerinde bağımsızlık meşalesi yakıyor, cumhuriyete inanmak-bağlanmak duyguları uyandırıyordu. Özellikle Ulus’taki yapılar, sanki bir yarışmada derece almış havasındaydı. Bunlardan birçoğu bugün de görülebilir ama, yeni Ankara’nın modern-yüksek yapılarının gölgesinde artık küçümen ve sönüktürler. Yapılışlarındaki işlevlerini de yitirmişlerdir. Konumları, yetkileri değişen yöneticiler, bu yeni işgüderler, yönetim yerleşkelerini de uzaklara taşımışlar.
Bir zamanlar Ankara’da kritik durumlarda haberlerin “864 rakımlı tepe’’den (Çankaya Cumhurbaşkanlığı Köşkü) gündeme düştüğü olurdu ki, daha Millî Mücadele yıllarında bile Türkiye’nin kalbi Çankaya’da atardı. Gazi Paşa “Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz!” müjdesini o eski konutta en önce İsmet Paşaya vermişti.
Resmî kabullerin, önemli törenlerin yapıldığı, yabancı devlet başkanlarının kabul edildiği zirve idi Çankaya. Önemli siyasal uzlaşmazlıklarda da ilgililer Çankaya’ya çağrılır, o ortamın tarihî ve manevi havasında tarafsız cumhurbaşkanının başkanlığında çözüm aranırdı.
Ulus’ta Ankara Palas’taki ağırlamalar, balolar hepten unutuldu. Ankara Palas’ın kendisi de unutuldu. Nice yıllar var ki “Ankara Ankara güzel Ankara /Seni görmek ister her düşen dara”yı da kulaklar unuttu. Şu gerçek ki, yüzyıl önceki cumhuriyet dinamizminin kentsel sembolü Ankara, artık “eski Ankara” yazgısına terkedilmiştir.
Saltanatın kaldırıldığı 1 Kasım 1922 ile cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim 1923 arasında 362 gün var. Yani neredeyse tam 1 sene. Bu süre boyunca Ankara’daki yasama erki Büyük Millet Meclisi, yürütme erki de meclisin seçtiği hükümetti. 1 Kasım’da saltanat kaldırıldığı, 16 Kasım’da da padişah Vahideddin kaçtığı için, meclisteki oylamayla son Osmanlı veliahtı Şehzade Abdülmecid Efendi “Halife-i Müslimin” ilan edilmişti. Cumhuriyet ilan edilesiye 1yıl böyle geçti.
29 Ekim 1923 Pazartesi günü Ankara Kalesi’nden 101 pare top atışıyla cumhuriyet ilan edildi. “Cumhuriyet” sözcüğü de ilk o gün kamuya duyurulmuş oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilan edilişine kadar bu sözcük halk arasında neredeyse yoktu. “Cumhuriyet” ne demekti? Saltanattan sonraki yeni rejimin bu adı hayli tartışıldı. Meclis Reisi Gazi Paşanın “repüblik” karşılığı olarak önerdiği, Arapça “cumhur”dan (halk, topluluk) gelen “cumhuriyet” yeni Türkiye’nin yönetim biçiminin, rejimin adı kabul edilirken, Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa da Reisicumhur sanıyla Türkiye’nin ilk başkanı seçildi (Mazhar Müfit Kansu, bu tarihten 4 yıl önce 1919’da, Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’dayken cumhuriyetin kurulacağını söylediğini anılarında vurgular).
M.PHILIPS PRICE (1885- 1973)
İngiliz yazarın gözüyle cumhuriyetin ilan edilişi
İngiliz politikacı, işçi Partisi milletvekili yazar M. Philips Price (1885-1973)
1. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye, İran, Rusya ve Orta Asya’da bulunmuştu. Yazarın, History of Turkey from Empire to Republic adlı eserinde (Türkiye Tarihi-İmparatorluktan Cumhuriyete Kadar-Çev. Selâhattin Atalay, Ararat Yayınları, 1977, s. 167-8) saltanatın kaldırılmasından sonra cumhuriyetin ilanı öncesindeki gelişmeler, bizde aktarılanlardan farklılıklar gösterir:
“…Siyasi bakımdan (Meclis’te) yeterince güçlü olmayan Mustafa Kemal basiretsiz davranmadı. Askerî başarılarına güvenerek taşkınlık yapmadı. Milletvekillerinden kendisini çekemeyenler vardı. Dostlarından ve yakın görev arkadaşlarından birçoğu bile Türkiye’de meşrutî padişahlık (constitutional monarchy) siteminin kurulması düşüncesindeydiler. Bunlar eski geleneklere bağlı oldukları için Mustafa Kemal gibi ileriye gidememişti ve bir cumhuriyet rejimini benimsemekten uzaktılar. Arkalarında da geniş bir halk kitlesi vardı.
Talih Mustafa Kemal’e güldü: Saltanat sorununun tartışıldığı bir sırada Batılı müttefikler, Ankara’daki Meclis Hükümetinin olurunu almadan, 1922 sonbaharında kukla padişahı Türkiye’yi temsil etmek üzere Lozan Konferansına davet etmekle büyük bir hata yaptılar. Bu davet, kendisine yabancı bir devletin aleti gözüyle bakılan padişaha karşı kamuoyunda şiddetli tepkiye neden oldu. Mustafa Kemal derhal harekete geçti. Saltanatın kaldırılmasını, padişahın yurtdışı edilmesini Meclise teklif etti. Meclis telaş göstermedi. Öneriyi inceleyip raporla bildirmesi için bir komisyon kurdu. Bu komisyon görüşmeler yaparak tarihî teamüllere bağlı kalacağı yaklaşımında bulununca, Mustafa Kemal önerinin aleyhinde rapor verirlerse tutuklanacakları uyarısını içeren bir bildiri gönderdi. Bu bildiri üzerine komisyon, saltanatın kaldırılması yönünde rapor verdi. Konunun Meclis’te müzakeresi sırasında da Mustafa Kemal Meclise silahlı muhafızlar getirtti. Neticede Meclis, saltanatın kaldırılmasını kabul etti. Bunu, İstanbul’daki İngiliz askerî kuvvetlerinin gözü önünde (Ankara’dan gelen baskı üzerine) saltanat hükümetinin istifası izledi. Bu gelişmeler üzerine son padişah bir İngiliz gemisine bindirilerek yurtdışına kaçırıldı.
TBMM 1 Kasım 1922’de saltanatın ilga edildiğini bildiren bir beyanname neşretti ama 1 yıl sonraki 29 Ekim’e kadar Türkiye’nin devlet şeklinin cumhuriyet olduğu ilan edilmedi. Kamuoyu yine müteredditti. Meşruti bir padişahlık sisteminin tesisini isteyen 1906 ihtilali Jön Türklerinin hâlâ taraftarları vardı. Patriarkal ananelerle dolu köy muhitinde yetişmiş olan Anadolu köylüsü de henüz padişahsız bir Türkiye tasavvur edemiyordu. Fakat son günlerde bir ecnebi devlete alet olmanın saltanata getirdiği itibarsızlık, umumi efkarın cumhuriyetçileri desteklemesine sebep oldu. Bu ilk Osmanlı Devleti zamanında dahi emirin daima irsi reis ve lider bulunduğu Türkiye’de maziden büyük bir nisbette ayrılmak demekti. Bu, Fransız ihtilâli’nin meydana getirdiği geleneklerin Türkiye’de tesirini gösterdiğini ifade ediyordu. Millet Meclisi’nin Nisan 1924’te yeni bir anayasa kabul etmesiyle Batıya doğru daha ileri adımlar atıldı.”
TÜRKÇE YAZI
Cumhuriyetin temeli: Yeni Türk Alfabesi
Cumhuriyeti ilan etsek de, anayasaya laikliği yazsak da; cumhuriyetin 5. yılında okulda, ailede, ticarette, resmî işlemlerde, yargıda, basında Latin ABC’si kökenli Yeni Türk Alfabesi’ne geç(e)meseydik her şey farklı olacaktı. Bugüne kadar, Arap elifbasıyla heceleyerek yanlış okuyup yanlış yazarak inatla direnseydik; bugün o alfabeyi kullanan ülkelerden ayrışmamız pek zor olacaktı. Bu gerçek ortada iken. Yeni Alfabe sayesinde okul-üniversite öğretimlerinden geçerek önemli aşamalara ulaşan akademisyen ve siyasetçiler arasında bile o çıkmaza hayranlık duyarak “dönelim” özlemi duyanların bulunması şaşırtıcıdır.
Cumhuriyet devrimlerinin en yaşamsal, kalıcı ve cumhuriyeti ayakta tutanı Dil Devrimi’dir. Bugün herhangi bir iktidar bütün imkanları kullansa da eskiye, Arap yazısına dönüş şansı yoktur.
Bu coğrafyada Selçuklulardan Osmanlı Devleti’nin kapanışına kadar yüzlerce yılda Arap elifbasıyla ne kendi dilimizi ne de Arapçayı yazıp okuyabilmişiz. Oysa fonetiğimize ve dil kurallarımıza aykırı Arapçadan Türk Alfabesi’ne geçişte, neredeyse herkes çok kısa sürede okuryazar olmuştur. “Ben ileri seviyede Arapça biliyorum” diyen bir kişiye, başka biri “Ben Türkçe söyleyeyim siz Arap harfleriyle yazın” dese; yine çok iyi Arapça bilen bir üçüncü kişinin yazılan bu metni şaşırmadan-hecelemeden okuması olanaksızdır.
Türkiye Cumhuriyeti ve Türk dili birlikte yaşayacaktır.
1 KASIM 1937 KONUŞMASI
M. Kemal Atatürk’ün Türk ulusuna vasiyeti
Atatürk’ün, ölümünden 1 yıl önce 1 Kasım 1937’de TBMM Meclisi Beşinci Dönem Üçüncü Toplanma yılını açarken yaptığı konuşma için, onun Türk ulusuna vasiyeti denebilir. Bu aynı zamanda Meclis’teki uzun konuşmalarının da sonuncusudur. Kısa bir bölümünü alıntıladığımız bu çok yönlü ve anlamlı söylev, sonraki dönemlerdeki kimi idarecilerin laiklik ilkesine uymaktaki sıkıntılarını, iki cümleden birinde dünya ve memleket işlerini sürekli Tanrıya havale etmek alışkanlıklarını akla getiriyor: “Sevgili kamutay arkadaşlarımla yeni çalışma yılı başlangıcında karşı karşıya bulunmaktan duyduğum derin sevinç ve saadeti ifade etmeliyim (alkışlar). Sizi yüksek saygı ile selamlar ve bu çalışma yılınızın da millet ve memleket için feyizli başarılarla bezenmesini dilerim.
Sayın Milletvekilleri.
Memnuniyetle görmekteyiz ki cumhuriyet rejimi yurdumuzda huzur ve sükûnu en iyi şekilde temin etmiş bulunuyor. Vatandaşlar ve bu yurtta oturanlar cumhuriyet kanunlarının eşit şartları altında kendileri için hazırlanan hürriyet, refah ve saadet imkanlarından azami istifade etmektedirler (……) Arkadaşlar. Büyük davamız, en medeni ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir (alkışlar). Bu yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde temelli bir inkılap yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak için fikir ve hareketi beraber yürütmek mecburiyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı, ancak türeli bir planla ve rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir. Bu sebeple okuyup-yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak; memleketin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanları yetiştirmek; memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesle yaşatacak, fert ve kurumlan yaratmak; bu önemli umdeleri (prensipleri) en kısa zamanda temin etmek; işaret ettiğim umdeleri Türk gençliğinin dimağında ve Türk milletinin şuurunda canlı bir hâlde tutmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca bir görevdir.”