Kasım
sayımız çıktı

Modern diplomasi 200 yaşında

Napolyon Savaşları’ndan sonra Viyana’da masaya oturan Avrupa devletleri, hem barışı sağlayacak yeni bir statüko hem de yeni fikirleri ve kalkışmaları engelleyecek muhafazakâr bir Avrupa düzeni hedeflediler. Bu sancılı denge, 1. Dünya Savaşı’na kadar 100 yıl korunabilecekti.

C. AKÇA ATAÇ

Siyaset bilimcilerin, apokaliptik bir savaş ihtimali karşısında takıntılı ve telaşlı bir şekilde nükleer silahlanmanın geleceğini öngörmeye çalıştıkları bir dönemde Henry Kissinger, Harvard Üniversitesi’ndeki doktora tezini 19. yüzyıl diplomasisi, Viyana Kongresi, Metternich ve Castlereagh üzerine yazmıştır. 1957’de A World Restored: Metternich, Castlereagh and the Problems of Peace 1812-1822 (Yeniden Kurulan Dünya: Metternich, Castlereagh ve Barışın Sorunları 1812-1822) başlığıyla kitaplaşan tezinde, savaş teknolojileri tarih boyunca büyük farklılıklar göstermiş olsa da uluslararası bir kriz anında iyi bir devlet adamının görevinin ne olduğu ve bu görevi nasıl yerine getirmesi gerektiğinin tanımının hiç değişmediğini savunur. Kissenger’a göre bir diplomatın en önemli görevi, sistemin en altındaki tuğlayı yerinden çekerek kaosa ve kitlesel ani halk hareketlerine sebep olacak savaşları, devrimleri, isyanları öngörmek ve bunları önleyecek uzlaştırıcı bir düzen için çalışmaktır.

Diplomasi sanatının dönüm noktası


Modern diplomasinin başlangıcı kabul edilen Viyana Kongresi’nde Avrupalı diplomatlar hararetli bir müzakere yürütüyor.

Viyana Kongresi, Avrupa tarihinin en önemli barış toplantılarından biridir. Toprakları Orta ve Doğu Avrupa’ya uzanan devletlerin sınırlarını yeniden çizmiş ve Napolyon Savaşları ile tahtından olan krallara yeniden meşruiyet kazandırmıştır. Tarihin akışının hızlandığı anlardan birinde dengesini bulmaya çalışan Avrupa’ya, zaman zaman tökezlese de 1. Dünya Savaşı’na kadar sürecek “100 Yıllık bir barış” hediye etmiştir.

Viyana Kongresi’nden sonra oluşan yeni Avrupa haritası.

1815’te Viyana’daki barış masasına oturanlar, uluslararası düzeni geriye dönük yeniden inşa etmek isteyen muhafazakar devlet adamları oldukları için, Viyana Kongresi bazı açılardan bir dönemi bitirdiği halde tam anlamıyla yeni bir dönemin başlangıcı olmamıştır. Napolyon Savaşları’nın acı ve yıkıcı etkisini hem kendi ailelerinde hem de ülkelerinde yaşayan bu diplomatlar, Avrupa’daki sınırların 1806’ya, hatta mümkünse Fransız Devrimi öncesine göre yeniden çizilmesini ve Napolyon’un işgal ettiği topraklarda anayasa hayali ile “zehirlediği” belleklerin silinmesini istiyorlardı. Bu nedenle Viyana’da hedeflenen “eskisinden daha iyi” bir Avrupa değil, eski barış düzenini sağlayacak ve Fransa’nın tekrar sınırlarını genişletmeye kalkmasını engelleyecek bir diplomatik yapıydı.

Fransa’nın Avrupa’nın nerdeyse tamamına savaş açtığı 1792-1815 arasında yaşanan savaşlar sonucunda Avrupa’da 5 milyon kişi ölmüştür. Napolyon’un Rusya’nın Avrupa çapında Büyük Petro (1682-1725) ile başlayan ve Büyük Katerina (1762-96) ile devam eden yükselişinden duyduğu rahatsızlık, Avusturya ve Prusya arasındaki Almanya çekişmesine dahil olma ve Britanya’nın kârlı koloni ticaretinden pay alma çabası, bu savaşların görünen nedenleriydi.

Avrupa’yı 10 yıldan fazla bir süre hallaç pamuğu gibi attıran Fransa’nın yenilgisi ile birlikte, bir büyük Avrupa kongresi toplanması olağan ve beklenen bir durumdu. Viyana Kongresi’nin olağandışı özelliği ise tarafların ateşkes ve barış antlaşmasını imzaladıktan sonra artık savaşmayan “dostlar” olarak toplanmasıdır. Viyana Kongresi savaşı sona erdiren bir kongre değildir, barış zamanında toplanmıştır.

Ateşkes ilan edilse bile Napolyon’un arkasında bıraktığı dağınıklığı toplayacak bir kongrenin gerekeceğine dair çağrıyı ilk defa Çar Aleksandr henüz Leipzig Savaşı sürerken, 1813 yılında yapmıştı. Avrupa’nın diplomatları, Fransa’nın katılacağı ama söz sahibi olmayacağı bir ortamda Avrupa adına konuşabilmeyi böylece planlamaya başlamışlardı. Çar Aleksandr, Paris’te çok iyi bilinen ve sevilen bir şahsiyetti. Rusya’nın Polonya üzerindeki planlarını gerçekleştirebilmek için kongre toplandığında Fransa’yı yanına çekmeye çalışacağından şüphelenen Avusturya’nın niyeti Moskova’yı güçler dengesi içinde tutabilmekti. Napolyon’un yönetiminden kurtarılan Alman devletlerinin yeni statülerinin ne olacağı da yine güçler dengesi ilkesini bozmayacak şekilde çözümlenmesi beklenen sorunlardan bir diğeriydi. Napolyon’un işgalinin ardından Papa’nın dağıttığı Kutsal Roma İmparatorluğu’nun yeniden kurulması düşünülmediği için açığa çıkan küçüklü-büyüklü Alman devletlerinin başka türde bir federasyon içine yerleştirilmesi gerekiyordu. Prusya’nın özellikle Güney Almanya üzerindeki etkisi Avusturya’yı endişelendirmekteydi. Prusya Şansölyesi Prens Hardenberg’in Viyana Kongresi toplanmadan önce 29 Nisan’da tarafların tamamına gönderdiği “Avrupa’nın Gelecek Düzeni için Plan” başlıklı mektubu Metternich’in endişelerini haklı çıkarır nitelikteydi.

Tarafların üzerinde anlaştığı tek konu 15 Ağustos’ta biraraya gelinmesi ve Paris Antlaşması’nı imzalayan 8 ülkenin (Avusturya, Rusya, Prusya, Britanya, Fransa, İsveç, İspanya ve Portekiz) bir tür tertip komitesi oluşturmasıydı. Ancak Castlereagh’ın Parlamento’da katılması gereken oturumlar olması ve Çar’ın Moskova’da daha fazla zaman geçirmek istemesi kongrenin açılışını sonbahara erteleyecekti. Bekleme süresi boyunca Avrupa teyakkuzda kalmış, Avusturya Kuzey İtalya’da büyük bir ordu tutmaya devam ederken Rusya da Polonya’dan askerlerini çekmemiştir. Bu arada ondokuzuncu yüzyıl diplomasisinin önemli özelliklerinden biri olan pragmatizmin bir gereği olarak Bourbon Hanedanı Fransa’da yeniden tahta geçirilir ve Fransa’nın masadan kaçmasını önleyecek yumuşaklıkta koşullar öne sürülür. Örneğin Fransa’nın 1789 değil de 1792 öncesi sınırlara çekilmesi ve Napolyon’un Paris’e taşıdığı bazı sanat eserlerinin iade edilmemesi kabul edilir.

Hiç şüphesiz ki Fransa’ya önerilen koşullar, Napolyon’un tutuklanıp gönderildiği Elbe Adası’ndan kaçtığı haberinin Şubat 1815’te Viyana Kongresi’ne ulaşmasının ardından sertleşecektir. Napolyon’un Avrupa’ya açtığı ve 18 Haziran 1815 tarihinde Waterloo’da son bulacak son 100 günlük savaş, Talleyrand’ın kongre boyunca gösterdiği çabaların çoğunu boşa çıkarmış, Fransa’nın savaş tazminatını 700 milyon franka yükseltmiştir.

Balolar ve fiskoslar Diplomatların uzun ve yorucu görüşmelerden sonra müzik ve dansla rahatladığı balolar, yoğun kulislere de sahne oluyordu.

1814 sonbaharında 200’den fazla Avrupalı diplomat (plenipotentiary) Viyana’da toplanmaya başladı. Esas kararlar Avusturya adına Metternich, Britanya adına Castlereagh, Rusya adına Çar Aleksandr, Prusya adına önce Hardenberg sonra Alexander von Humboldt ve Fransa adına Talleyrand tarafından alınacak olmasına rağmen, bu kalabalık, Avrupa adına çok katılımlı diplomatik bir mekanizmanın kurulmakta olduğu izlenimini vermek açısından önemliydi. Yeniden inşa edilmekte olan düzende Napolyon’un Avrupa’yı birleştirme rüyası tam olarak reddedilmemiş, Fransa gibi yayılmacı bir imparatorluk yerine tarafların ‘eşit’ temsil edileceği bir Avrupa diplomasi dengesi öngörülmüştü.

Viyana Kongresi’nin bir ateşkes ya da barış kongresi değil de Avrupa devletlerinin barış sonrası çözüm bekleyen sorunlarının konuşulduğu bir zirve olması, benzerlerini bugün Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği çatısı altında gördüğümüz yeni bir diplomasi anlayışını başlatmıştır. Çok sayıdaki katılımcının çok sayıda dengeyi gözeterek ahenkle yürütmeye çalıştığı uzun görüşmeler Viyana’da gerçekleştiği için, vals benzetmesi yapılarak “kongrenin ilerlemediği, dans ettiği” konuşulmuştur. 1 Kasım 1814’ten 8 Haziran 1815’e kadar geçen yedi ay içerisinde Viyana’nın 200 bin civarındaki nüfusu üçte bir oranında artmış, gerçek anlamda sayısız dans, av ve akşam yemeği partisi düzenlenmiştir. Diplomatlar haricinde Viyana’yı mesken tutmuş en kalabalık meslek grubu matbaacı ve yayıncılar olmuştur. Alman yayınevleri telif haklarının uluslararası hukukun bir parçası olması için büyük çaba harcamışlardır.

Avrupa ideali ile hareket etmeyi öncelikleri arasında birinci sıraya koymuş olan devlet adamları, şüphesiz ki ülkelerinin çıkarları söz konusu olduğunda da zaman zaman kaçak güreşmekten kaçınmamışlardır. Rusya Polonya konusunda, diğer Avrupa devletleri ile beraber taleplerinin gözardı edilmesi için çalıştığı Fransa’nın yardımını istemiş; Metternich ise Rusya ve Prusya arasında yaptığı arabuluculuğu hizmetinde olduğu Habsburg Hanedanı’nın lehine olacak şekilde yürütmüştür. Bununla birlikte kongre boyunca esas unsur olan Metternich ve Castlereagh’ın sağlam işbirliği, hem Rusya’nın Orta Avrupa’nın tamamına hakim olacak şekilde Polonya’nın tamamını kontrol etmesini hem de Prusya’nın meşru Saksonya kralını tahtından edecek şekilde Saksonya ile birleşmesini engellemiştir. Fransa ise Rusya’nın güçler dengesi çerçevesinde sınırlandırılacağını iyi okuyarak kendini diplomasi oyununa Prusya ve Rusya’nın karşısında, Avusturya ve Britanya’nın yanında yeniden dahil etmeyi başarmıştır.

‘Avrupa uyumu’ Viyana Kongresi’nde ortaya çıkan “Avrupa Uyumu” kavramı, her kafadan farklı bir sesin çıktığını gösteren karikatürlerle hicvedilmişti.

Muhafazakar Metternich’in kongreye etki etmesini istemediği akımlardan biri olan liberalizm, kendini en çok anayasa talebi şeklinde göstermekteydi. Napolyon, işgal ettiği Avrupa ülkelerindeki babadan oğula geçen krallıkları yok ederken Fransız Devrimi’nin alameti farikası anayasal hareketlerin tohumunu da bu topraklara serpmişti. Viyana Kongresi’ne hakim olan ve Humboldt gibi liberalleri azınlıkta hatta yalnız bırakan muhafazakar tutum, Fransız işgali altında kalan topraklardan yükselen anayasa taleplerinin, eski kral ve prensleri yeniden tahta oturtarak unutulmasını sağlamayı amaçlıyordu.

Eski düzenin en ateşli savunucusu olan Metternich’in “orta sınıfın memnuniyetsizliği ile yayılan bir hastalık”tan başka bir şey olmayan “anayasa”nın adını bile duymaya tahammülü yoktu. Ona göre toplumun eşitlik ve özgürlük için yeniden şekillendirilebileceğine duyulan inanç, Fransız Devrimi’nden bu yana yaşanan savaş ve terör yüzünden Avrupa’nın 25 yılına malolmuştu. Metternich, liberalizmi olduğu kadar milliyetçilik hareketlerini de, kurulmaya çalışılan düzeni tehdit edecekleri gerekçesi ile Viyana Kongresi görüşmelerinden dışlamıştır. Avusturya Habsburg İmparatorluğu’nu oluşturan Leh, Çek, Macar, İtalyan, Slav ve Romen halklarının ayaklanmaması için Viyana Kongresi, imparatorlukların çokuluslu yapısını koruyacak biçimde sürdürülmüş ve sonlandırılmıştır. Bu muhafazakar tutum, Avusturya’nın 19. yüzyıl boyunca, 1792 yılına kıyasla, 4 ila 5 milyon daha fazla nüfustan sorumlu olmasına neden olmuştur.

Viyana Kongresi’nde alınan kararlar temel olarak Britanya ve Avusturya’nın, Saksonya ve Polonya meselesinde Prusya ve Rusya’nın Avrupa’ya etki edecek kadar güçlenmemesi, Fransa, İspanya, İtalya ve Almanya’daki kralların yeniden tahta geçmesi ve Fransa’da küskünlük yaratılmaması, ama komşu ülkelerin Hollanda ile Belçika’nın birleştirilmesindeki gibi güçlendirilmesi (cordon sanitaire) şeklinde özetlenebilir. Castlereagh’ın teklif ettiği Metternich’in şekillendirdiği Avrupa Uyumu (Concert of Europe) toplantıları, barış zamanında yürütülen çoktaraflı diplomatik müzakereler kapsamında öncü bir adım olarak, yukarıda tanımlanan bu düzeni korumayı amaçlamıştır. Viyana Kongresi’nde kabul edilen metnin 6. Maddesi’nde yer alan Avrupa Uyumu’nun en azından 70 yıllık bir barışı garanti edeceğine inanan Castlereagh’ın bu tahmini gerçekçi çıkmış, sistem tökezlese de 1914’e kadar ayakta kalmıştır. 

Tarihin ilk diplomatlar kongresi

Diplomatları ilgilendiren davranış, öncelik ve görev tanımına ait gelenek ve teamüllere dayalı uygulamalar, tarihte ilk defa Viyana Kongresi’nde belge haline getirilmiş ve böylece uluslararası antlaşma niteliği kazanmıştır.

Viyana Kongresi sonrası Avrupa’da yerleştirilmeye çalışılan barış konferansları sistemi, uluslararası ilişkilerde çoktaraflı küresel bir yönetim adına atılmış ilk somut adım olarak görülebilir. Bu sistemin iki dünya savaşının çıkışını engelleyemediği düşünüldüğünde çok da başarılı olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Bununla birlikte çok katılımlı ve düzenli zirve ve genel kurul toplantılarıyla yönetilen Milletler Cemiyeti, Birleşmiş Milletler, NATO ve Avrupa Birliği bu sistemin devamı olmasa bile güncellenmiş hali ya da bir üst sürümüdür.

Tarihçi Mark Jarret’in “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde 5 üye var; Viyana Kongresi’nde 5 diplomat vardı” önermesindeki ironiden öte büyük ve küçük devletleri en azından kağıt üzerinde eşit muamele ilkesi ile barış zamanlarında biraraya getiren bir diplomasi platformunun yansımalarını, günümüz küresel politika uygulamalarında çok sık görmekteyiz.

Diplomatları ilgilendiren davranış, öncelik ve görev tanımına ait gelenek ve teamüllere dayalı uygulamalar, tarihte ilk defa Viyana Kongresi’nde belge haline getirilmiş ve böylece uluslararası antlaşma niteliği kazanmıştır. Böylece, örneğin, farklı ülkelere ait diplomatik misyonların başındaki büyükelçiler arasındaki hiyerarşik sıralama, büyükelçilerin göreve başlama tarihine göre yapılmaya başlanmıştır. Öncelik tartışmasının diplomasi tarihi boyunca müzakerelerin başlamasını ne kadar geciktirdiği düşünüldüğünde bu çok önemli bir gelişmedir. Diplomatların dokunulmazlıkları ve ayrıcalıkları, 1928 yılındaki Havana Konvansiyonunundan önce bir karara bağlanmamış olsa da Viyana Kongresi bu konuda da öncü kabul edilmektedir.

Viyana Kongresi, tarihteki ilk diplomatlar kongresidir. Diplomatlar “Avrupa’nın sorunlarını Avrupa usulu ile çözmek” için biraraya gelmiştir. Kissinger’ın deyimiyle “ortak çıkarların birbirine sıkıca ördüğü” bir yapıdır. Bu bağlamda bugün bütün uluslararası örgütlerin sorunları ele alma yöntemi olarak benimsediği kongre ya da “zirve” uygulamasının da ilk en kapsamlı örneğidir.

Bu kongrenin yıldızı Metternich’in, devlet meseleleri içinde diplomasinin ayrı bir kamu hizmeti olarak kabul edilmesinde oynadığı rol büyüktür. Onun gözetiminde çok sayıda diplomatik uygulama resmîleşmiş, standartlaşmış ve belgelenmiştir. Böylece ortak diplomatik norm, kural ve değerlerin oluşumunda küresel geçerlilik kazanacak yöntemler ortaya çıkmıştır. Ayrıca 20. yüzyıl boyunca uluslararası ilişkilere hakim olacak koalisyon kurma, güçler dengesi ve hegemonya kavramlarını da diplomatik sistem içine yerleştirmiştir. Viyana Kongresi’ni takip eden yıllar içerisinde Avrupa’daki büyükelçilikler ve dışişleri bakanlıkları arasındaki yazışmalardaki belirgin artış, bu sistemin somutlaştığının ve daha fazla bilgi akışına dayalı hale geldiğinin bir göstergesidir. Bu standartlaşmayı diplomatların dokunulmazlık gibi haklarının devletler arasında karşılıklı olarak tanınması takip etmiştir. Soğuk Savaş’ın baskın politikalarından biri olan caydırıcılık da, Metter- nich’in çatışmayı değilse de sıcak savaşı engellemek için yeniden kurulan Avrupa’da “karşılıklı kendine hakim olma”yı (mutual self-restraint) hakim kılması ile benzeşmektedir.

AVUSTURYA

PRENS KLEMENS WENZEL LETHAL VON METTERNICH 1773-1859

Romantik ve bilge diplomasi koçu

Avusturya’nın en eski ailelerinden birine mensup Metternich, ilk barış kongresi deneyimini babası ile birlikte katıldığı Rastadt Kongresi’nde (1797-99) edindi. Daha sonra 1803’te Berlin, 1806’da ise Napolyon’un özel isteği ve daveti ile Paris büyükelçisi olmuştur. 1809’da Fransa ve Avusturya arasındaki savaşta tutuklanmış, Fransız diplomatları ile takas edilmek suretiyle serbest kalmıştır.

Napolyon Savaşları devam ederken 1809’da Avusturya Dışişleri Bakanı olmuş ve bu görevi 1821’de şansölye oluncaya kadar sürdürmüştür. Diplomatik görevlerinde benimsediği “aktif tarafsızlık” ve “denge” prensipleri sayesinde Napolyon’a karşı Rusya ve Prusya tarafından kurulan son Avrupa koalisyonuna tarafsızlığını koruyan Avusturya’nın en son katılmasını sağlamıştır. 26 Haziran 1813’te Avusturya’yı Rusya’ya karşı savaşa sokmak isteyen Napolyon’la 10.45’ten 18.30’a kadar aralıksız görüşmüş, ülkesini savaşa sokmamıştır. Metternich’in bu toplantı çıkışında şapkasını bilerek düşüren ve bir imparator olarak önünde eğilinerek şapkasının kendisine verilmesini bekleyen Napolyon’un yanından hiç eğilmeden dimdik yürüyerek ayrılışı, diplomasi tarihinin unutulmaz sahneleri arasında yerini almıştır.

Napolyon Savaşları’nın son aşamasındaki tutumu Avusturya’yı Avrupa’nın arabulucusu, Metternich’i de “diplomasi koçu” konumuna getirmiştir. Viyana Kongresi’nde Alman devletleri, Polonya, Kuzey İtalya ve Hollanda ile ilgili alınan kararlar tam olarak birebir Metternich’in isteğini yansıtmaktadır. Burada kurulan uluslararası düzeni 30 yıl sonra sarsacak ama yıkamayacak olan 1848 Devrimleri ise Metternich’in öngörü ve bilgeliğinin de sınırları olduğunu göstermiştir.

Metternich’in özenli, son derece hesaplı diplomatik yazışmaları ve yabancı dillerdeki üstünlüğü devlet adamı olarak başarısının önemli bir nedeni olarak görülmektedir. “19. yüzyıl diplomatik yıldızlar galaksisi” olarak kabul edilen Viyana Kongresi’nin en parlak yıldızı hiç şüphesiz ki Metternich idi. Metternich, devrimlerin, liberal ya da milliyetçi hareketlerin toplum ve devleti değiştirebileceğine inanmadığı için muhafazakar, duyguların ve özellikle aşkın insanın vazgeçilmez yaşam gücü olduğuna inandığı için tipik bir romantikti. Kendisini terk eden yasak aşkı Düşes Wilhelmine Sagan’a Viyana’da akşamları uzun hasret mektupları yazarken, gündüzleri tarihe not düşmeye devam etmiştir.

PRUSYA

WILHELM VON HUMBOLDT 1767-1835

Özgürlükçü, dilbilimci ve filozof Alman hoca

Prusya’yı Viyana konfresi’nde yaşlı ve nerdeyse tamamen sağır Prens Hardenberg temsil ediyordu. Ancak kongrenin başlangıcından itibaren diplomat ve filozof Humboldt amirinden daha büyük bir sorumluluk yüklenmiştir. Onun gözünde Viyana Kongresi bir “Avrupa Cumhuriyeti”ne en çok yaklaşılan an olmuştur.

1802’de Roma büyükelçisi olan Humboldt, on yıl sonra Viyana büyükelçisi olarak atandığında yeniden şekillenen Avrupa düzeninde önemli bir rol oynama fırsatı bulmuştur. 1817’de atandığı Londra büyükelçiliği görevi süresince hem savaş yorgunu Prusya ekonomisi için büyük fon yaratmayı başarmış hem de British Museum’da Sanskritçe öğrenmiştir. 1819’da özgürlükçü bir anayasa yazımı için çalışırken Kral III. Friedrich Wilhelm ile ters düştüğü için devlet görevlerinden azledilmiştir. Sonraki hayatına filozof ve dilbilimci olarak devam etmiş, Goethe ve Schiller ile yakın arkadaşlık ilişkileri kurmuştur.

Humboldt’un 1792’de yazdığı Devlet Eyleminin Sınırları Hakkında başlıklı kitabının John Stuart Mill’i çok etkilediği bilinmektedir. Humboldt aynı zamanda Berlin’deki Humboldt Üniversitesi’nin de kurucusudur.

BÜYÜK BRİTANYA

LORD ROBERT STEWART CASTLEREAGH 1769-1822

Düellocu, statükocu, sıcakkanlı bir İngiliz

İrlanda’nın en zengin toprak sahibi ailelerinden birine mensup olan Castlereagh, utangaç, mesafeli ve üstlendiği önemli görevlerde kamuoyunda çok popüler olamamış bir devlet adamıdır. Cambridge’ten mezun olunca 1791’de büyük bir Avrupa turuna çıkmış ve kıtadaki dinamikleri ve eğilimleri öğrenmeye çalışmıştır. Dönüşünde ise liberal düşüncelerini bir kenara bırakıp parlamentoda Britanya hükümetinin resmî İrlanda politikasını desteklemeye başlamış, 1798’de İrlanda Bakanı olmuştur. 1804’te ise Pitt’in yeniden kurduğu kabinesinde Savaş Bakanı olur. Beş yıl sonra, Dışişleri Bakanı George Canning ile düello yaptığı ve Canning’i yaraladığı için bu görevden istifa etmek zorunda kalır. 1812’de kabineye bu sefer Dışişleri Bakanı olarak geri döner ve 1821’deki intiharına kadar bu görevi sürdürür.

Castlereagh, Viyana Kongresi’nde Britanya dışişleri bakanlarında rastlanmayan bir özellik olarak belirgin bir Avrupalı kimliği geliştirmiştir. Avrupa meselelerinin iki yılda bir düzenlenecek kongrelerle çözüme ulaştırılması teklifi, kendisine bir Avrupalı diplomat olarak itibar getirmişse de Britanya’da ağır eleştirilere yol açmıştır.

FRANSA

CHARLES MAURICE DE TALLEYRAND-PERİGORD 1754-1838

Rejimler düştü ama o hep ayakta kaldı

Paris’in ileri gelen aristokrat ailelerinden birine mensup Talleyrand çok istemesine rağmen aksayan ayağı yüzünden orduya katılamamış, onun yerine Sorbonne’da ilahiyat okumuştur. Diplomasiye başlangıçta ruhban sınıfını temsilen katılmıştır. Oyuncu tavırları, yüksek ikna kabiliyeti ve tatlı dili mesleğinde ilerlemesini, kurnazlığı ise hizmet ettiği rejimler ve koşullar değişse bile hep ayakta kalmasını sağlamıştır. XVI. Louis, Fransız Devrimi, Napolyon, XVIII. Louis ve Louis-Philippe dönemlerinin tamamında görevde kalmıştır.

Talleyrand, 1792’de Fransa’yı temsilen Londra’ya gönderilmiş, Paris’e döndükten sonra Napolyon’un 1799’da düzenlediği darbede ona yardımcı olmuş ve imparatorluğa dışişleri bakanı olarak hizmet vermiştir. Ünlü “rejimler düşer ama ben asla” sözünü doğrularcasına 1814 yazında Napolyon yerine tekrar tahta çıkan Bourbon Hanedanı’nın da dışişleri bakanı olmuştur.

Viyana Kongresi’nde yenilmiş Fransa’yı temsil etmesine rağmen kendisine “diplomatların prensi” ünvanını kazandıran kurnazlığı ile Fransa’nın karar alıcı mekanizmaya dahil olmasını ve hatta zaman zaman da karar alma süreçlerinde belirleyici ülke olmasını sağlamıştır. Erken dönem kamu diplomasisinin en başarılı isimlerindendir..

Fransa’nın Viyana Kongresi’nden dışlanmasını önlemek için geliştirdiği taktikler arasında ünlü Fransız şef Antoine Carem’i Viyana’ya getirtmek de vardır. Diplomatik çevrelerde kendisine hiç güvenilmediğinin bir göstergesi olarak, Talleyrand’ın ölüm haberini alan Metternich’in “böyle yaparak ne demek istedi acaba” dediği rivayet edilir.

RUSYA

ÇAR I. ALEXANDER 1777-1825

‘Avrupa’nın kurtarıcısı’ umduğunu bulamadı

Alexander, annesi Büyük Katerina’nın ölümünden sonra tahta geçen ve halk arasında hiç sevilmeyen babası I. Paul’e düzenlenen suikast sonucunda 1801’de 23 yaşında Rus Çarı olarak taç giymiştir. Napolyon ile 25 Haziran 1807’deki buluşmalarından çok memnun kalmış, dünyayı Batı Fransız ve Doğu Rus İmparatorlukları arasında bölmekten yana yapılan konuşmalardan bir rahatsızlık duymamıştır. Ancak ilişkilere karşılıklı şüphe hakim olunca Fransa Prusya’dan çekilmemekte, Rusya da Tuna Nehri’ni güney sınırı yapmakta ısrarcı olmuştur.

Napolyon 1812 yazında Moskova’yı işgal edince, Rus halkı ve Çar Aleksandr üzerinde bu olayın büyük nefret ve öfke uyandırmasının en büyük sebebi, tarihin Kremlin’e adadığı kutsallığın bu şekilde ihlal edilmesi olmuştur. Napolyon’u insanlığın kutsal haklarını ihlal eden bir saldırgan olarak görmesinden dolayı savaşta ona karşı duruşuna millî olduğu kadar dinî bir misyon da yüklemiştir. “Ya o, ya ben. Ya ben, ya o. Artık ikimiz birden varolamayız” sözleriyle mücadelesine başlamış, Avrupa koalisyonlarının bitiremediği Napolyn’u yenmiştir.

Rusya, Viyana Kongresi’ne “Avrupa’nın kurtarıcısı” olduğu inancıyla katılmış, bu gurur
Rus ordusunun “babası” Çar Aleksandr’ın kongre boyunca benimsediği ahlakçı, öğretici tona yansımıştır. Kongrenin kapanışında kurulmasını teklif ettiği olası liberal ve milliyetçi ayaklanmalara karşı Hıristiyan değerlerini savunacak bir Kutsal İttifak, bu tonun somut bir dış politika yansıması olmuştur. Castlereagh’ın “görkemli bir mistisizm ve saçmalık” diyerek reddettiği ittifak hiçbir zaman Çar’ın istediği etkiye ulaşamamıştır. Ayrıca tamamen Rusya’ya bağlı bir Polonya için yaptığı girişimlerin Metternich’e takılmasını, “kurtarıcısı” olduğu Avrupa’nın kendisine yönelik sadakatsizliği olarak değerlendirmiştir. Metternich, Aleksandr’ın Napolyon’la birlikte dünyayı doğu ve batı diye paylaştıkları o toplantıyı asla unutmamıştır.

RUS ÇARI’NIN OYUNU

Osmanlı Devleti nasıl devre dışı kaldı?

Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’nın 100 yıllık geleceğini belirleyen Viyana Kongresi’ne katılmamıştır. Avrupa’daki varlığı zayıflayan Osmanlılar konusunda tarafların arasında uzlaşılması zor fikir ayrılıkları bulunuyordu. Viyana Kongresi’nin içine bu kadar zor bir konunun dahil edilmesi, her şeyden önce elde edilmeye uğraşılan “Avrupa Uyumu”nu derinden sarsacaktı.

Viyana Kongresi’nin hedeflerinden biri, Rus İmparatorluğu’nun güçler dengesini bozacak kadar ön plana çıkmasını engellemekti ve bu bakımdan Metternich ile Castlereagh Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün de Avrupa güvencesinde olmasını sağlamayı istiyorlardı. Çar Aleksandr Osmanlı İmparatorluğu’nun daveti reddetmesini sağlamak için davet mektubuna İstanbul’daki Hıristiyanların Avrupa koruması altına girmesinin de konuşulacağına dair bir cümle koydurtmuş, bunun üzerine beklendiği gibi II. Mahmud kendisine gönderilen daveti reddetmiştir.

1821-22 Yunan Ayaklanmaları sırasında “Avrupa Uyumu”nun tutumu, Viyana Kongresi sırasında Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğü ile ilgili bir garanti verilmemiş olmasından dolayı Osmanlılar açısından son derece müdahaleci ve parçalayıcı olmuştur.