Osmanlı modernleşmesini başlatan olmasa da, kalıcılığını sağlayan Sultan II. Mahmut’un saltanat dönemi (1808-1838), birçok toplumsal/siyasal gerginliğe sahne olduğu gibi, devlet-toplum gerginliğinin de ortaya çıktığı dönemdir. Yeniçeri ordusunun varlığına son verilen bu dönemde devlet büyük çaplı bir dönüşüm geçirmiştir. Dolayısıyla, her ne kadar Tanzimat dönemini 1839’da başlatmaya alışmışsak da, II. Mahmut’un saltanat yıllarını bu döneme katmak hiç de yersiz olmaz.
Yeniçerilerden alaylı-okullu çekişmesine
Yeniçeri ordusunun 1826’da kaldırılması bir dizi toplumsal gerginlik yaratmıştı. Gerçi dinî çevrelerin yüksek kademelerdeki memurları II. Mahmut’un reformlarını destekliyorlardı. Ama Sultan’a “gâvur padişah” adını yakıştıran toplumda böyle bir destek olmaması, yeniçerilerin de özellikle İstanbul’un esnaf ve sanatkâr zümresinden ayırdedilemeyecek bir konumda bulunması, resmî çevrelerin daha sonra “vak’a-i hayriyye” diye adlandıracağı olayı dinî bir kisveye soktu. Toplumsal desteğin en alt II. Mahmud kademelere kadar yayılması amacıyla, ülke çapındaki yeniçeri avı, Bektaşi avına dönüştü. Ancak yeniçeriliğin kaldırılması, bazı yabancı gözlemcilerin ve daha sonra Namık Kemal’in de vurguladıkları gibi, devlet karşısında toplumsal direnişin de sonu oldu.
Sultan II. Mahmut ve Tanzimat dönemlerindeki eğitim hamlesi de kutuplaşmalara neden oldu. Yeni hukuk dizgesinin gerektirdiği kadrolar, giderek hakimler ve savcılar olarak kadıların pabucunu dama atarken, medreseler yalnızca müderris yetiştirebilen okullara dönüştüler. Kadılıkların uzun zamandan beri yüksek bürokrat ve ulemâ çocuklarının tekeline geçmiş olması nedeniyle zaten rahatsız olan medrese öğrencileri, II. Meşrutiyet’e, hattâ Millî Mücadele dönemine kadar iktidar karşısında isyancılık potansiyeli taşıdılar. 31 Mart Vak’asında görüldüğü gibi bu sefer de müttefikleri Harbiye Mektebi mezunları karşısında maaşlarını ve emekliliklerini yitirme tehlikesiyle karşılaşan alaylı subaylardı.
Okululular da kendi aralarında bölündüler. Yüksek rütbeli memurların hizmetinde çalışanların az sayıdaki oğullarını saymazsak, 19. yüzyılda kurulan modern okullara giren öğrencilerin neredeyse tamamı, memuriyet soyluluğu diye adlandırabileceğimiz, Osmanlıların “askerî” dedikleri sınıfa mensuptu. Bu tekel, özellikle Harbiye Mektebi’nde 93 Harbi’nden sonra kırıldı. Ancak, II. Abdülhamid’in “zâdegân” sınıfı yaratma çabalarının da katkısıyla, sınıfsal-siyasal bir gerilim havası sürdü. Asım Gündüz anılarında Harbiye’de kendisinin sınıf birincisi olduğunu, ama “İstanbullu” olduğu için Ali İhsan Sabis’in sınıf birincisi yapıldığını söyler.
Devletlülerden yeni yetmelere
Cumhuriyet Halk Fırkası’nın başındaki, alçakgönüllü kökenlerden gelen Atatürk – İnönü – Peker üçlüsünün karşısında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kuranların hepsinin ya paşazâde ya da büyük ulemâ çocukları olması da tesadüf değildir. Modern eğitimin yaygınlaşması ve parlamentarizme geçiş, farklı kesimlerin şikâyetlerini kanun çerçevesinde dile getirmelerini sağlamıştı. Böylece, ülkenin dört bir yanından gelen, okumuş ve vilâyet meclislerinde siyasal deneyim kazanmış üyelerin oluşturduğu ilk Meclis-i Mebusan’ın Sultan II. Ab- dülhamit’ce susturulması, birçok konuda eleştirilen Bâb-ı Âlî paşalarının da rahat bir nefes almasına yaradı. Ama aynı senaryonun II. Meşrutiyet’te de sahnelenmesine bu kez mebuslar izin vermedi ve kendilerini ayak takımı olarak gören Sadrazam Kâmil Paşa güvensizlik oyuyla 1909 Şubatında düşürüldü.
Jön Türklerin İttihat ve Terakki Cemiyeti’yle Hürriyet ve İtilâf Fırkası’na bölünmeleriyle, daha sonra İttihat ve Terakki üyelerinin meşrutiyetçiler ve cumhuriyetçiler biçiminde kutuplaşmalarında da aynı sınıfsal-kültürel gerilim vardır. Çok çeşitli kültürel ve siyasal itirazları da olmakla birlikte, Hürriyet ve İtilâf yanlıları arasında Osmanlı soyluluğu, İttihat ve Terakki’ye oranla daha ağırlıktaydı. Bu kesim de meşrutiyet istiyordu, ama meşrutî monarşide sultana, Alman modelinde olduğu gibi, ciddî bir anayasal güç tanıma yanlısıydı. Ulusal egemenlik ilkesini kesin olarak yerleştiren İttihatçılar ise, daha sonra simgesel bir monarşiyi sürdürme ve cumhuriyete geçme seçenekleri karşısında, yine büyük çapta toplumsal köken çizgisiyle ayrıldılar. Padişaha ve Osmanlı Devleti’ne asırlardan beri hizmet etmiş bir aileye mensup olmamak, siyasal rejim konusunda köktenciliği kolaylaştırıyordu. Öte yandan, cumhuriyet istemeyen Rauf Orbay ise, Süleyman Necati Güneri’nin anılarında söylediklerine bakacak olursak “Âl-i Osman’dan başka rehber kabul etmiyorum. Babamın vasiyeti vardır. ‘Âl-i Osman zevâl bulursa git, başka İslâm hükümetlerinin birine hizmet et’” diyebiliyordu.
Ne var ki, Cumhuriyet’i kuranlar, partilerinin programında söylendiği gibi, “hiçbir cemaate imtiyaz tanımıyan” bir düzen kuramadılar. Yine parti programında sözü edilen, “serbest meslek erbabının … [k]abiliyetleri ve hizmetleri karşılığını görmeleri için faaliyetleri sahasını açık ve emin bulundurmak vazife”si yerine getirilmedi. Eğitimin yaygınlaşmayı sürdürmesi, yeni yetişenleri yeni düzene kazandıramadı. Sözgelimi, hukuk eğitimi aldıktan sonra memleketlerinde avukatlık bürosu açan gençler, iktidar partisinin yerel örgütüne kabul edilmediler. Parti mensubu avukatların tercih edilmesi nedeniyle, büroları örümcek ağlarıyla kaplandı. Bu da, Demokrat Parti kurulduktan sonra yeni partinin il ve ilçe örgütlerini intikama susamış yeni bir orta sınıfın doldurmasına ve giderek CHP ile DP/AP arasında 12 Eylül 1980 darbesine kadar süren bir kan davasına yol açtı.
Dinî cemaatlerden etnik kimliklere
Merkezde alınan kararların veya reformların doğurduğu kutuplaşmaların yanı sıra, geç dönem Osmanlı toplumunda görülen bazı gelişmeler de zaman zaman kanlı kavgalara dönüşebilen kutuplaşmalar yaratmıştır. Gerek devşirme sisteminin 17. yüzyıl ortalarından itibaren büyük çapta terk edilmesi, yani Osmanlı kimliğinin ciddî bir biçimde değişmesi, gerekse Avusturya ve Rusya ile 18. yüzyılda yapılan savaşların neredeyse tümünde Balkanlar’da isyanların çıkması, “yönetilenler” anlamına gelen “reâyâ” sözcüğünün 18. yüzyıl sonlarıyla 19. yüzyıl başlarında “gayrımüslim” anlamına gelmesine neden olmuştu. Buna koşut olarak da, Müslümanlar için “millet-i hâkime”, yani “egemen cemaat” denme- ye başlandı. Bu gelişme, Batı Avrupa’da dinlerüstü bir yurttaşlık kültürünün oluşmaya başladığı bir dönemde, Osmanlı İmparatorluğu’nda dinî bir kutuplaşma döneminin başladığına işaret eder. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde patlak veren Sırp ve Yunan isyanları da bu kutuplaşmayı iyice keskinleştirdi. İşte Tanzimat’la birlikte yerel yönetimlerde Hristiyanların da söz sahibi olması, tam bu kutuplaşma ortamında ve Yunanistan’ın bağımsızlık, Sırbistan’ın da özerklik kazanmış oldukları bir zaman diliminde gerçekleşti. Ama en alt kademedeki Müslüman tebaadan en tepedeki devlet yöneticilerine kadar büyük çoğunluk, bunu istemeksizin, mecburiyetten kabul ediyorlardı. 1856’da bütün Osmanlıların eşit olduğunu ilân eden Islahat Fermanı’nın okunduğu töreni onuncu “tezkire”sinde betimleyen Cevdet Paşa, tören sırasında herkesin suratının asık olduğunu, ortalığı adetâ bir yas havasının kapladığını anlatır.
Öte yandan, Girit’te ve başta Bosna-Hersek olmak üzere Balkanlar’ın bazı bölgelerinde Osmanlı toplumu, büyük toprak sahibi Müslümanlar, kiracı Hristiyanlar biçiminde ayrışmıştı. Bu ortam, milliyetçilik tohumlarının hızla yeşerebilmesine müsait bir zemin hazırladı. Sınıfsal kutuplaşma, hızla dinî/etnik kutuplaşmaya dönüştü. Böylece Balkanlar’da bir dizi ulus-devletin ve bugünkü sınırların oluşması sürecinde Müslümanlar büyük ölçüde dışlandılar ve daralan Osmanlı topraklarına göç ettiler. Bu göç süreci ise, birçok önemli sonuç doğurdu. Bu sonuçların biri, Osmanlılığın daha çok İslâm unsuru üzerinden tanımlanması ve Hristiyanların Trakya ve Anadolu’dan çıkartılması isteğinin dile getirilmesiydi. Nitekim Balkan Savaşı’ndan sonra Bulgaristan’la, Millî Mücadele’den sonra da Yunanistan’la nüfus mübadelesi yapıldı.
Kısmen bu birinci sonuca bağlı olan ikinci bir sonuç ise, Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkma aşamasında Sünnî İslâm’ın Türk kimliğinin belirleyici bir öğesi konumuna gelmesiydi. Yani Türk milliyetçiliği, Alevî unsurunu da dışlayan bir biçimde tanımlandı. Gerçi Osmanlılık, çok uzun bir süredir Sünnîlik’le içiçe gelişmişti. Merkezî Osmanlı kül- türünün etkilediği Türkçede “Kızılbaş” ve “Dürzü” sözcükleri, birer küfür olmuştu. Nitekim Sivas’tan 1919 Temmuzunda Erzurum’daki Mustafa Kemal Paşa’ya yazan Albay Refet (Bele) Bey de, Sivas yöresi Alevilerini “kansız” biçiminde adlandırmıştır. Ayrıca Türk milliyetçiliği, tutunabilmek için İslâmcılık ideolojisine bir dizi ödün vermek zorunda kalmıştı. İşte bu yüzden Ziya Gökalp’in programı yalnızca “Türkleşmek ve muasırlaşmak”tan ibaret kalmamış, bir de “İslâmlaşmak” içermek zorunda kalmıştı. Gökalp’ten sonra Şemsettin Günaltay, Alevîleri tamamen dışlayacak, 1923’te yayımladığı Maziden Atiye kitabında ise Orta Asya iklim ve coğrafyasının Sünnîlik’i Araplardan bile daha iyi taşıyacak bir Türk karakteri yarattığını ileri sürecektir.
Kürtler yeni rejimle bağları koparıyor
Cumhuriyet tarihinin ilk kutuplaşması, Cumhuriyet’in kurulmasının ardından Şeyh Sait isyanı diye bilinen Kürt isyanı ile gerçekleşti.
MASİS KÜRKÇÜGİL
Kürtler 1919’dan itibaren Ankara’da işgale karşı Türk ve Kürt birliğini işaret eden İslami söylem ve Mustafa Kemal’in Kürt ileri gelenlerini harekete katma konusunda hassasiyetiyle İstiklal Harbini desteklediler. Lozan Konferansında İsmet Paşa Kürtlerin gerçek temsilcilerini içinde bulunduran Ankara hükümetinin Türklerin ve Kürtlerin hükümeti olduğunu belirtmişken kısa süre sonra durum değişti.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde bile Kürtler arasında milliyetçi hareket gelişmemişken, Saltanat ve Hilafetin birleştiriciliği altında Anadolu’nun birlik ve beraberliğini destekleyen Kürtler 1923’te yapılan Büyük Millet Meclisi seçimlerinde merkezden adayların gösterilmesiyle, yani Ankara’da Birinci Meclis’te yer almış bölge milletvekillerinin yeniden seçilme imkanını yitirmeleriyle kendilerinin yönetime dahil olamayacaklarını anladılar. 1924’te Kürtçenin yasaklanması ve İstiklal Savaşına Kürtlerin katılmalarında önemli bir rol oynayan, Türklerin ve Kürtlerin “ideolojik birliğini” sağlayan Hilafetin kaldırılmasıyla Kürtlerin yeni rejimle bağları koptu.
Bu tarihten itibaren Kürt ileri gelenleri 1921’de daha ziyade aydınlar arasında etkisi olan Azadi örgütünü bölgede etkin kılarak Şeyh Sait isyanının hazırladılar. Azadi bağımsız bir Kürdistan kurulması için Mayıs 1925’te bir isyan çıkartılması kararını alarak hazırlıklara başladı. Eylül 1924’te daha sonra Ağrı isyanının başında görülecek olan İhsan Nuri de olmak üzere, Beytüşşebap’ta bir isyan çıkartmaya kalkıştılar, ancak yerel aşiretler katılmadığı için isyancılar Irak’a kaçtılar.
Musul için görüşmeler sürerken Ankara Kürt ileri gelenlerinin desteğini almak istese de hoşnutsuzluğu gideremedi. Şubatta Piran’da çıkan bir çatışmadan sonra birkaç bin kişilik isyancı kalabalığı Diyarbakır’a yöneldi ve sayıları beş bine ulaştı. Ancak ayaklanma belli çevrelerle sınırlı kaldı.
Mart 1925’te ilan edilen Takrir-i Sükûn kanunuyla Kürt isyanı vesilesi ile bütün muhalefet susturuldu. İsyanın bastırılmasından sonra birçok insan sürgüne gönderildi. Şeyh Sait isyanının bastırılmasından kurtulanlar derlenerek Ağrı isyanını örgütlediler.
Cumhuriyet rejimi isyanı “irticai” diye niteleyerek onun “milli” karakterini gölgelemiştir. Oysa İstiklal Mahkemesi reisi Mazhar Müfit Bey, “…hepiniz bir noktaya, yani Müstakil Kürdistan teşkiline doğru yürüdünüz” demiştir.