1918’de biten 1. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da yükselen radikal hareketler, birçok ülkede siyasal iktidar mücadelesine girişmişti. Batı’da çok sayıda şair ve edebiyatçı da faşizm sempatizanıydı. Bunların çoğu faşizmin vahşetini görüyor ama bunu gelecekteki toplumun kaçınılmaz doğum sancıları addediyordu. Ancak benzer bir bakış radikal solda da vardı. Bu nedenle birçok solcunun faşist saflara geçmesi, o günlerde şaşırtıcı görülmedi.
Birinci Dünya Savaşı sonunda oluşan genel kriz birçok ülkenin diktatörlükle yönetilmesine yol açmıştı; zira siyasi sistemler yıkılmış olup, demokratik rejimleri ayakta tutacak bir istikrar yaratılamamıştı. Avrupa’da özgür seçimlerin nispeten demokratik bir ortamda yapılabildiği ülke sayısı iki elin parmakları kadardı: İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika, İsviçre, Çekoslovakya ve İskandinav ülkeleri.
Batı ve kuzey Avrupa ülkeleri siyasi çalkantılardan uzak değildi ve hepsinde faşist nitelikli küçük veya büyük partiler vardı (Orta ve Doğu Avrupa ile İber Yarımadası’ndaki faşist hareketler ayrı bir yazı konusudur. Avusturya faşistlerinin Almanya ile birleşmek üzere iki savaş arasındaki uzun mücadelesini de ayrıca değineceğiz).
1940’ta Nazi işgaline uğrayan ülkelerin faşistleri, işgalcilerle işbirlikçilik yapıp direnişçileri ve Yahudileri ölüme yolladıkları gibi, ayrıca SS Waffen (Silahlı SS) birliklerine de gönüllü olarak katılmışlardır. Waffen SS birlikleri savaş öncesinde üç alaydan ibaret olup, savaşın sonunda 38 tümenlik güce ulaşmıştı. Savaş daha uzasaydı, Hitler’in silahlı kuvvetlerin tümünü SS birliklerine çevireceğinden sözedilmiştir. Kıta Avrupa’sının her köşesinden gelen faşistlerin katıldığı bu birlikler tüm cephelerde muharebelere iştirak edip, yaklaşık 350 bin ölü verdiler. Yaralı sayısının ölü sayısına çok yakın olması, nasıl fanatik bir şekilde savaştıklarının göstergesidir (Genel yaralı sayısı muharebelerin özelliğine göre değişmekle birlikte, ortalamada ölü sayısının iki katıdır). Nazi orduları Rusya’da ilerlerken sadece devletlerin gönderdiği İspanyol, İtalyan, Romen ve Macarlar değil, kıta Avrupa’sının tümünden gelen faşistler gönüllü olarak onların yanındaydı. Adeta SS’lerin liderliğinde bir faşist anti-Bolşevik enternasyonalin hayata geçtiğini söylemek mümkündü ama, Almanlar hiçbir zaman onlara tam güvenmedi ve yetki vermeyerek ikinci planda tuttular.
1930’larda Avrupa faşistlerinin jest ve mimiklerle bir ölçüde Mussolini’yi, ama esas olarak Hitler’i taklit etmeleri de son derece ilginçtir. Asık suratlarla “rap rap” yürünerek toplantılara gelinmesi, tek tip selam, liderin bağıra çağıra nutuk atması, adeta birbirlerinin kopyasıdır. Örneğin “La Légion des Volontaires Français Contre le Bolchévisme” (Bolşevizme Karşı Fransız Gönüllüleri) adlı kuruluşun dev salon toplantılarında, aynen Hitler gibi bağıra çağıra konuşan Fransız faşistlerinin hali ibret vericidir. Aynısını Belçika’da, İngiltere’de, Norveç’te veya Amerikan faşistlerinin toplantılarında da görebilirdiniz.
Avrupa’da 1918 sonrası faşist hareketlerin ilginç özelliklerinden biri, üyelerinin azımsanmayacak bir kısmının “soldan kopan” unsurlardan gelmesiydi. Örneğin İtalya’da Mussolini Sosyalist Parti’den ayrılmış; Doriot, Fransız Komünist Partisi’nin en önemli liderlerinden birisi ve Komintern üyesiyken faşizme kaymış; İngiltere’de Mosley bir dönem İşçi Partisi’nde görev almıştı. Bir başka Fransız sosyalisti Marcel Deat da faşist işbirlikçilerin liderlerinden olmuş, Vichy hükümetlerinde yer almıştı (1945’te ortadan kaybolmuş, gıyabında idama mahkum edilmiş, ancak 1955’de ölünceye kadar kuzey İtalya’da bir Katolik grup tarafından saklandığı ortaya çıkmıştı).
Her şeye karşı
Anti-semitist, anti-komünist, anti-liberal Fransız örgüt “La Légion de Volontaire”.
Avrupa’da faşistlerin Kilise ile ilişkileri her ülkede farklıydı. İspanya ve Fransa’da Katolik Kilisesi ile oldukça yakın ilişkileri varken İtalya’da bu karşılıklı bir uzlaşı ile çözüme bağlanmıştı (Mussolini’nin Vatikan ile yaptığı Lateran Antlaşmaları). Hitler ise Kilise’yi doğrudan karşına almadan, dolaylı yoldan yoketmeyi aklına koymuştu; ama planını gerçekleştirecek kadar uzun süre iktidarda kalamadı. Öte yandan din adamları da ortak bir tutumda olmayıp, faşist ve anti-faşist cephelere ayrılmışlardı.
Tüm ülkelerde ortak bir özellik ise 1914-18 savaşının askerleri ve özellikle de havacılar arasında faşizme yatkınlığın çok yüksek oranda görülmesiydi. Faşizm Avrupa’nın her ülkesinde farklı özellikler gösterdiği gibi, o dönemde hem nostaljik bir geçmiş özlemi içerisinde yaşıyor, hem de ütopik ve yarı mistik bir gelecek vaad ediyordu. Örneğin pagan törenlerini canlandıran Almanlar eski Töton kabile savaşçılarını, İtalyanlar Roma lejyonlarını özlüyor; ancak Avrupa’nın mevcut kültürünü reddederken, aynı zamanda sanayi toplumunun yerini alacak bir ileri teknoloji toplumu hayal ediyorlardı.
Bu ileri teknoloji, onların utancını silecek ve milletleri yeni zaferlere götürecekti ki, bu savaşın en üst makineleri, uçaklar ve bu savaşın şövalyeleri olan havacılar tarafından temsil ediliyordu. Müttefikleri tarafından aldatıldığına inanan İtalyanlar arasında Marinetti ve İtalo Balbo gibi havacılar, faşizmin önde gelen isimleri oldu. Bu etki içerisinde Mussolini çok yerde havacı kılığında poz verecek, oğulları da İtalyan Hava Kuvvetleri’ne katılacaktı. Almanya’da da Nazi hiyerarşisinde ikinci adam Hermann Goering havacı bir subay olup, Luftwaffe gelecekteki faşist Alman silahlı kuvvetlerinin ideolojik modeli olarak görülüyordu. ABD’de Charles Lindbergh’in de Nazi sempatizanı olması şaşırtıcı değildir. İngiltere’de Fuller faşizmin önde gelen isimlerinden birisi olarak havacı değildi ama, mekanize kara-hava birleşik savaşının ilk savunucusuydu. Keza Batı’da çok sayıda şair ve edebiyatçı da faşizmin sempatizanıydı. Bunların çoğu faşizmin vahşetini görüyor, ama bunu gelecekteki toplumun kaçınılmaz doğum sancıları addediyordu. Ancak benzer bir bakış radikal solda da vardı. Bu nedenle birçok solcunun faşist saflara geçmesi, o günlerde şaşırtıcı görülmemiştir.
Fransa’da faşizm ve Halk Cephesi
Faşistlerin iktidara gelemediği ülkeler içerisinde en yaygın ve güçlü hareket Fransa’da idi. Avrupa’da anti-semitizmin beşiği olan bu ülkede, Dreyfuss olayı döneminde, 30 yıl sonra faşizmin temeli haline gelecek aşırı sağcı oluşumlar ortaya çıkmıştı. Bunlar arasında yer alan “Action Française” (AF), Üçüncü Cumhuriyet’in aşırı sağcı oluşumları içerisinde öne çıkacaktı. Faşizmin genel özellikleri olan otoriter, aşırı milliyetçi, korparatifçi, anti-semitist, anti-komünist yanlarını ve eski askerlerin örgütlenmesini kucaklayan bir yapıdaydı. Faşist partilerin diğer ortak özellikleri olan anti liberalizm, masonluk karşıtlığı, liderlik ilkesi ve popülist yaklaşımlardan da uzak değillerdi. Fransız faşizmin özgün bir yanı ise Katolik ve anti-Protestan unsurları daha fazla barındırması idi.
Keza gene savaş öncesinde, 1908’de kurulan “Camelots de Roi” aşırı sağcı bir gençlik örgütüydü. Bunlar bir zamanlar solcuların ve cumhuriyetçilerin elindeki milliyetçilik bayrağının yeni sahipleri oldular. Yani, Fransa’da aşırı sağın örgütlenmesi Almanya’dan önce olmuştu. Savaşın yıkıntısı yeni örgütlerin kurulmasına yol açtı. “Jeunesse Patriotes” (1924), tıpkı ertesi yıl kurulan “La Faisceau” gibi İtalyan faşist hareketinden etkilenmişti. Fransa’nın ilk faşist kitle partisi olan “Parti Social Français” (PSF) ise eski askerlerin ve yakınlarının örgütü olan Albay de la Rocque liderliğindeki “Croix de Feu” tabanından büyük güç almaktaydı. Üç milyon taraftarı olduğu iddiası abartılı olsa da, bir milyon gibi bir rakam da azımsanamaz.
Radikal faşist örgüt
Fransız 1. Dünya Savaşı kahramanı Marcel Bucard, en radikal faşist örgütlerden birini “Mouvement Franciste”i kurmuştu.
En radikal faşist örgütlerden biri de AF kökenli Marcel Bucard’ın “Mouvement Franciste” (MF) adlı örgütü olup, çoğu gibi o da 1. Dünya Savaşı kahramanıydı. Bunların yanında faşizme sempati duydukları için Fransız Sosyalist Partisi’nden atılan büyükçe bir grup, 2. Dünya Savaşı’nda Almanlarla işbirliği yapacaktı. Nihayet aralarında Joseph Darnand’ın da bulunduğu ve Eugène Deloncle tarafından kurulan terörist “La Cagoule” örgütü, 1937’de Mussolini’den silah almak için iki İtalyan anti-faşisti olan Roselli Biraderleri öldürmüş ve birçok başka terör eylemi gerçekleştirmişti. Örgütün adı, kendilerine “gizli devrimci komite” diyen bu grup üyelerinin Ku Klux Klan gibi kukuleta giymelerinden esinlenmişti. Bir darbe planladıkları sırada deşifre oldular ve bir kısmı tutuklandı.
Stavisky Skandalı
Şimdi biraz geriye giderek Fransa’yı sarsan olayların gelişimindeki önemli bir sürece gözatmalıyız. Bu olay, “Stavisky Skandalı” adı verilen büyük bir mali dolandırıcılığın açığa çıkmasıyla başlar. Stavisky, 1. Dünya Savaşında dolandırıcılığa başlamış olan Ukraynalı bir göçmendi ve ardı ardına kurduğu kredi tezgahlarıyla bir zincir oluşturmuş, her dolandırıcılığı, bir sonraki tezgahla kapatarak büyütmüştü. Bu elbette kamu yöneticilerinin işbirliği olmadan yürüyemezdi ama, bu zincirin de kaçınılmaz sonu geldi.
Nihayet 1933’te tutuklama kararları çıkınca, Üçüncü Cumhuriyet temellerine kadar sarsıldı. Hem sağ, hem de sol bunu fırsat bilerek parlamenter sisteme karşı saldırıya geçince büyük bir siyasi kriz oluştu. Faşistler 1934’ün başında Paris’te 14 kişinin öldüğü ve 655 kişinin yaralandığı uzun çatışmalara girdi. Bu bir iktidar yoklamasıydı. Bu sırada Mareşal Pétain’in Savunma Bakanı olduğu sağ eğilimli bir hükümetin kurulması faşist gösterilere ara verilmesini sağladı ama, hemen akabinde Stavisky davası savcılarından birinin öldürülmesi işleri tekrar karıştırdı; birçok Bakanın dolandırıcılık olaylarıyla ilgisi açığa çıktı. Faşistler bu gelişmeleri yeni bir karışıklık çıkarmak için değerlendirdiler ve durum Hitler iktidarı öncesi Almanya’ya benzemeye başladı.
Fırsatçılık peşinde
Faşistler, Fransa’yı sarsan “Stavisky Skandalı” adı verilen büyük bir mali dolandırıcılığın açığa çıkmasını fırsat olarak gördüler; fakat sonunda geri adım atmak zorunda kaldılar.
İşte tam da o günlerde Fransız Komünist Partisi (FKP), o güne kadar faşistlerle bir tuttuğu Sosyalistlere yanaşarak cumhuriyetin savunması için birlik önerdi. Bunun nedeni FKP’yi yöneten Rusya’nın, Fransa’da kurulacak ikinci bir faşist yönetimin Berlin ile birleşerek kendisine karşı büyük bir tehdit oluşturabileceği endişesiydi. Moskova’dan emir gelince, FKP düşman ilan ettiği Sosyalistlere ve hatta Radikal Parti’ye yanaşmıştı. Böylece sadece partilerin değil, sendikaların ve solcu grupların da katıldığı Halk Cephesi (resmî adı Rassemblement Populaire) kuruldu. Büyük ve disiplinli bir kitle gösterisiyle faşistlere geri adım attırdılar ve bunu yaklaşan seçimlerde yapılacak bir ittifakla pekiştirmeyi seçtiler.
Almanya’da Nazilerin seçim başarısı akıllardan çıkmıyordu ve Halk Cephesi adayları, ikinci turda her seçim bölgesinde en çok oy alan adaylarını destekleme ilkesini uygulayarak büyük bir zafer elde ettiler. Sağ partilerin oy kaybetmemesine karşın Halk Cephesi iktidara geldi ama programlarını uygulayamadan dağılma sürecine girdiler. Ancak savaş öncesindeki çok kritik yıllarda Fransa’da faşistlerin iktidara gelmesini önlemede önemli rolleri oldu. Faşistler ise işgal yıllarında Wehrmach ve Gestapo’nun himayesi altında komünistlere, direnişçilere ve Yahudilere karşı vahşet uyguladılar. Drancy transit toplama kampı için av kampanyalarına bile katıldılar. Bu ülkedeki bir başka ilginç durum da, Fransız faşistlerinin Alman kuklası olan Vichy hükümetine bile karşı olmalarıdır.
Fransa, Avrupa’daki diğer ülkelerde faşizmin temeli olan fikir ve örgütlenmelere öncülük etmiş ve ilk kitle tabanı yaratmış olan ülkedir. Fransa’da iktidara gelemediler ve işgaldeki işbirlikçilikleri tabanlarını zayıflattı ama, bugün 70 yıl sonra bile hâlâ küçümsenmeyecek bir oya sahip bulunuyorlar. Bu kadar köklü hareketler toplumdan kolay silinmiyor.
İngiltere’de faşist hareket
Bu ülkede faşist hareket Fransa ile mukayese edilmeyecek kadar zayıftı. Oswald Mosley liderliğindeki “Kara Gömlekliler”, 1930’ların başında 50 bin kadar üyeye sahip oldular ama radikalleştikçe desteklerini yitirdiler. BUF (British Union of Fascists) üyelerinin sayısı birkaç yıl içerisinde 10 bine kadar düştü. 1936’da Doğu Londra’da Yahudiler ve komünistlere karşı yaptıkları kışkırtıcı yürüyüşte protestocularla çatıştılar ve onları geçemediler. “The Battle of Cable Street” yani Cable Sokağı Muharebesi adı verilen bu arbededen istedikleri yararı elde edemediler. Esasen hükümet 100 bin imzalı dilekçeye rağmen yürüyüşe izin vermiş, ama 5 bin faşistin etrafını 7 bin polisle sarmış, böylece göstericilerin fiyakaları baştan bozulmuştu. Aynı yıl çıkarılan yeni “Kamu Düzeni Kanunu” politik üniformaları ve kışkırtıcı gösterileri yasaklayınca, faşistlerin havası daha da azaldı.
Örgüt 1940’ta yılında kapatıldı; liderleri uzun süre hapiste veya uzak kamplarda tecrit edildi. Diğer ülkelerde olduğu gibi aşırı milliyetçi, Yahudi düşmanı ve Hitler hayranı idiler; ancak ilginç bazı özellikleri vardır. Öncelikle, İngiltere’deki faşist harekette kadınların önemli bir rolü oldu. Kadınlara eşit oy hakkı için sokaklara dökülmüş olan eski “Suffragettes” taraftarlarının bir kısmı eşitlik beklentisiyle buraya yönelmişlerdi. Ülkede faşist hareketin başlatıcısı sayılan kişi de, 1. Dünya Savaşı’nda Sırbistan’da ambulans sürücüsü olarak Cesaret Madalyası almış bir kadın, Rotha Lintorn-Orman idi.
Lintorn-Orman, savaş travmasıyla ülkeye dönenler arasında sola düşmanlığıyla öne çıkmıştı. Bu tutumu 1923’te “British Fascisti” (BF) adlı örgütü kurmasına yol açtı. Mücadelesine Northumberland Dükü’nin gazetesi olan Patriot’a “kızıl tehlikeye karşı örgütlenecek gönüllüler aranıyor” ilanı vererek başladı. 1925’te daha radikal bir kesim onlardan ayrılarak “British National Fascisti” örgütünü kurdu ama, bu ekip hep marjinal kaldı. Lintorn-Orman alkol ve uyuşturucu sorunları yüzünden kısa süre sonra öldü. Faşistlerin genel anti-feminist tutumlarına rağmen -ki bunlar arasında lider Mosley de vardı- İngiltere’de kadınların, özellikle de aristokrat kadınların faşistlere desteği dikkati çekiciydi. Bunda muhtemelen Mosley’in 1936’da Mitford kardeşlerden Diana ile evlenmesinin payı küçümsenemez. Sözkonusu evlilik Almanya’da Goebbels’in evinde ve Hitler’in şeref konuğu olduğu bir törenle gerçekleşti.
İngiltere’de aristokratların faşistleri desteklemede öne çıktıkları epey konuşulmuştur ama, bu izleniminin doğmasında bir kısım tekil örnekler de rol almış olabilir. Örneğin 8. Edward’ın tahttan feragatından sonra Almanya’da Nazi törenleriyle ağırlanması ve savaş içerisinde Rudolf Hess’in İskoçya’ya uçarak, Hamilton Dükü ile görüşmek istemesi gibi olaylar dikkati çekmiştir.
İrlanda ve Belçika’da aşırı milliyetçilik
Diğer ülkeler arasında faşist hareketler açısından İrlanda’nın İngiltere’ye, Belçika’nın ise Fransa’ya daha çok benzediği göze çarpar. İrlanda’da “Mavi Gömlekliler”, orta sınıfın komünizm korkusundan yararlandılar ve polis generali Eugen O’Duffy liderliğinde etkinlik gösterdiler. Ancak bu sadece 1933-1935 arasında sürdü ve akabinde sönüp gitti. Bunlar daha çok İtalyan faşizminden etkilenmişlerdi ve yarım yamalak, tutarsız korporatist fikirleriyle ayakta kalamadılar.
Belçika’da Léon Degrelle liderliğindeki faşist hareket ülkenin daha çok Fransa’ya yakın Vallon bölgelerinde destek kazandı; ancak Flaman bölgesinde de farklı amaçları olan aşırı milliyetçiler vardı. Degrelle’in “Reksist” adında ve daha çok gençlere dayanan hareketi ciddi bir fikriyata sahip değildi. 1936’da parti haline gelip hemen girdikleri seçimlerde 30’u Vallon bölgesinden 33 sandalye kazanmaları kendileri için de sürpriz oldu. Ancak programsız olmaları ve Brüksel’de hazırladıkları dev bir mitingin fiyaskoyla sonuçlanması üzerine 1939’da 4 sandalyeye düştüler. Bununla birlikte Alman işgali bunlara yeni bir atılım olanağı verdi. Degrelle, Alman ordusuna katılan SS Vallon Lejyonu’na komuta etti ve bizzat Hitler’in elinden madalya aldı.
Belçika’nın Flaman bölgesinde ise Staaf De Clercq liderliğindeki “VNV” (Vlaamsch Nationaal Verbond) hareketi daha çok Antwerp ve Brüksel çevresinde faal olup, görüşleri itibariyle Alman Nazilerinden farkları yoktu. Bazı gruplar ise Belçika’nın dağıtılıp Flamanların Hollanda ile birleşmesini talep etti ki, bunlardan biri Verdinaso (Dinaso/ Verbond van Dietsche Nationaal-Solidaristen) adı verilen Joris van Severen liderliğindeki partiydi. Alman işgalinin öncesinde Belçika’da parlamenter sistemin işlemesini engellemek için şiddet kullandılarsa da başarılı olamadılar. Onlar da Fransız faşistleri gibi Alman işgalinden sonra işbirlikçilik yoluyla güç sahibi olmak istediler ama, sadece SS’lerin hizmetkarı oldular.
Hollanda’da Nazi yanlısı Anton Mussert ve Norveç’te de Vidkun Quisling, aynı dönemlerde Kuzeybatı Avrupa’da kukla rejimlerin destekçisi, yöneticisi oldular. Quisling adı, bugün tüm dünyada hain ve işbirlikçileri tanımlayan bir isim olarak kullanılmaktadır.
Belçika’nın Führer’i
Belçika’da Léon Degrelle’in önderliğindeki “Reksist” hareket, Alman işgaliyle yükselmişti. Degrelle, Alman ordusuna katılan SS Vallon Lejyonu’na komuta etti ve bizzat Hitler’in elinden madalya aldı.