Kasım
sayımız çıktı

Ölüyü rahat bırakmayan, üzerine bina konduran kültürler kalıcı olamaz

Enis Batur “Kaç mezarlığımız korunabiliyor? Ya taşların ne kadarı? Herhalde ‘ölümlü dünya’ diye geçiştiriliyor konu” diyor ve kendisine sorduğu soruları cevaplamaya devam ediyor: “Baştansavma ölmeye dair ötekimle konuşma”.

Yaz başıydı söyleşimizin ilk bölümünü gerçekleştirdiği­mizde; şimdi güze giriyoruz. Pandemi bütün amansızlı­ğıyla hüküm sürüyor yerkü­rede. Pencerenizden, içpen­cerelerinizden nelere, nere­lere baktınız?

# Kapanmanın işi üzerinde da­ha da koyulaşmasını kolaylaştır­dığı görece talihli insanlar ara­sındayım, kapandıkça açıldım iyicene; ‘içpencere’ dediniz, sa­yıları arttı bu dönemde, ufukları genişledi.

Dışarıya gelince… Herkes gibi ben de ölüm istatistiklerini bo­ğularak izliyorum. Görülme­miş bir bozgun yaşıyor insanlık. Hem de ilerleme kibirine kapıl­dığı bu çağda. Hepimizin payına düşen ağır çaresizlik. İki ‘dalga’ arası inip çıkan sayısal verilerin, sonunda bir tür kayıtsızlık do­ğurduğunu gözlemliyorum; şa­rapnel parçası çok yakına düş­medikçe görmezden geliniyor yanılmıyorsam -bunları kendi­mi daha bilinçli, sorumlu konu­ma koyarak söylediğimi sanma­yın, çoğu kişiden farkım yok, ba­şımı çeviriyorum.

Toprağın örttükleri 2019’da defineciler, İznik’te bir zeytinlikte Geç Roma Dönemi’ne tarihlenen bir lahit buldu.

Ölüm’e sırtınızı dönme ge­reksinmesi mi ağır basar ol­du, salgının yıpratıcı gerçek­liği karşısında?

# Başka cephelerine bakmayı sürdürdüm son dönemde, konu­nun. ‘Haber bültenleri’nde ge­riye itilen, handiyse görünmez­leştirilen gelişmelere yaklaşmak iğneyle kuyu kazmayı anıştırı­yor. Gölyazı Nekropol Müze­si’nin korunmaya alınması Göl Yazı yazarını nasıl ilgilendirme­sin? Tarsus’ta, baraj sularının olağandışı ölçülerde çekilmesi Roma kaya mezarlarını yeniden ortaya çıkardı. İznik’te, bir tar­lada irikıyım bir Roma mezarı buldu çiftçi. Çin’de, Han Hane­danı’nın bir üyesine ait 1.800 yıllık mezar bulundu. Silvan’da 1. Kılıçaslan’ın ve kızı Saide Ha­tun’un mezarları. Uygur bölge­sindeki Kargılık Camii’nin yanı­başındaki değerli mezarlık kay­bolma tehlikesiyle karşı karşıya.

Kuzum, bu can pazarında, sıraladığınız haberlerin her­hangi bir önceliğinden dem vurabilir miyiz? Bir avuç tarih ve arkeoloji meraklısı için bile ikincil önem taşıyor olsa gerek bu türden geliş­meler. Anlamakta güçlük çe­kiyorum: Bugün ne arıyorsu­nuz mezarların arasında?!

# Dünya dönse de dursa da öle­ceğiz siz ve ben. Gideceğimiz yer orası. Sırtınızı dönmeniz, başka yere bakmanız değiştir­meyecek bu temel koşulu. Ne diyordu Jankélévitch? “Ölüm, mutlak ontolojik skandal”. Kita­bımın başındaki motto’lar ara­sına kattım o kısa cümleyi, çün­kü paylaşıyorum. Orada bitiyor Hayat ve geridönüşü yok. Geri­de kalıntılarımızı bırakıyoruz: Hızla çürüyecek bir kalıp, eriyip gidiyor, geride kalabildiğince kemikler kalıyor. Kültür, onları korumayı seçiyor genellikle; en azından bir süreliğine. Dayanık­lı olanlar çıkıyor aralarından, Gölyazı Nekropolü 2.500 yaşın­da; bunun öneminin nesini an­lamakta güçlük çektiğinizi anla­makta güçlük çekiyorum.

Bir çırpıda kültürsüz, du­yarsız biri kılıverdiniz beni! Covid ölümleri milyonlar sınırını aşmışken ve hız kes­mezken konunun kültürel cephesine odaklanmamızı yadırgamıştım hepsi hepsi.

# Evet, bininci kez, baldıran ön­cesi Sokrates’in flütle melodi öğrenme hikâyesi. Geçenlerde bir araştırmacı Şinasi’nin kayıp mezarı bağlamında bir sav öne sürdü: Yokedilen büyük Ayas­paşa Mezarlığı’nda -ki Grand Champs des Morts diye anılıyor Batılıların yaptığı harita ve gra­vürlerde- tam Ayaspaşa Apart­manı’nın bulunduğu yere/nok­taya gömüldüğü bilgisi size ne ifade eder bilmem; benim içimi rahatlattı. Son yıllarda çok sık geçtiğim bir güzergah; sözkonu­su apartmana başka gözle baka­cağım bundan böyle.

Şinasi’nin mezarı Yakın zamanda bir araştırmacı, yokedilen Ayaspaşa Mezarlığı’na gömülü Şinasi’nin (altta) mezarının, tam Ayaspaşa Apartmanı’nın bulunduğu noktaya denk geldiğini öne sürdü.

Duygusal birisiniz.

# Duygularımla aklımı tahtera­vallide dengede tutmaya çalışı­rım. Birinin öbürünü ağırlaştır­dığı olur. Şinasi’nin mezarının yerini bilmenin yarattığı rahat­lık, yerini bilememenin yarattığı küçük boşluğun kısmen dolma­sıyla ilişkili. Yoksa Şinasi benim “ne”yim oluyor?!

Diğer haberler? Onlarla da mı küçük boşluklar dolduru­yorsunuz? Tersine, gerçekte ölçüsüz büyüklükte bir boş­luk mu sözkonusu?

# Dilerseniz Hayat’ın -benim­kinin ve sizinkinin de doğal ola­rak- sonsuz bir kara delik içerdi­ğini kabul edebiliriz. Bütün me­raklarımız, arayışlarımız, yapıp etmelerimiz onun tarafından yutuluyor besbelli; çünkü öldü­ğümüz an bomboşuz, sıfırlanı­yor karakutumuz. Haberlerin arkasındaki insanlar, kazılarını yürütenler, akademik çalışmalar yapanlar, öğrenci yetiştirenler bilmiyor mu bu durumu? Sisi­fos’luk herkeste.

İnsanı dibe çekiyorsunuz! Damarınıza basayım der­ken damarıma basıverdi­niz. İyisi mi konunun kültü­rel cephesine döneyim ben. Londra’nın “Magnificent Seven”ını bilirsiniz. Paris’in Montmartre, Père Lachai­se, Montparnasse’ını; İstan­bul’un Karacaahmet’ini ya da Zincirlikuyusu’nu düşü­nüyorum da, hemen hepsin­de görece yakın geçmişe ait mezarlar korunuyor daha çok; geriye sardıkça tarihsel makarayı, seyreliyor korun­muş olanlar. Gölyazı Nekro­polü diyorsunuz, hadi o denli uzağa gitmeyelim, Ahlat’a bakalım: Mezarlar boş değil mi özünde?!

# Arabesk tonu seçerek “hayat boş” diyebiliriz! Zamanla ke­mikler toza dönüşüyor. Koru­nabilmiş, yerinde kalmış me­zartaşı sayısı nedir ki? İstan­bul’un ilk surlarının yapımında, 5. yüzyılda, eski mezartaşları da kullanılmış. Ayaspaşa Mezarlı­ğı’nın taşlarının Gümüşsuyu’n­daki ‘şeddadî’ apartmanların ve askerî hastanenin temellerinde durduğunu söyler Koçu. Bugü­nün dev mezarlıkları yarın yo­kedilecektir. “Kemiklik” görün­ce insan, olacakları daha iyi kes­tirebiliyor.

Ölesiye Sanat’ta Paris Ke­mikliği’ni ziyaretiniz hak­kında bir denemeniz vardı.

# Evet. Bu bağlamda gerçekçi olmayı gerektiren ipucu sayısı yüksek. Ben, Dante’nin mezarı­na gittim Ravenna’da. Buna kar­şılık, İkbal’in ve Nefî’nin mezar­ları yoktur; onlara Mevlânâ Mü­zesi’nin bahçesinde iki simgesel kitabe ayrılmıştır. Fark üzerinde düşünülmeli. İki büyükbabam da Karacaahmet’e gömülmüş; çocukları ‘yer’lerini bilmediği için kayıplar. Öte yandan Hü­seyin Hâki’nin Feneri Dergâ­hı’ndaki mezarını ziyaret ettim, benden sonra kim ziyaret ede­cek o taşı? Kimse ziyaret etme­yecekse, ne için korunsun?

Bir ‘Hece Taşları Müzesi’ kurulması fikrine ne dersi­niz?

# Bazı taşlar zaten müzelerde; Muradiye Külliyesi’ni düşünün. Aya İrini’deki lahdi, Cluny Or­taçağ Müzesi’ndeki taşları, ben­zerlerini düşünün. Gene de me­zar başka: Şeyh Galip’i, komşu­su Müteferrika’yı ziyaret edince daha iyi anlıyor insan: Ölüleri rahat bırakmayı öğrenemeyen kültürler kalıcı olmaz. Mısır’da ölüleri rahat bırakmıyorlar öte yandan; bunu kültür adına yap­malarını kabul edilmez buldu­ğumu söylemeliyim, ‘yer’lerin­den oynatılmalarına içerliyo­rum. Luksor’da “bulunan” ahşap lahitler mumyalarla birlikte he­men müzeye kaldırılıyor, ‘kültür ve turizm’in, dolayısıyla akçe değerinin birleştirilme nedeni herşeyi önceliyor.

Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıçarslan ve kızı Saide Hatun’un Diyarbakır, Silvan’da bulunan mezarları.

Define avcısı soygunculara bırakılmaları yanlış strateji olmaz mıydı?

# Korunamadığında müzele­rin nasıl soyulduğunun en ti­pik örneğini Mısır’da görmüyor muyuz?! Yapmayın! Ülkenin en ciddi ekonomi kaynakları ara­sındaysa kadim Mısır’ın yapıları ve nekropolleri, onları koruma­yı bilecekler. Biz kendi ülkemize bakalım kaldı ki: Kaç mezarlığı­mız korunabiliyor? Ya taşların ne kadarı? Herhalde “ölümlü dünya” diye geçiştiriliyor konu!

Cinlerin İstanbulu’nda, iki dostunuzla birlikte yaptığı­nız “mezarlık dersi”ni ak­tarmıştınız. Bu söyleşinin ilk ayağında sözünü ettiği­niz yazılarını okudum Samih Rifat’ın ve Ekrem Işın’ın; ay­rıca Edhem Eldem’in ince­lemesine de eğildim. “Ders” sözcüğünü siz kullanıyorsu­nuz, bir bakıma “mezarlık okuma kursu” demeye getiri­yorsunuz. Yeni bir dil öğren­meye mi benzetiyorsunuz taş okumalarını?

# Bunu Bacqué-Grammont’a da sorsanız sanırım benzer yanıtı duyacaktınız, Aksel Tibet’e de. Bir dili, hem de grameriyle öğ­renmekten sözedebiliriz. Ama, Ahlat taşlarıyla 17. yüzyıl sonu Osmanlı mezartaşları arasında­ki geniş boşluğu doldurmak ol­dukça güç. Bacqué-Grammont -ki biz onu Bâki Efendi (!) diye de biliriz- tahta şahidelerin bir­kaç ücra köydekiler sayılmazsa yokolduklarını söylemekle kal­mıyor, yakında Osmanlı mezar­lıklarından da elde avuçta pek az örnek kalacağını ekliyor.

Tahta şahideler de korun­malı mıydı sizce?

# Hiç değilse numune çeşitlili­ğini görebilmeliydik. Rilke’nin tahta haçını ziyaret ederseniz bir gün, ne demeye çalıştığımı anlarsınız. Kaldı ki, Ahlat’ta, Si­irt’te mezartaşlarında taş usta­larının, İmâdeddin Bin Ali’nin, İshak el-Hadîm’in imzalarının bulunması açık göstergedir: Bi­rer sanat yapıtı olsun istenmiş­lerdir.

Jean-Louis Bacqué- Grammont’un Merdivenköy Bektaşi Mezarlığı’nda çektiği mezar taşlarından…

Taş işçilerinin mimari ya­pıların kuytu köşelerine isimleri kakmalarını hatırla­tıyor bu.

# Hünerlerini sahiplenme gü­düsü. Kurallar çerçevesinde kalarak, başka deyişle gramere ayak uydurularak işleniyor me­zartaşı. Ekrem Işın ve Nedret İşli’nin “okuma dersleri” bize kimin için “mücevveze”, kimin için “örf” ya da “selimî” kul­lanıldığını öğretmekle kalmı­yor, mermer kaplı aile sofasının düzenine ya da iki servi motifi arasına Mühr-i Süleyman yer­leştirilmesine ilişkin verileri de sunuyor. Bazı taşların tepesi­ne kuşların yağmur suyu içmesi için küçük bir oyuk kondurul­ması tam da gelişkin kültürün kanıtı.

Ölüme hayatın içinden bir köprü kurarcasına…

# Bacqué-Grammont, Osmanlı­ların mezarlıkta şarkılı-müzik­li piknik yapma alışkanlığının zamanla yitip gitmiş olmasına haklı olarak hayıflanır. Yaban­cı seyyahlar, İstanbul’da ya da Bursa’da mezarlıkların günde­lik yaşamın bir uzantısı hâlin­de varoluşunu yüceltirler. Vâdi-i Hamüşân deyişini çok severim: Suskunlar Vadisi, Eski Ahit’teki Ölüler Vadisi imgesinden daha anlamlıdır; çünkü insan ölüle­riyle de birlikte yaşamayı bilen canlı türüdür.

Mezarlar, kabristan ziya­retlerinde taze çiçeklerle donatılır. Arada bakımla­rı düzenlice yaptırılanlar­la, terkedildiği belli olanlar yanyanadır. Taşlarda Fatiha beklentisi dile getirilmiştir.

# Çünkü ölülerle canlılar ara­sına sözler girer. Duaya duru­lur. Karşıdan, taşlar da ses verir. Edhem Eldem ve Nicolas Va­tin bu bağlamda derin bir bo­yut açıyorlar incelemelerinde. Ortodoks cephesinde dinlerin, suskunluğun payı büyük: Ölü­mün arkasından aşırı tepki ve­rilmesi hoş karşılanmıyor, Hü­ve’l-Bâkî’ye diklenilir mi hiç! 1750’den sonra, diyor Eldem, taşlar gene de “geveze”leşmeye başlamış; inleme seslerine öy­künen yazıtlar, vah ya da heyhat seslenişleri, bundan da öte hü­zün, keder, umutsuzluk ifadele­ri, hem de ölünün ağzından taşa yüklenmiş.

Galata Mevlevihanesi’nin sakinleri


İbrahim Müteferrika’nın Galata Mevlevihanesi’nin haziresinde bulunan mezarlığı… Komşuları arasında Şeyh Galip de var.

Kabristanlarda yalnızca kuş sesleri, rüzgarın yap­raklarda yarattığı hışırtılar duyulur diye düşünürdüm, demek taşlar da ses veriyor­muş!

# Kulak kesilene. Mezarlıklara kim nelere inanarak, kim hangi kültürel donanımla girerse kar­şılığını duyar, görür. Ölü/m ritü­ellerinin yerküredeki çeşitliliği dudak uçuklatıcı. İnsan, Hayat’ı kendi hayatıyla sınırlamaz, onu ileri ve geri yönlere doğru açma­ya çalışır.

1970 yazında Nemrut’a bir he­likopterle götürülüşümün hi­kayesini yazmak istiyorum. O tepeyi yukarıdan gördüğümde, kral Antikios’un kalkışımı büyü­lemişti beni. 1 ay geçmedi, Ah­lat’taydım; aralarında dolaştı­ğım taşların yarattığı duygunun benzerini Louvre’a ilk gidişim­de, Kadim Yunan bölümünde­ki yontu salonlarında yaşadım. Samih Rifat, İlyada’nın sonun­daki cenaze töreninden hare­ketle olağanüstü bir “epitafio” yazmıştı. Erken ölümü sonrası metne döndüğümde, orada bir gelecek öngörüsünün de barın­dığına vardım. Bu beni kendi yazdıklarım üzerinden ürpertti.

Ölüm, Samih’in dediği gibi, çok yakın birini yitirdiğimiz­de “korkunç” kısalıkta bir tören. Onu bir çukura bırakarak dö­nüyoruz hayatımıza; kendimi­zi oradan başlayarak ölümümü­ze hazırlamaya koyulduğumuzu sanıyorum.

Ama aynı Samih Rifat baş­ka bir yazısında, yetkin fo­toğrafını çektiği Bursa’nın ‘ufak tefek’ mezartaşlarının estetikleri açısından “şölen” oluşturduğunu yazmış. Sizde de benzeri bir yaklaşım yok mu?

# Olmaz mı?! Ölümü esteti­ze etmek onun “skandal/varlı­ğı”yla bir ölçüde başetmek için büyük olasılıkla. Doğallaştırma çabası giriyor işin içine: Hay­vanlardan uzaklaşmamak en iyisi belki de. İngilizler bir dö­nemde ölüleriyle fotoğraf çek­tirmişlerdir. Taşı için vasiyet bırakanlardan bazıları üslûp­ları ve seçimleriyle güldürür ziyaretçileri. İşte vefat duyu­rusunu “zalim avrat elinden” yapan Hacı Mehmed Ağa’nın Otakçılar Mezarlığı’ndaki taşı. Atlas Obscura sitesinde ölüm kültürü ekseninde biraraya ge­tirilmiş yüzlerce bahis bulu­nuyor.

Bugünün gömü âdetleri, yerleri nasıl bir kültür düze­yini simgeliyor sizin gözü­nüzde?

# İstisnaları ayırırsak, herşeyi ile baştansavma ölünüyor artık.