0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Öndersiz ve örgütsüz telkinsiz ve teşviksiz

Modern anlamda kurumsal siyaset içinde kendini ifade edemeyen insanlar, taleplerini, iradelerini 1848 Devrimleri’nden itibaren sokakta ortaya koydular. İktidarın karşısında, muhalefetin ilerisinde, kendi halinde insanlar; çoğu kez farkında olmadan tarih yazdılar. Kitlesel protesto gösterileri tarihinde bir gezi… 

Mısır’da MÖ 1170’de Krallar Vadisi’nde mezar yapımında çalışanlar yevmiyeleri ödenmeyip açlıkla karşı karşıya kaldıklarında eşlerinin de desteğini alarak tarihin bilinen ilk grevini gerçekleştirdiler. Onları hareket geçiren ne bir fesat örgütü ne de bir yabancı devletin ajanlarıydı; yalnızca içgüdüsel olarak varlıklarını idame ettirebilmeyi düşünmüşlerdi. Spartaküs ayaklanması patlak verdiğinde köleleri ayaklandıranın becerikli bir gladyatör mü, yoksa onları isyan edecek hale getirecek yaşam koşulları mı olduğu üzerinde durulmadı. Ama kölelik o çağda heryerde vardı ve Spartaküs ayaklanması hesap edilemedik faktörleri biraraya getirerek tarihe bir örgürlük çığlığı olarak geçti.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Gezi olaylarını Arap Baharı’na değil, Londra, Madrid, Wall Street gibi Batı’da cereyan eden hadiselere benzetti. Büyük insan kitlelerinin genellikle sosyal nedenlerle, ama haysiyet meselesini de öne çıkararak meydanlara aktığı bu örnekler, ister istemez tarihteki benzerlerini de akla getiriyor. İnsanlar meydanları bir siyasal partinin, bir başka kurumun hatta devletin çağrısı üzerine de doldurabilir. Ancak sıralanan örnekler yalnızca hükümeti değil, muhalefet partilerini de fenersiz yakalayan, herhangi bir merkez tarafından yönlendirilmeyen, kendi içinde birbirinden habersiz binlerce, onbinlerce insanın iradesinin belli bir anda cisimleşmesi anlamına geliyor. 

Birbirinden çok farklı taleplerin öne çıktığı bu hareketlerin siyasal, kültürel, sosyal bir kuluçka dönemi olsa da, bardağı taşıran damla farklı olsa da, kimi sinyalleri olsa da, bunları bir bütün olarak görme imkanı pek kimseye nasip olmadı. Kendiliğinden hareketler, hükümete yönelik olmakla birlikte muhalefet örgütleri tarafından da kuşkuyla karşılanan toplumsal olayların bir günah keçisidir. 

Neden daha önce veya sonra değil de o anda kitleler sözleşmişcesine ortak bir hoşnutsuzluğu dile getirmek için yanyana gelirler ve hatta gerekirse rutin hayatlarını bile tehlikeye atarlar? Tarihin henüz yanıtlayamadığı bir sorudur bu. 

Ancak harekete muhatap olanlar, genellikle bu öndersiz hareketlerin ardında bir bit yeniği ararlar. İnsanlık tarihinde kitlelerin önceden belirlenemeyen, herhangi bir hazırlığın ürünü olmayan, belli talepler için meydanları doldurmaları, bizzat o meydanları dolduranlarca da şaşkınlıkla karşılanmıştır. Siyasal rejimi doğrudan etkileyen hareketler olduğu gibi, 1968 Fransası’nda olduğu gibi toplumu uzun vadede etkileyen ama akabinde yapılan seçimlerde herhangi bir etkisi görülmeyen patlamalar da olmuştur. Ama meydanları dolduran her hareket, mütevazı ölçekte de olsa toplumsal bir sinyal olarak tarihe geçmiştir. 

1848: ‘Halkların Baharı’

1848 Devrimleriyle, modern anlamda kurumsal siyaseti yeterli bulmayan veya kurumsal siyaset içinde kendini ifade edemeyenler, taleplerini, iradelerini kent sokaklarında dile getirdiler. Arap Baharı, özellikle demokrasi talebi ve kitlelerin kendiliğinden harekete geçmesiyle “halkların baharı” diye de anılan 1848 Devrimlerini çağrıştırdı. Yurttaşlık talepleriyle Fransa başta olmak üzere Avrupa’daki birçok ülkeyi sarsan bu hareketler, anayasal devrimler diye de tanımlanabilir. Osmanlılarda anayasal hareketin de dolaylı kurucusu olan 1848 Devrimleri, henüz bildiğimiz modern anlamıyla siyasal partilerin, sendikaların kurulmadığı bir tarihte, geniş halk kitlelerinin temsilî olmaktan uzak, dar yönetim rejimlerine karşı başlattığı ayak- lanmalardı. Farklı toplumsal kesimler, kendi sosyal taleplerini dile getirdiler. Yine de öne çıkan, Fransız İhtilal-i Kebiri’nden arta kalan meselelerin çözümüydü. Neredeyse kıta ölçeğinde patlak veren bu kendiliğinden hareketin ardında hanedan muhalefetinden işverenlere, sokaktaki insandan barikattakine, yoksullardan zanaatkâra uzanan karmaşık bir fiilî koalisyon vardı. Paris’te Şubat’ta başlayan harekete Haziran ayında işçiler ağırlıklarını koymak istedilerse de yenildiler. Henüz fabrika işçilerinin siyasete bulaşmadığı bu dönemde, kentin içinde çalışan zanaatkar emekçiler, yıllardır sanayi devriminin yarattığı tahribatla giderek hayatlarını sürdüremez duruma gelince, kendi koşullarının iyileştirilmesi için öne çıktılar. 

1848, bu hareketlerin doruk noktasına ulaştığı yıldı. Halk 22 Şubat’ta Paris, 11 Mart’ta Viyana ve Prag ve 17 Mart’tan sonra da Berlin sokaklarına kimsenin telkini, teşviki ve tahriki olmadan indi. Paris’te askerlerle çatışmalar oldu, ancak ulusal muhafızların desteğiyle zafer halkın oldu. Böylece ekonomik ve sosyal sorunların sokağa döktüğü işçiler ve halk, burjuvazinin de katılımıyla kraliyet güçlerini yendi. 

Ortada bir örgüt olmadığı gibi, öne çıkan isimler arasında adını tarihe nakşedecek kimse de yoktu. Viyana’da olayların tetikleyicisi, üniversite öğrencilerinin anayasa talebi oldu, ardından Berlin’de barikatlar kuruldu. Henüz birliğini sağlamamış olan İtalya’nın Sicilya adasında başlayan olaylar, başka bölgelere sirayet etti. Avusturya-Macaristan ve Almanya’da olayların gidişatını engellemek için anayasaların kabulüne geçildi. 

Paris Komünü

Prusya’ya karşı açtığı savaşta Louis Napoléon’un 2 Eylül 1870’de Sedan’da yenilgiye uğraması üzerine, Marsilya ve Lyon’dan sonra 4 Eylül’de Paris, yurtsever bir neşeyle sakin, tamamıyla barışçıl bir devrimle cumhuriyetin ilanına sahne oldu. 1869’da seçilmiş hepsi de cumhuriyetçi on iki milletvekilinden oluşan ulusal savunma geçici hükümeti, Paris valisi general Trochu başkanlığında bugün belediye başkanlığı binası olan Hotel de Ville’de göreve başladı. Savaş bir yandan sürüyordu. Prusyalılar zafer üzerine zafer kazanarak 19 Eylül’de Paris’i kuşattılar. 

150 bin düzenli asker, 300 bin kişilik yetişkin erkek yurttaşlardan oluşan ulusal muhafız ordusuyla, Paris’i düşmandan kurtarma umudunu taşıyordu halk. İnsanlık tarihinde doğrudan demokrasi açısından, yani halkın her düzeyde kendi kendini yönetmesine bir örnek oluşturan bu olay, savaştaki yenilgi üzerine aşağıdan bir cumhuriyetçi tepki olarak ortaya çıktı. Komün’ün geleneksel anlamıyla bir önderi yoktu. Önder vasfına layık görülebilecek ancak bütün katılımcıları temsil etmekten uzak olan Auguste Blanqui (1805-1881), hayatının önemli bir kısmını hapiste geçirmiş, Komün’ün ilanından kısa bir süre önce de yine hapse atılmıştı. Kuşatma sırasında Vatan Tehlikede (La patrie en danger) dergisini yönetmiş olan Blanqui’nin daha ziyade manevi bir gücü vardı. 

72 gün süren Komün’ün herhangi bir şey inşa etme vakti yoktu, zaman Paris’i savunmak ve ölme zamanıydı. Komün, 1789’dan başlayan, 1848’de ateşlenen yurttaşlık taleplerini kadınlar ve yabancıları da kapsayacak bir biçimde geliştirdi. Kadınlar mahalle komitelerinde örgütlendi. Yabancılar ise o güne kadar insanlık tarihinde rastlanmadık bir oranda harekete katıldılar ve yönetsel görevlere de bir Fransızla aynı haklara sahip olarak seçildiler. Komün onlar için evrensel cumhuriyetin ta kendisiydi. O güne kadarki hareketler açısından askerî, sosyal, siyasal, kültürel bakımdan en geniş dönüşümün herhangi bir örgüt, kuramcı veya önder tarafından değil de bizzat kitleler tarafından gerçekleştirilmiş olması, Komün’ü ölümsüzleştirdi. Alman ordularına yenilen Fransız resmî yönetiminin yine Almanlarla işbirliği içinde Komün’ü kanla bastırması, herhangi bir dışgüçle işbirliği ithamını da anlamsız kıldı. 

Rusya’da 1905 Devrimi

Osmanlı ve Rus İmparatorluğu 1848 anayasal hareketlerinin dışında kalmıştı. 1905’te Rusya, Japon savaşını yitirince otokrasiye karşı sesler daha gür çıkmaya başladı. Aydın çevreler anayasanın da varolduğu Batı tipi bir monarşi talep ediyorlardı. Çeşitli kent meclislerinde (Duma) basın özgürlüğü başta olmak üzere siyasal talepler yükselmeye başladı. Çar, parlamenter rejimden sözetmeksizin mevcut temsil kabiliyeti alabildiğine sınırlı meclislerin yetkilerini genişleteceğini vaadetti. Rejimin yukardan normalleşmesiyle ilintisiz olarak, başkentteki ülkenin en büyük fabrikası Putilov’da grev patlak verince bütün şehirde bir grev dalgası başladı. Papaz Gapon, Çar babaya işçilerin dileklerini iletmesi için bir gösteri düzenledi ve kitleleri Kış Sarayı’nın önüne götürdü. Tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçecek ve silahsız binlerce insanın açılan ateşle ölmesine neden olan olay, 1905 Devrimi’nin beklenmedik bir biçimde patlak vermesine yol açtı. Kafkasya’dan Polonya’ya, Rusya’nın her tarafında grevler başladı. Yerel meclis temsilcileri Çarla görüşerek bir takım liberal haklar elde etmeye yönelirken, Ekim’de Sankt Peterburg Sovyeti kuruldu ve genel grev çağrısı yapıldı. 

20. yüzyıl festivali: 1968

1968 hadiseleri, kendiliğinden hareket- lerin en geniş kapsamlısı olarak tarihe geçmiştir. Japonya’dan Meksika’ya, Fransa’dan ABD’ye, Çekoslavakya’dan Almanya’ya, geçen yüzyılın bu en büyük dalgası, kendiliğinden hareketlerin tarihinde “devirdikleriyle” değil, siyasetten sanata getirdiği yeni anlayışlarla nice köklü dönüşümleri geride bıraktı. 

Prag’da daha demokratik ve sosyal bir düzen talebi yükselirken, ABD’de ırkçılık karşıtı ve ardından Vietnam vesilesi ile savaş karşıtı hareketin yanısıra kadın hakları hareketi de patlak verdi. Fransa’da bir öğrenci hareketi olarak başlayan gösterilerin ardından, 10 milyon işçi greve gitti. De Gaulle, Almanya’daki Fransız birliklerine sığındı. Japonya’da havaalanının yapılacağı arazinin korunması için öğrenciler güvenlik güçlerine karşı köylülerle birlikte direndiler. Meksika olimpiyatlarında ABD’li zenci atletler protestolarını kürsüde gösterirken, 300 öğrenci Amerikan karşıtı gösterilerde öldürüldü. Dalga sona erdiğinde, dünya artık eskisi gibi değildi. 

Yeni dönem yeni meydan

Batı Avrupa’nın en demokratik ülkelerinden, geçmişte kendilerine “sosyalist” diyen ülkelere, oradan yoksul ülkelere uzanan bir dizi kendiliğinden hareket 21. yüzyıla damgasını vurdu. 

Cenova’dan Madrid’e, Londra’dan New York’a, La Paz’dan Arap ükelerine uzanan patlamaların genel olarak demokrasiye bir derinlik kazandırmak, yurttaşlık haklarını genişletme taleplerini yükselttikleri gerçeği, yine de bardağı taşıran damlanın ne olduğu konusunda herhangi bir bilgi vermez. Tunus’da kendini yakan bir genç, muhakkak ki ardı ardına rejimlerin değişeceği beklentisiyle değil, tamamıyla umutsuzluktan, çaresizlikten kendini yoketmişti. 

Kasım 1999’da Amerika’da Yeni Ekonomi’nin simgesi olan Seattle’da on binlerce kişi “dünya satılık değildir”, “bizler yalnızca tüketici değil, yurttaşız” diye sokaklara döküldüğünde, bu topluluğun bir önceki dönemin ürünü olmakla birlikte yeni sorunları dile getirdiği görüldü. Bütün bu gösterilerin ana teması, 80’li yıllardan itibaren daha önceki dönemde kazanılmış olan sosyal haklardaki yıpranmadan hareketle, yurttaşlık hakları ana başlığı altında toplanabilecek toplumsal haklar savunusuydu. 

Londra, Wall Street…

Ağustos 2011’de Londra’da başlayan ve başka kentlerin kenar mahallelerine uzanan olayların çıkış nedeni, 29 yaşında zenci bir gencin polis tarafından öldürülmesiydi. Şiddet ve yağma yayılırken Londra eski Belediye Başkanı Ken Livingston toplumsal hizmetlerden yararlanamayan, bir anlamda kamusal bir korumadan yoksun olanların tepkisine dikkati çekiyordu. Varolan yoksulluk ve ırkçlık bir polisin yargısız infazıyla ateşlenmiş, Londra savaş alanına dönmüştü. 

100’e yakın ülkede 1000’i aşkın mekanda yankıları olan Wall Street eyleminin bir “fişekleyicisi” varsa, bu Kanada merkezli alternatif kültür dergisi Adbusters olmalı. Wall Street bütün finans oyunlarının müsebbibi, dolayısıyla krizden zarar gören herkesin hedefi olarak görülüyordu. Eylemin başlıca güdüsü, toplumun yüzde birinin dünya nimetlerinin neredeyse hepsine ve yüzde doksan dokuzunun ise hiçbirşeye sahip olmasıydı (Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz: “ABD % 1 için, % 1 tarafından yönetiliyor”). Ancak insanlar gösterilere farklı saiklerle katılmışlardı. 21. yüzyılın öne çıkan iki akımı feministler ve ekolojistler, kendi alanlarındaki faaliyetlerinden edindikleri demokrasi deneyimlerini harekete kattılar; elbette her zamanki gibi müzmin “istemezükçüler” de vardı. Ama eylemlere katılanlar, dünyanın sayılı gelir eşitsizliğinin bulunduğu ABD’de, bu eşitsizlikten en çok zarar gören kesimlere mepsuptular. Festival herkese açıktı. Ortada bir meclis, ortak tartışma ve karar mercii vardı ama örgütü soranlar, sonuçta dünya ölçeğinde yankıları olan bu hareketin örgütsüzlüğüne şaşırıp kaldılar. 

… ya da Madrid

15 Mayıs 2011’de Madrid’in Republica del Sol meydanı büyük kitlelerce işgal edildi. Geleceksiz Gençler gibi gruplar, “evsiz, işsiz gelirsiz, korkusuz” diye inisiyatifler ortaya çıktı. Sosyal durumlarının bozulmasını, karar mekanizmalarının keyfi işleyişine bağlayanlar, kendilerini siyaseten “ne sağcı ne solcu” olarak adlandırıyorlardı. İki büyük siyasal partiye de karşı çıkıyorlardı. 25-28 yaş aralığında, iyi eğitim görmüş, işsiz, güvencesiz, deneyimsiz ve herhangi bir siyasal bağlılıkları olmayan 60 üyelik bir koordinasyon kurarak hareketi meydanlardan kenar mahallelere taşıdılar. Ancak hareket sönümlendi. Yapılan seçimlerde merkez sol büyük miktarda oy kaybetti, buna karşılık merkez sağ oylarını artırdı. 

“Sosyalist” baskıya karşı

Meydanlar yalnızca gelişkin kapitalist ülkelerde kitleler tarafından doldurulmadı. Hatta en trajik olaylar Doğu’da cereyan etti. 1953’te Doğu Berlin’de sadece seksen işçi, ücretleri sabit tutarak verimin arttırılması için hükümetin aldığı karara karşı gösteriye başladı. Ancak “Özgürlük, artık köle olmak istemiyoruz” diye haykıran bir kitlenin kendilerine katılıp bütün kenti ayaklandıracakları akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Haziran 17’nin akşamında hareket bütün ülkeye yayılarak bir ayaklanma hüviyetine bürünmüştü. Sovyetler müdahale etme zamanının geldiğini düşünürek 18 Haziran’da 700 tankla harekete geçti. Sıkıyönetim ilan edildi. 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupası’nda ve Almanya’da ilk kez işçiler kendine komünist diyen bir rejime başkaldırmıştı. 300 kişi hayatını kaybetti, 20 bin kişi tutuklandı, bunların 200’ü kurşuna dizildi. 

Hükümet ayaklanmanın Batı’nın işi olduğunu belirtirken, Fransız Komünist Partisi yayın organı Humanité “intikamcı, faşist provakatör ve diğer gericiler Batı Alman kapitalist devletlerinin ve yabancı güçlerin yardımıyla…” diye açıklamada bulunuyordu. 

Macaristan’da 1956 Ekim’inde başlayan devrim de, kendiliğinden hareketin unutulmaz örneklerindendir. “Yakın tarihte hiçbir olay Macaristan Devrimi kadar şekilsizleştirilmemiş ve lekelenmemiş, onca yalana kurban edilmemiştir” diye yazıyordu olayların tanığı gazeteci Leslie Bain. Soğuk Savaş sırasında hem Batı’da hem Doğu’da propaganda aygıtları benzer bir tarzda işliyordu. Macaristan hadiseleri Batılılar için diktatörlüğe karşı ulusal bir devrimdi; Doğu’dakiler için ise gerici bir komplo! Kasım-Aralık’taki ikinci Sovyet müdahalesinden sonraki artçı mücadelelerde işçi konseyleri direnişin merkeziydi. Çatışmalarda 2500’den fazla Macar ve 700 Sovyet yanlısı öldürüldü. 200 bin Macar sığınmacı olarak başka ülkelere yerleşti. 

1949’da devrimi gerçekleştiren, 1966’da Kültür Devrimi’ni yaşayan Çin, tek parti yönetimi tarafından huzur içinde yönetilirken 1989 Nisan ve Haziran aylarında aydınların, öğrencilerin, işçilerin Tiananmen meydanında demokratik ve sosyal reformlar talep eden gösterileriyle sarsıldı. Resmî rakamlara göre 200-300, başka kaynaklara göre bunun on katı insanın öldüğü Tiananmen meydanı olayları, Şanghay başta olmak üzere başka kentlere de yayıldı. Çin Komünist Partisi önce göstericilere nasıl davranacağını kestiremediyse de sonuçta onları dinlemek yerine kanla bastırmayı tercih etti. Sıkıyönetim ilan edildi, tanklar Tiananmen meydanına girdi. Harekete sempati duyan parti ve devlet ileri gelenleri de tasfiye edildi, yaygın tutuklamalar yapıldı. Le Ping yönetimindeki askerî yetkilileri de içeren muhafazakar kanat otoriter yöntemler kullanmayı tercih ederken, Çin’in büyük reformcusu olarak kabul edilen Deng Xiaoping de bu kesime katıldı. Zhao Ziyang çevresindeki reformistler ise barışçıl ve müzakereci bir çözüm peşindeydi. 

Latin Amerika’nın suyu

Dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olan Bolivya’da ise 1999’da suyun özelleştirilmesine karşı başlatılan mücadele, birkaç kişiden hızla milyonlara ulaştı. Yağmur sularını bile özelleştirmeye yönelik politikalara karşı başlatılmış olan bir hareket, yoksul kent halkı, yerliler, sendikalar, kadınların katılımıyla bir çığ gibi büyüdü. Gösteriler yerli, köylü, kadın, yoksul kent halkının talepleriyle harmanlanarak ülkenin siyasetini baştan aşağı değiştirdi. İki devlet başkanı kaçmak zorunda kaldı ve sonuçta 2006’daki genel seçimlerde herhangi bir siyasal partiden ziyade, bir dizi inisiyatifin desteğiyle bugünkü başkan Evo Morales iktidara geldi. Üçte ikisi yerli olan Bolivya’da 1997’ye kadar millet meclisinde yerli milletvekili yoktu. Bugünse yeni bir anayasayla yurttaşlık haklarını geliştirmiş, kendini çok kültürlü olarak tanımlayan bir yerli cumhuriyeti var. “Sudan” sebeplerle başlayan toplumsal hareket, ülkeyi dönüştürmüştü. 

Güney ülkelerindeki krizlerin çaresizliği içinde insanlar meydanları doldururken, somut talepler etrafındaki en ilginç deneyim Arjantin’de 2001 krizinde geliştirildi. Arjantin tarihinde ilk kez devlet başkanları (sırasıyla üç) askerî darbe tarafından değil sokağa çıkan örgütsüz kitleler tarafından tencere-tava konseriyle (cacerolozo) görevden alındı. Krizden mağdur olanlar sokakta hayatlarını sürdürebilmek için taleplerini dile getirdiklerinde, buluştukları yer başkentin ünlü meydanı Plazo May’di. Krizin sorumluluları kimlerse, onların yargılanmasını istiyorlardı. Aralarında çeşitli sendika ve siyasal parti üyeleri olmakla birlikte, onlar rüyalarında bile bu kadar büyük bir kitle görmemişlerdi. Kurulan yerel halk meclisleri aracılığıyla, insanlar parklarda toplanarak, tartışarak, yardımlaşarak sorunlarını çözmeye çalışıyordu. Buenos Aires’in hemen hemen her parkında haftada en az bir defa komşular toplanıyor ve sorunlarına çözüm arıyorlardı. 

Brezilya’dan selam

Kapak konumuz “Yaşarken Yazılan Tarih” başlığıyla baskıya hazırlanırken, tam da bu anlamda bir gelişme Brezilya’da ortaya çıktı. Ülkede büyük bir kitle patlaması gerçekleşti; Sao Paolu’da eyleme katılanların yüzde 75’ini ilk kez sokağa çıkanlar oluşturuyordu; herhangi bir siyasal partiyle de ilişkileri yoktu. Spor organizasyonlarına ayrılan büyük meblağlara duyulan tepkiyle sokağa dökülen insanlar, bu tür harcamaların eğitim ve sağlığa yönlendirilmesini talep ettiler. Organizasyonları karşılamak için yapılan zamdan ötürü “20 Cent devrimi” veya göstericilerin biber gazına karşı sirke kullanmaları vesilesiyle “Sirke Devrimi” diye adlandırılan olayları Başkan Rousseff “Yürüyüşlerin büyüklüğü demokrasimizin gücünün göstergesi” diyerek değerlendirdi ve talepleri haklı bulan ilk başkan olarak tarihe geçti, ardından da askerleri göreve çağırdı! 

Türkiye’de yakın tarihin büyük kalabalıkları

Meşrutiyet’in ilanından bu yana, kitlesel gösterilerin kalbi genellikle İstanbul’da attı. Çoğu zaman sokağın hareketi, parti ve örgütlerin inisiyatiflerini aştı.

Türkiye’de kitlelerin şu veya bu nedenle herhangi bir kurumsal çerçeveye sahip olmadan, bir dernek, parti veya başka türden bir örgütlenmenin düzenleyiciliği olmadan, yani hiyerarşik olmayan bir biçimde meydanlara, sokaklara çıkması için 1908 Osmanlı İnkilabı ilk örnek olarak verilebilir. Selanik ve Manastır gibi illerde İttihad ve Terakki’nin belirgin bir gücü olmakla birlikte Temmuz günlerinde İstanbul’da örgütlü bir meşrutiyetçi güç bulunmuyordu. Meşrutiyetin ilanı ve ertelenmesinden sonra geçen otuz küsür yıldan sonra, halkın meşrutiyetin neye benzediğine dair belleğinde pek fazla birşey kalmamıştı. Zaten İttihatçı önderlerden Dr. Nazım gibileri bile Anayasa’nın iyi birşey olduğunu söylüyorlardı ama kendileri de okumamışlardı. Böyle olunca kentin dört bir yanında insanların sokağa çıkıp Meşrutiyet’i çılgınca ve tam bir birlik içinde kutlaması Abdülhamit’i olduğu kadar İttihatçıları da şaşırtmış olmalı. 

Tanımsız bir özgürlük duygusu hareketin ortak noktasıydı. Bu hareketi sınırlandırmak ve gündelik hayatı eski rayında sürdürmek kısa sürede mümkün olmamıştı. İstanbul, kitlelerin haraketliliğine daha bir yıl geçmeden bu kez 31 Mart Vakası’nda şahit olacaktı. İttihatçıların komplo teorilerinin aksine Sultan Abdülhamit’in hiçbir şekilde yönlendirmediği bu hareket de bu kez İttihatçıların köşe bucak kaçmasına yol açacak, sokaklar özellikle yeni gelişmelerden hoşnutsuz askerler olmak üzere ahalinin işgaline uğrayacaktı (Ayrıntılı bilgi için, bkz. NTV Tarih, sayı: 3, Ahmet Kuyaş) 

İstanbul sokaklarının bir kez daha çok büyük bir kalabalığa tanıklık ettiği bir sonraki tarih ise 1920’dir. Ünlü Sultanahmet mitingi kendiliğinden değil düzenlenmiş bir mitingdi. Ancak katılımcıların büyük çoğunluğu işgal arefesinde, mütarake ile birlikte gelişen hadiseler sonucu yapılan mitinge, kendi vicdanlarının sesini dinleyerek gelmişler, varoluş haklarını haykırmışlardı. 

Beklenmedik bir biçimde kitlelerin bir kentin sokaklarını doldurmasına bir diğer örnek 1930’da yaşandı. Serbest Fırka seçimleri için parti başkanı Ali Fethi’nin İzmir’e gidişi büyük bir kitleyi sokağa döktü. Büyük kalabalığı gören Serbest Fırka yöneticileri bile, bunu lehlerine değil kendilerine karşı bir gösteri sanmışlardı! Cumhuriyetin ilanı üzerinden henüz on yıl geçmeden hoşnutsuzlukların biriktirdiği her sınıf, tabakadan insan Ali Fethi’den kendilerini kurtarmasını istiyordu. 

Büyük kitleler Fevzi Çakmak’ın cenazesinde olduğu gibi bir baba simasının ardından veya mevcut iktidara karşı hoşnutsuzluklarını iktidarın pek de hoşlanmadığı bir simayı yücelterek de gösterdiler. 

Yakın tarihimizde kimi “düzenlenmiş” gösterilerin, “kendiliğinden” gibi gösterilmesine
de rastlanır. Bu, doğal olarak daha itibarlıdır ve arka plandaki karar vericilerin de ortaya çıkan nahoş sonuçlardan muaf kalmasını sağlar. Örneğin 4 Aralık 1945’te Tan Matbaası’nın basılması merkezden planlanmış bir hareket olmakla birlikte bir “infial”in ürünü olarak gösterilir. 6-7 Eylül 1955 olayları da baştan aşağı düzenlenmiş bir vandalizm örneği olmasına rağmen, o günlerde ve uzun zaman Kıbrıs meselesi dolayısıyla millî hassasiyetlerin sonucu olarak gösterilmiştir. Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberinin nasıl işlendiği, bombanın daha sonra önemli devlet kademelerinde bulunan biri tarafından nasıl atıldığı artık herkesin malumu. 

Mart 1959’da, Adnan Menderes’in uçak kazasından sonra yurda dönüşündeki büyük karşılama da bir tür mucize eseri kurtuluşun topladığı yığınların ürünü olsa da, büyük oranda düzenlenmiş bir karşılamaydı. 

Aralık 1961’de Saraçhane’de düzenlenen işçi mitingi sendikal hakların yasallaşması için yapılmıştı. Her ne kadar arkasında İstanbul Sendikalar Birliği gibi bir heyet bulunsa da, yüz bin gibi beklentilerin çok ötesinde bir kitleyi toparladığı için kendiliğinden sayılabilir. 15-16 Haziran 1970 işçi olayları ise Türkiye tarihinin en büyük işçi eylemi, bir sendika kanunu anlaşmazlığının ürünü olarak çıkmışsa da, yönlendiricisi DİSK’ti. Hükümetin beklentilerinin çok ötesinde yüz bine varan büyük bir kitle sokağa indi. 4 kişinin hayatını kaybettiği olayların ardından sıkıyönetim ilan edildi. 

1 Mayıs 1977 hadiseleri 41 kişinin ölmesiyle öne çıkmışsa da, tükenmeyen bir insan kitlesini toparlamasıyla da tarihe geçmiştir. Aynı yılın Haziran ayında Bülent Ecevit kendisine suikast yapılabileceği ikazına rağmen Taksim meydanına gideceğini söyledi ve çok büyük bir kitle kendisini izledi. Siyasal partilerin yaptığı büyük mitinglerden biri de, 6 Eylül 1980’de, darbeden bir hafta önce Millî Selamet Partisi’nin Konya’da yaptığı ve yüz bin kişinin katıldığı mitingdi. 

“Bir kentin yürüyüşü” olarak da nitelenebilecek, Zonguldak maden işçilerinin aileleri ve neredeyse tüm şehir halkı olarak 30 Kasım 1990’da başlayan grevin ardından Ankara’ya yürümesi, Türkiye tarihinde özel bir yer tutmakta. 70 bin kişi Ankara kavşağına kadar 112 km. yol kat etmiş, bir toplusözleşme görüşmesinden çıkan hareket tarihe geçmişti. 

Ocak 2007’deki Hrant Dink cenazesi ise herhangi bir düzenleyicisi olmamasına rağmen rakamlara sığmayan bir kitleyi biraraya topladı. Cenazeye katılanların bileşimindeki çeşitliliği anlamlandırmak zordu. 

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Devamını Oku

Son Haberler