Kasım
sayımız çıktı

Ortak düşmana karşı aynı saflarda

Yüzyıllar boyunca Hıristiyan saldırganlığının ortak hedefi oldular ve beraberce karşı koydular. 20. yüzyılın ortasından beri ise jeopolitiğin ve kendi iç sorunlarının sıkıştırmasıyla zorunlu ve sorunlu bir ilişki sürdürdüler. Türkiye-İsrail ilişkileri ne zaman gerilse, siyasetçilerimiz tarihsel bir minnet borcundan sözeder. Bu bir minnet borcu değil, ortak düşmana karşı bir ittifaktır. Önce Yahudi fobisi Müslüman nefretiyle yarışan Hıristiyan dünyasına, sonra da Avrupa’nın en antisemit ülkesi Rusya’ya karşı. Bu süreçte, sadece Osmanlı uyruğu Yahudiler değil, Avrupalı Yahudiler de sık sık Osmanlı Devleti’nin yanında yer aldı, hatta “Osmanlı casusu” olmakla suçlandılar.

Türklerin Yahudilerle ilişkilerinin daha Müslüman olmadan, İpek Yolu ticareti bağlamında başladığı kesindir. Çok özel bir örnek olan Hazarları bir tarafa bırakalım, başka bir örnek verelim: Tudela’lı Yahudi gezgin Benjamin’in anlattığına göre, 12. yüzyılda Nişapur çevresindeki dağlarda konuşlanan savaşçı Yahudiler, animist Oğuzlarla bir olup Sultan Sancar’a karşı ittifak kurmuşlardır. Başka kaynaklara göre bu Yahudiler, vaazlarını bile Türkçe verecek kadar asimile olmuştur.

Türklerin Müslüman olduktan sonra, iki halkın kaderini dolaylı olarak birleştiren başlıca öğe, Hıristiyan dünyasının Yahudi ve Müslümanlara karşı aynı akıldışı nefreti göstermesidir. Bu durum, Yahudilerle Müslümanları sık sık aynı safl arda buluşturmuştur. Bunun en somut örneklerinin yaşandığı Haçlı Seferleri çağında, 1095’te, Kudüs’ü Müslümanların elinden kurtarmak amacıyla yola çıkan Haçlılar, işe önce kendi ülkelerinde yaşayan ve Müslümanlardan daha dinsiz saydıkları Yahudilerden başlamıştır. Avrupa ülkelerinde süregelen irili ufaklı katliamlar, 70 bin civarında Müslüman ve Yahudinin birlikte doğrandığı Kudüs’te noktalanmıştır.

Yahudileri kitleler halinde Osmanlı topraklarına kabul eden padişah Kanuni’nin dedesi II. Bayezid’dir, ama İslamcılardan (örneğin Necip Fazıl) bu sebeple en çok küfür yiyen de nedense torunudur. Aslında, Türkler zaten Anadolu’ya geldiğinde, burada önemli bir Yahudi topluluğu vardı. Osmanlıların yükseliş döneminde, Avrupa’da vahşi Yahudi katliamları yapılıyordu. 1391 Sevilla pogromu (20. yüzyıla kadar süren yerel Yahudi katliamları), Engizisyon’un bu Endülüs kentinde tetiklediği büyük bir kıyımdı. Ardından 1431-1443 Basel Kiliseler Konferansı yapılmış; burada Avrupa’daki Yahudilerin defteri dürülmüştü. Tam o sırada 1444’te Osmanlılar Varna’da büyük bir zafer kazandı. Yahudiler, bu zaferin verdiği güven duygusuyla, hem İspanya hem de Orta Avrupa’dan Osmanlı topraklarına akmaya başladılar ve klasik ekonomik meşgale alanları dışında, özellikle silah yapımındaki el becerileri sayesinde çabuk göze girdiler. İstanbul’un alınmasında gösterdikleri yararlılıkla da Avrupa’da bıraktıkları dindaşlarının durumunu daha da zorlaştırdılar. Onlara artık Osmanlıların “ajanı” gözüyle bakılıyordu.

Osmanlı topraklarında buldukları refah ve huzur nedeniyle “Alman Yahudilerine bakıldığında bizimkiler cennette yaşıyor” veya “burada elde edeceklerinin onda birinden haberleri olsa Yahudiler kitle halinde buraya göçerler” benzeri sözler, o çağdan kalan belgeleri doldurur. Papalık, Yahudilerin Filistin’e göç etmesine karşıdır. Hatta 15. yüzyılın sonunda Fransiskenlerin şikayeti üzerine papa Venedik gemilerine Yahudi taşıma yasağı koyar. Osmanlılar 1487-88’de, Memluklarla savaş halindedir. Osmanlı İstanbul’undaki ilk Hahambaşı Moşe Kapsali’nin tavrına uyan cemaat, Memlukların elinde bulunan Kudüs’te yapılacak sinagoga bağışta bulunmaz. Yahudilerin, dinsel dayanışma ötesinde geliştirdikleri bu erken vatandaşlık bilinci irdelenmeye değer.

Osmanlı uyruğu olan Yahudilerle ilgili böyle olaylar çoktur. Örneğin 1524’te, Mısır’ı imparatorluktan koparma planları yapan Vali (Hain) Ahmet Paşa, kendi namına sikke kesmesi için Kahire Darphanesi Emini Abraham de Castro’yu görevlendirir. Castro da durumu padişaha ihbar eder. Bunun üzerine Ahmet Paşa, şehirdeki Yahudilerin çoğunu öldürülmek üzere zindana atar. Yahudiler bu olaydan kurtuluşlarını, yıllarca Purim yortusuna denk bir şekilde kutlamışlardır.

Avrupa’da bu durum gözden kaçmıyordu. Türklerin 1529’da Viyana önlerine kadar gelmeleri, onları her yerde tuz ve ekmekle karşılayan Yahudilerin hakkındaki dedikoduları arttırmıştı. O yüzden de Barbaros Hayreddin Paşa 1535’te Tunus’tan çekilirken, Alman İmparatoru 5. Karl’ın eline düşen Yahudilerin akıbeti hiç de iyi olmamıştır.

Kanuni’nin, saltanatının (1520-1566) daha başında çıktığı Rodos seferinde de Yahudi casusların yararlılıklarından sözedilir. Osmanlılar, ajanlarını şövalyelerin yüksek kurulu arasına bile sokmuştu. Haber alma konusunda değil kardinalleri, Papa 6. Alessandro (Borgia) gibilerini bile maaşa bağladıkları bilinir. Bu angajmanlarda ise aracı olarak Yahudilerin baş rolü oynadıkları kesindir. Osmanlıların bu en görkemli devrinin Yahudileri de son derece nüfuzluydular. Bunların prototipi sayılabilecek Yasef Nassi’nin, Kıbrıs seferinin açılmasındaki rolü tartışmalıdır. Daha sefer başlamadan Venedik tophanesinin havaya uçmasında hemen Nassi’nin parmağı aranmıştır. Magosa düşüp Marco Antonio Bragadino’nun derisi yüzüldüğünde, Hıristiyan dünyası bunu sanki Nassi cellatbaşıymış gibi algıladı; yapılan propaganda Türk aleyhtarı olmaktan çok, antisemit bir renge büründü Nassiler 1561 sonrası Filistin’e Yahudi göçünü özendirecek Taberiye projesinin de sahibiydi.

Avrupa Hıristiyanlarındaki Yahudi düşmanlığı, Osmanlı topraklarındaki Hıristiyanlarda da vardı. Çeşitli dalavera ve bahanelerle onların canını yakıyorlardı. Amasya’da bir cinayet işlenmiş gibi gösterilip bazı Yahudilerin idam edilmesinden sonra, Hekimbaşı Moşe Hamon, Kanuni’den “Yahudiler hamursuz ekmeğini Hıristiyan kanıyla yoğuruyor” gibi suçlamaların bundan sonra bizzat sultan tarafından incelenmesi fermanını koparmıştır. Buna rağmen bazı dengeler bozulduğunda, bizzat padişahın koruması altında bulunan Ester Kira gibilerinin bile canlarını kurtaramadığını da (1600) tarihler yazıyor.

İzmir’in Girit savaşı sayesinde zenginleşmesi ve büyümesiyle buradaki sosyoekonomik çelişkilerin keskinleşmesi, Sabetay Sevi’nin ortaya çıkmasıyla eşzamanlı sayılır. Sabetay Sevi sadece Osmanlı ülkesindeki değil, Orta Avrupa’daki fakir Yahudilerin de umudu olup Mesih mertebesine çıkartılınca, dindaşları tarafından devlete şikayet edildi. Ucu bugüne kadar uzanan efsanenin asıl kaynağı budur. 2. Viyana kuşatmasında Alman imparatorluk orduları Osmanlıları bozguna uğrattıktan sonra ilerleyip Budin’i kuşattılar. İşte o sırada Avrupa’da Yahudilerin şehrin kurtulması için dua ettikleri dedikoduları doğdu. 2 Ağustos 1684’te İtalya Padua’da bir pogrom düzenlendi. Eylül 1686’da Yahudiler Budin’i Türklerle birlikte savundu ve bunun bedelini de tam anlamıyla ödediler. Sağ kalan birkaçı, başta Almanya olmak üzere çeşitli ülkelere sürüklendi ve oradaki cemaatlerinin topladığı kurtuluş akçası sayesinde serbest kalabildiler.

Çöküş devrindeki Türk-Yahudi ilişkileri, nitelik açısından gözle görülür bir evrim yaşadı. 1789’da Yahudiler Fransız İhtilali sayesinde eşit vatandaşlık haklarına kavuşmuşlardı. Diğer Avrupa ülkelerinde de Yahudilere haklar verildi. Ama kağıt üstünde sağlanan bu haklar, Avrupa’da antisemitizmin sonunu getirmemişti. Kıtanın en antisemit ülkesinin Rusya olması, Osmanlılarla Avrupa Yahudilerini birleştiren yeni bir noktaydı.

1876’da Bulgar ayaklanması, arkasından çıkan 1877-78 Rus-Osmanlı savaşı sırasında, Avrupa’da Türk aleyhtarlığı çok yükselmişti. Barbar Türklerin Hıristiyan Bulgarlara nasıl eziyet ettiğine dair haberler gazeteleri kaplıyordu. Osmanlıları destekleyen İngiltere Başbakanı Muhafazakar Disraeli, bu Türk aleyhtarı propagandaya karşı mücadele etmeye çalışıyordu. Liberal Parti’ye ise Gladstone’un liderliğinde bir Hıristiyan kokusu sinmişti; parti, tavizsiz bir Osmanlı düşmanına dönmüştü. Bunun üzerine aslında bir liberal olan Daily
Telegraph gazetesinin sahibi Edward- Lewy Lawson taraf değiştirdi, Disraeli’nin yardımına koştu, Türkler aleyhine yapılan propagandaya cevap vererek kamuoyunun tepkisini dengeledi. (Daily Telegraph gazetesi, 2007’de Türk düşmanı diye suçlanınca, bu olayı hatırlatarak, biz 1870’lerden beri Türk dostuyuz, diye bir açıklama yapmıştı.) Daily Telegraph’ın müdahalesi olmasaydı, 6 haftada 500’den fazla Türk aleyhtarı gösterinin düzenlendiği İngiltere’nin Osmanlıları desteklemesi çok zorlaşırdı. “Yahudi ve Türk elele; Türk sadece kötü bir adam, ama bu habisler iblisin ta kendisi” gibi feryatlar ortalığı sarmış, “Musa, katmerli başıbozuktur” cinsinden saldırılar alıp yürümüştü.

19. yüzyılın sonunda, Avrupa’da Yahudiler arasında siyonizm hareketi doğdu. Bu hareketi benimseyenler, Yahudilerin yaşadıkları ülkelerin asla tam parçası olamayacaklarını, hepsinin “anayurtta” yani Filistin’de toplanarak yeni bir devlet kurmaları gerektiğini vazediyordu. Hareketin babası sayılan Theodor Herzl, 2. Abdülhamid’e başvurarak Osmanlıların egemenliğindeki Filistin’e Yahudilerin toplu olarak göç edebilmeleri için izin istedi, ancak bu izni alamadı.

2. Abdülhamid istese bile Filistin’i “satamazdı”, kutsal topraklarda çok özenli bir politika izlemek zorundaydı.

Bugün ortaya atılan iddialara göre, Herzl güya 2. Abdülhamid’e Filistin’i “satın almak” için tüm Osmanlı borçlarını ödeme teklifinde bulunmuş, padişah da bunu reddetmiştir. Böyle bir pazarlık söz konusu değildi. O günkü koşullarda, Osmanlı devleti kutsal topraklarda çok özenli davranmak zorundaydı. Bütün büyük devletlerin gözü buradaydı. Dönemin en büyük antisemit devleti olan Rusya, bölgedeki Hıristiyan Arapların koruyucusu kesilmişti. Bu ortamda II. Abdülhamid istese bile Filistin’i “satamazdı”, hatta bütün dünyadan Yahudilerin oraya toplu olarak göç etmesine izin vermesi bile büyük sorun yaratırdı.

2. Abdülhamid’in aslında hem Osmanlı Yahudileriyle hem de Avrupa Yahudileriyle iyi ilişkileri vardı. Hatta Herzl de, 19. yüzyıl sonunda “Ermeni meselesi” ortaya çıkınca, gönüllü olarak Osmanlıları destekledi, Bernard Lazare gibi diğer siyonistlerle bu yüzden arası açıldı.

2. Meşrutiyet’in başında, basın özgürlüğü gelince, Osmanlı gazetelerinde Filistin’e Yahudi göçü açıkça tartışılmaya başlandı, siyonist yazılar yayımlandı. Ama ilk antisemit söylemler de o esnada gündeme geldi. İttihatçı Emanuel Karasso’nun 2. Abdülhamid’in hal’inde oynadığı rolü, imparatorluğun tabutuna çakılan son çivi olarak görenler vardır. Gerçi Yahudiler arasında Abdülhamid’i destekleyenler de çıkmıştı; Hahambaşı Moşe Levi, ona yapılanları protesto için istifa etmişti. Çünkü, doğal olarak Osmanlı Yahudileri de, diğer Osmanlılar gibi dönemin çatışmalarında farklı siyasi görüşlere sahiptiler.

İttihatçıların “Yahudi komplosunun” aleti olduğu dedikoduları, o sırada çıktı. Bunun baş müsebbibi, İngiliz Sefareti’nin dragomanı ve amansız Yahudi düşmanı İrlandalı katolik Fitzmaurice’dir. Fitzmaurice, İttihatçıların panislamist atılımını, Hindistan, Mısır ve İran’daki Müslümanları İngilizlere karşı kışkırtmak için ajan yollamasını, hep “Yahudi komplosu” olarak görüyordu.

Talat Paşa

O dönem Hıristiyan Araplar, Yahudilerin bir numaralı düşmanıydı. Hıristiyan Arap gazeteci Necip Nasır’a göre, siyonistler sadece Filistin’i değil, tüm imparatorluğu yutmak peşindeydiler. Hahambaşının şikayeti üzerine Nasır’ın Yahudi aleyhtarı yazılar yazdığı el-Karmil gazetesi geçici olarak kapatıldı. Şamlı Müslüman Arap politikacı Şükrü el-Asali (sonradan Cemal Paşa tarafından asıldı) ise “idare Hicaz’ı bile Yahudilere satacak” diye bir kehanet savurdu.

Paniğe kapılan hükümet, 1. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, Hahambaşı Hayim Nahum’un protestolarına kulak asmadan siyonistlere sağlanan bütün kolaylıkları devreden çıkarttı, siyonistlere toprak satışı durduruldu. Bu gelgitlere rağmen, 1. Dünya Savaşı’na yakın Dahiliye Nazırı Talat Bey, Araplarla anlaşmaları halinde siyonistlerin projelerine engel olunamayacağını açıklıyordu.

‘One Minute’ Davos, İsviçre Dünya Ekonomik Forumu’nda, İsrail’in Gazze saldırısını eleştiren Erdoğan, panel yöneticisinin tutumunu adaletsiz bularak salonu terketti.

1.Dünya Savaşı öncesindeki 1,5 yıllık kısa dönemde, İngiliz Yahudileri başta olmak üzere, Fransa, Almanya, İtalya gibi Avrupa ülkelerinden siyonistler Filistin’e göç ettiler. Hıristiyan Araplara karşı Müslüman Araplarla aralarında bir yakınlaşma da oldu. Ancak 1. Dünya Savaşı patlayınca, Filistin’deki İngiliz siyonistleri Mısır’a kaçtılar. Osmanlılar içlerinden bir bölümünü de, İngiltere için ajanlık yaptıkları için tutukladı, bunların arasında öldürülenler de oldu. Bu olay nedeniyle Türkler, çok ileri yıllarda Yahudileri “soykırıma uğrattıkları” suçlamasıyla bile karşılaştılar. 1917’de Filistin İngilizlerin işgaline uğradı ve Osmanlıların buradaki 400 yıllık egemenliği sona erdi. Artık Filistin, Türklerin değil, İngilizlerin sorunuydu. Büyük Britanya Hükümeti, daha o günlerde Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmasına olumlu yaklaştığını belirtti. Müslüman Arap önderlerle siyonist önderler arasında da bir anlaşma oldu: Emir Faysal 3 Ocak 1919’da Haim Weizmann ile bölgede iki halkın ortaklaşa yaşaması konusunda bir anlaşmaya vardı.

Kurtlar Vadisi Pusu Kudüs Ankara İsrail Dışişleri Bakanlığı, dizideki kanlı İsrail bayrağı görüntüsüne ve “Hep siz mi savaş suçu işleyeceksiniz?” repliğine tepki gösterdi.

1922’de Milletler Cemiyeti, Filistin’i Britanya mandasına bıraktı. İngilizler, bu topraklarda “Musevilere bir yurt kurma hakkını temin etmekle” görevlendirildi; ama bu, Filistin’de yerleşik olan diğer toplulukların temel hak ve özgürlüklerine hiçbir surette zarar vermeyecekti. O sıralarda Arap ve Yahudilerin birlikte yaşayacakları bir ülke kurulmasından sözediliyordu.

Ancak 1934’te İngilizler, Musul ve Kerkük petrollerini Akdeniz’e taşımak için Hayfa’yı stratejik bir nokta olarak seçti, ardından burada bir rafineri yapıldı. Bölge artık Büyük Britanya için çok önemli hale gelmişti. İngilizler 1937’de Filistin’deki topluluklara, iki ayrı devlet kurulması teklifini götürdü. Özellikle Araplar karşı çıktı. Bu fikir, ancak 2. Dünya Savaşı sonrasında, uğradıkları büyük soykırım sonucu Yahudilerin kitleler halinde siyonizmi benimseyip Filistin’e akmasıyla, 1947’de gerçeğe dönüştü. Filistin bölündü, ertesi yıl da İsrail kuruldu.

Alçak Koltuk Krizi Kudüs, İsrail Türkiye’nin İsrail’i eleştiren tutumu karşısında Dışişleri bakan yardımcısı Ayalon, Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikol’u makamına çağırdı ve aşağılamak için alçak bir koltuğa oturttu.

İsrail devleti kuruldu; Türkiye tanıyan ilk Müslüman ülke

Hürriyet, 18 Mayıs 1948.

1948 Kuruluş safhasında her aldığı kararı Sovyetler’e danışmak zorunda olan Türk diplomasisi, önce Saadabad Paktı ile ürkek bir açılış yaptıktan sonra 1936 Montreux Antlaşması’yla Moskova’yı iyice kızdırmıştı. 1939’da Hitler’le flörtü can sıkan Stalin’e karşı müttefik İngiliz-Fransız uçaklarına Bakü’yü bombardıman izni veren gizli antlaşmayı çok geçmeden bilmeyen kalmadı ve Türkiye o tarihten beri kendine eski usul bir koruyucu aramaya koyuldu. Burada da kaderi Siyonistlerle birleşti. Başlangıçta Türkiye ile kalıcı ilişkilere sıcak bakmayan, Siyonizmden ise “solcu” karakteri yüzünden hiç hoşlanmayan Washington ise, Yalta sisteminin iflas ettiği inancıyla dış politikasının anahatlarında dramatik değişimlere gitmek zorunda kaldı. 2. Dünya Savaşı sonrası dünya şekillenmekteydi: Soğuk Savaş’ın “resmî” başlangıcı sayılan Truman Doktrini (22 Mayıs 1947) ve yine aynı yıl yürürlüğe giren Marshall Planı, Türk dış politikasında da makas değişimi yarattı. Sovyetler’in talepleri karşısında bir başına olan Türkiye, 12 Temmuz 1947’de Truman Doktrini vasıtasıyla ABD’den yardım almayı kabul etti; bir dizi başka ülkeyle beraber. ABD, Sovyetler’e karşı siyasi, ideolojik ve askerî cephe oluşturuyordu. Yine de, Türkiye, 29 Kasım 1947’de BM genel kurulunda, Filistin’in parçalanarak İsrail’in kurulmasını öngören plana hayır dedi. Çünkü istikrar yoksunu bir Ortadoğu’dan endişe ediyordu. Ama 14 Mayıs 1948’de İsrail kurulduktan sonra Arapları memnun eden tavırlarına da rastlanmaz oldu. Araplarla İsrail, kuruluş sonrası savaşına tutuşmuşken, 12 Aralık 1948’de BM, üç üyeli bir Filistin Uzlaştırma Komisyonu kurulmasına karar verdi: ABD (İsrail yanlısı), Türkiye (Arap yanlısı), Fransa (tarafsız). Halbuki Araplar böyle bir komisyonun kurulmasına bile karşıydı. Böylece, Arap alemiyle soğukluk başlamış, Türkiye’nin özellikle Ortadoğu politikasının ABD’nin belirlediği yörüngede seyredeceği belirginleşmiş oldu. Tabii, Türkiye’nin NATO’ya girmek için çabaladığını da göz önünde tutmak gerek. Türkiye’yi komisyonda temsil etme görevine münasip görülen antikomünist ve milliyetçi Hüseyin Cahit Yalçın, dönüşünde Milli Şef İnönü’ye İsrail’in tanınmasını önerdi. Türkiye, 28 Mart 1949’da, Filistin mülteci trajedisi ayyuka çıktığı bir zamanda, İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke oldu.

Tel Aviv’de toplanan Yahudi Ulusal Konseyi İsrail devletinin kurulduğunu ilan etmiş, milli marşları Hatikva’yı söylüyor.

Süveyş Krizi: Türkiye, Tel Aviv elçisini çekti

Hürriyet, 27 Kasım 1956.

1956 Türkiye’de kamuoyu ile devletin İsrail’e yaklaşımı zaman zaman uyuşmaz bir nitelik gösterdi. Hükümetler, zaman zaman kamuoyu baskısı karşısında İsrail karşıtı hamleler yaptıysa da, bunlar ilişkinin genel karakterini yolundan saptırmadı. Kamuoyu baskısının (Arap ülkelerinden de yoğun dış baskı vardı) iş görmesinin örneklerinden biri, 1956 Süveyş Krizi’ydi. Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdülnasır, Süveyş Kanalı’nı millileştirince 29 Ekim 1956’da İsrail, bir gün sonra da Britanya ve Fransa Mısır’a saldırdı. Demokrat Parti hükümeti bu durumdan üzüntü duyduğunu duyurdu, ama NATO müttefikleri Britanya ve Fransa’nın müdahalesinin savaşı durdurmaya yardımcı olduğunu söylemekten de kendini alamadı. (ABD bu krizde İngiliz-Fransız-İsrail cephesine karşıydı.) Türkiye, Batı’yla ilişkisini korumaya çalışırken, Tel Aviv Büyükelçisi Şefkati İstinyeli’yi geri çekti, ama İsrail’e ikili ilişkilerin zarar görmeyeceği garantisini vermeyi de unutmadı. Muhalefet bu kadarcık bir tepkiyi bile hoşgörmedi. CHP’nin yükselmekte olan yıldızı Bülent Ecevit “uygarlığın ileri karakolu İsrail’in meşru müdafaa hakkını kullanmasına” karşı çıkan Menderes hükümetini yerden yere İsrail ise karşılık olarak kendi elçisini çekmedi. Ancak Türk hükümetinin baskısı üzerine elçisini çağırdı. Böylece, diplomatik ilişkiler maslahatgüzar düzeyinde devam etti.

İngiliz bombardımanıyla yerle bir olan Port Said kentindeki Mısırlı çocuklar, 12 Kasım 1956.

Çevresel Pakt: İsrail-Türkiye-İran- Etyopya arasında gizli anlaşma

1958 Britanya’nın Süveyş Savaşı için evde yaptığı hesap pazara uymadı ve Ortadoğu’daki egemen konumunu tamamen ABD’ye kaptırdı. Tabii, Sovyetler’e de iyi bir parsa düştü; bölgenin ABD hegemonyasına girmesinden rahatsız olan Mısır ve Suriye Moskova ile yakınlaştı. Suriye 1957’de askerî yardım almaya başladı; ordusunda buna paralel geniş çaplı tasfi yeye gitti. ABD ile ilişkiler gerildi; tabii Türkiye ile de. Menderes hükümeti sınıra asker yığdı (37.000 kadar). Sovyet lideri Nikita Kruşçof, “roketler bir kere uçmaya başlarsa NATO’nun Türkiye’nin cenazesine bile yetişemeyeceği” tehditlerini savurmuşken, Irak’taki kanlı Temmuz 1958 darbesi Menderes hükümetinin iki ayağını tam anlamıyla bir pabuca soktu. Bir Saddam Hüseyin gelerek ortalığı “yatıştırana” kadar Irak, başta Türkiye olmak üzere Batı Bloku için çok riskli bir alan olmuştu. İsrail de benzer bir tehdit algısı içindeydi. Ortadoğu’nun Arap olmayan ülkeleriyle bir ittifak sistemi arıyordu. Arap ülkelerinin hareket kabiliyetlerini kısıtlamayı öngören Çevresel Pakt böyle ortaya çıktı. Arap dünyasının etrafını çevirecek ülkeler Türkiye, İran ve Etyopya’ydı. Türkiye’nin katılımı elzemdi. 28 Ağustos 1958’de bizzat Başbakan David Ben Gurion’un başkanlık ettiği, Dışişleri Bakanı Golda Meir’ın da bulunduğu bir İsrail heyeti müthiş bir gizlilik içinde Ankara’ya geldi. Ben Gurion’un İsrail’den ayrılışı da saklanmıştı. Askerî üniforma giymiş ve sanki Negev Çölü’ndeki bir askerî tesise gidiyormuş gibi yola çıkmıştı. Aracı, bir uçağın hazır beklediği askerî havaalanına yöneldi ve Ankara’ya uçtu. Gizlilik öyle kesif uygulanmıştı ki, yemek masalarından haber sızmasın diye tecrübeli diplomatlar garsonluk yapmıştı. Bu bir günlük ziyarette Türkiye Çevresel Pakt’a katılmayı kabul etti. Paktın en önemli işbirliği alanlarından biri bir istihbarat ağı kurulmasıydı. Hatırlanacağı gibi, Türkiye’nin İsrail’den istihbarat alma ihtiyacı günümüze kadar ilişkilerin önemli bir unsuru oldu.

Başbakan David Ben-Gurion ve Dışişleri Bakanı Golda Meir, Knesset toplantısında, 1962.

6 Gün Savaşı: İşgalci İsrail’e karşı tavır büyüdü

1967 CIA ve benzeri örgütlerin Türk istihbaratını avuçlarının içine almış olmasından hep şikayetçi olan Başbakan İnönü, Temmuz 1964’te Paris’te Mossad’ın efsanevi başkanı Meir Amit’le buluşarak içeriği kamuoyuna ancak rivayet olarak ulaşan bazı anlaşmalara imza attı. Bir yıl kadar sonra Suat Hayri Ürgüplü’nün kısa başbakanlığında Doğu Bloku’na karşı hayli mahçup bir açılım gündeme geldi. Bu dönemde, kamuoyu yine kendini gösterdi. Ekim 1965’te iktidara gelen Adalet Partisi’nin dayandığı geniş muhafazakar kesim zaten İsrail’e mesafeliydi. Buna Filistin’in emperyalist ABD’ye ve onun korumasındaki İsrail’e karşı mücadele verdiğini düşünen solun da eklenmesi, dış politikayı etkiledi. Kıbrıs konusunda Türkiye’nin düştüğü açmaz ve Johnson Mektubu gibi şoklar yeni ölçütler dayatıyordu; uluslararası platformlarda yalnızlıktan kurtulmak da gerekiyordu. Demirel hükümeti 5 Haziran 1967’de başlayan 6 Gün Savaşı’nda hezimete uğrayan Araplardan yana tavır koydu. Silahla toprak kazanmaya karşı olduğunu, ABD üslerinin kullandırılmayacağını açıkladı. Dahası, Arap ülkelerine gıda ve ilaç yardımı yaptı. İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi için BM’yi göreve davet etti. O tarihten beri “İsrail’in işgal ettiği topraklardan çıkması” içerikli sayısız belgeye imza attı. 21 Ağustos 1969’da Mescid-i Aksa’da çıkarılan yangının ardından Demirel, Türkiye’nin Müslüman ülkelerin yanında yer aldığını açıkladı ve 25 ülkeyle beraber BM Güvenlik Konseyi’nin meseleyi ele almasını istedi. Konsey, İsrail’in Kudüs’ün statüsünü değiştirecek eylemlerini geri almasını istedi. Yine de Türkiye (ve İran), İsrail’le ilişkilerin kesilmesini savundu.

Uzi Narkis, Moşe Dayan ve İzak Rabin, Kudüs’teki Aslanlı Kapı’dan içeri girerken, 7 Haziran 1967.

Yom Kippur Savaşı, petrol krizi ve Türk-Arap yakınlaşması

1973 1971’de Mısır, 1967 savaşında işgal edilen Sina Yarımadası’ndan çekilmesi karşılığında İsrail’e barış önerdi. BM ve Mısır, Sina’nın işgalinin savaş sebebi olduğu konusunda İsrail’i defalarca uyardı. Bir sonuç alınamayınca Mısır 6 Ekim 1973’te (Yom Kippur yortusunda) İsrail’e saldırdı. Savaşın başlarında İsrail’in üstünlüğü görülüyordu. Fakat Mısır’ın beklenmedik bir askerî performans göstermesi üzerine (ABD’nin de önayak olmasıyla) ateşkese gidildi. İsrail’in kayba uğrayabileceği böylece kanıtlanmış oldu. Petrol zengini Arap ülkeleri, İsrail’i destekleyen Batılı ülkeleri “cezalandırmak” amacıyla petrol fi yatlarını arttırıp durdu. Dünya (ve tabii Türkiye de) tam bir petrol krizinin ortasındaydı. Türkiye’nin, çözümüne İsrail’in de gücünün yetmediği sorunları vardı. Bunların başında da zaten solunum darlığı içinde olan ekonomisini felç eden petrol faturası gelmekteydi. Ankara bu savaş sırasında dikkat çekici bir tutum takındı. ABD’nin İsrail’e yardım için İncirlik üssünü kullanmasına izin vermedi. Öte yandan, Araplara yardım ulaştıran Sovyet uçaklarının kendi havasını kullanmasına ses çıkarmadı. Araplar da Türkiye’yi petrol ihracı kısıtlamasından muaf tuttu. Ama bu jestler Türkiye’nin “70 cent’e muhtaç” olmasını önleyemedi. Irak da, Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının yapımı için Türkiye ile anlaşma imzaladı. Bu politika Kıbrıs harekatında semeresini verdi: Libya Türk uçaklarına yakıt sağladı. Ocak 1975’te ise Türkiye Filistin Kurtuluş Örgütü’nü tanıdı. 5 Ekim 1979’da da Yaser Arafat, Ankara’da FKÖ temsilciliğini açtı. Bütün bunlara rağmen Türkiye, İsrail’le ilişkisini kesmedi. 10 Kasım 1975’te BM genel kurulunda, Türkiye “Siyonizmin bir çeşit ırkçılık olduğu”nu söyleyen karar tasarısına olumlu oy vererek İsrail siyasetine ters düşmüş oldu.

İsrail Basın Bürosu’nun dağıttığı afişte, Kumandan Ariel Sharon, Süveyş Kanalı’nın batı yakasında askerlerine sesleniyor, 23 Kasım 1973.

İsrail Kudüs’ü başkent ilan etti, Türkiye temsil düzeyini düşürdü

İsrail ve Mısır liderleri Begin ve Sedat, Camp David’deki uzlaşmadan sonra Beyaz Saray’da barış antlaşmasını imzaladı; 16 Mart 1979.

1980 İsrail 22 Temmuz 1980’de Kudüs’ü başkent ilan edince, Türkiye, maslahatgüzar seviyesindeki diplomatik ilişkileri ikinci katip düzeyine indirdi. Birkaç yıldır Ortadoğu’da dengeleri değiştirecek başka önemli gelişmeler yaşanmaktaydı. 17 Eylül 1978’de İsrail ile Mısır arasında barış imzalandı (Camp David).
Arap dünyası Mısır’la ilişkileri askıya aldı, Türkiye ise barışı destekledi. Derin etkiler ve rahatsızlıklar yaratan öbür olay ise 1979 İran İslam Devrimi’ydi. Rahatsız olanlardan süpergüç ABD, seyirci kalamayacağına göre hakimiyetini pekiştirecek karşı hamlelere yöneldi. Başlıca müttefikleri belliydi: İsrail, Mısır, Türkiye, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri. Saddam Hüseyin İran’a saldırdığında da ABD’den her türlü yardımı gördü. 12 Eylül 1980 askerî darbesi ve cunta rejimi de 1965’ten beri uygulanan çok boyutlu politikadan tamamen ABD mihverinde hareket etme politikasına geçişte biçilmiş kaftandı. Ama bu tarihten sonra Türkiye’nin Suriye ve Irak’la ilişkileri bozuldu.

Şükrü Elekdağ’ın 15 Ekim 1984’te, İstanbul’daki Türk-Amerikan işadamları konferansında “Ilımlı Arap ülkeleri Türkiye’nin koruması sayesinde Ruslardan kaçıp ABD ile anlaşıyor. İsrail’in koruyucu kalkanıyız” demesi tabloyu biraz açıklıyordu. PKK’nın 1984’te silahlı eylemlere başlaması ve Kürt sorununun “düşük yoğunluklu savaş” haline gelmesi de giderek artan bir şekilde İsrail’le yakınlaşmanın yolunu açtı.

İsrail 1982’de Lübnan’ı işgal etti, 2000’de çekildi. Ariel Şaron, Sabra ve Şatila mülteci kamplarındaki katliamın baş aktörüydü.

Askerî işbirliğinden gerilime

1996 Turgut Özal, 21 Nisan 1993’teki ölümüne kadar İsrail’le olan işbirliğinde bazı tabuların yıkılması için çok gayret sarfetmişti. Gerçi kendisi siyasi iktidarının hemen başlarında “Barış Suyu Projesi”nden İsrail’in yararlandırılmayacağı yönünde demeçler de vermişti ama Türkiye Arap komşularıyla su kaynaklarının adil paylaşımı yüzünden çatışıp duruyordu. 1970’lerin sonundan itibaren değişen dengelerle beraber İsrail’le askerî işbirliği sıkılaştı. Askerî modernizasyon projeleri, işbirliği alanlarının başında geliyordu. 1996’da Başbakan Erbakan, bazı bölümleri gizli olan bir askerî işbirliği anlaşmasını İsrail’le imzaladı. Anlaşmanın bilinen kısmı, İsrail pilotlarının eğitiminin Türkiye’de yapılmasını ve ortak tatbikatlar yürütülmesini öngörüyordu. Kürt meselesinin tamamen silahlı çatışma zeminine dökülmesi, İsrail istihbaratının ve “terörle mücadelede İsrail’in tecrübesinin” değerini Türk hükümetleri ve askerî yetkilileri nezdinde arttırmıştı. Siyasi ve/veya silahlı İslam da her iki ülke için ortak tehdit algısı sayılıyordu. Özellikle 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra ABD’nin yürüttüğü “teröre karşı savaş” politikası ve Büyük Ortadoğu Projesi, bu tehdit algısını küresel ölçeğe taşımakla kalmadı, İsrail- Türkiye ittifakını da perçinledi. Fakat İsrail’in Filistin’deki eli silahlı politikaları (2006’da Lübnan saldırısı da tabii), dünya kamuoyunda olduğu gibi Türkiye kamuoyunda da müthiş tepkiler yarattı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Davos’taki çıkışı, bu yüzden, sadece çok boyutlu politika uygulama çabasındaki AKP hükümetinin değil, dünya kamuoyunun sesi olarak algılandı: “One minute!”

İsrail’in 27 Aralık 2008’de başlattığı saldırılar sonucu 1400 Gazzeli öldü.