Geçen ay sonu, 24 Nisan itibariyle sosyal medya hesaplarımızda bir paylaşımda bulunduk: “1915 tehcirinde katledilen Ermeni vatandaşlarımızı saygıyla anıyoruz”. Gelen tepkiler, Ermenilerin tehcir sırasında “ecelleriyle öldüğü” kanaatinin ülkemizde epeyce yaygın olduğunu gösteriyor.
Türkiye’nin bugün içinde yaşadığı yer yer gök gürültülü ve fırtınalı siyasi iklim, tarihimizi de bu hava durumuna mahkum etti. Günümüzdeki kutuplaşma, ahlak-kalite düşüklüğü, adaletsizlik, eğitimsizlik ve etnik nefretlere tanık olan tarih, herhalde “lütfen ben sizin için hep geçmişte kalayım; beni siyasi işlerinize, çekişmelerinize bulaştırmayın; beni kullanarak bugününüzü doğrulatmaya çalışmayın” diyordur.
Dergimizde çeşitli vesilelerle defalarca gündeme getirdiğimiz, son yılların favori söylemi haline gelen “ecdadımız Osmanlı”, herhalde kemik sızlamasından mezarında bile huzur bulamıyor. Kuruluşundan yüzyıllar sonra “Osmanlı” olarak nitelenmeye başlanan imparatorluk, dilinden dinine, yönetiminden sosyal dokusuna, kültüründen sanatına bir “terkip” idi. Bünyesinde barındırdığı farklılıklar ve çeşitlilikler ile zenginleşmişti. Bu sistemin işlemesi de etnik kökene değil, “yaptığı işte iyi” olmaya bağlıydı. Yani alışveriş yaptığınız bakkalın tam Türk olması değil, sattığı peynirin tam yağlı olmasıydı önemli olan.
Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey, 14. yüzyıl başlarında “Bilecik kafirleri” için şöyle demişti: “Komşularımızdır. Biz bu vilayete garip geldik. Bunlar bizi hoş tuttular. Şimdi de bizim bunlara hürmet etmemiz vaciptir”.
Bu bakış açısı ve yaklaşım 600 yıl boyunca imparatorluğu yönetti; nice Ermeni, Yahudi, Rum, Sırp, Arnavut, Arap… devletin en önemli mevkilerinde en önemli kararlara, sosyal hayatın içinde nice büyük eserlere imza attılar.
Bugün “ecdad”a sahip çıkma iddiasını taşıyanların, 700 yıl önceki yaklaşımdan ne kadar nasiplendikleri ortada. Bu ayki dosya konumuzda, herkesin bildiği ama anlamlandırmakta kimi zaman zorlandığı Osmanlılardaki “devşirmeler, mühtediler, dönmeler” meselesini ele aldık. Rum asıllı Ahmet Vefik Paşa’nın “Türkçülüğün kurucularından” olması üzerine galiba fazla söze gerek yok.