İstanbul tarihinde bilinen büyük depremler arasında, Osmanlı döneminde yaşanan üçü öne çıkar. 1509, 1766 ve 1894 depremleri, 1999’da İstanbul’u da etkileyen Marmara depremine kadar halkın ve devletin hafızasına kazınmış; arşiv belgelerindeki kayıtlar felaketleri tarif ve izaha çalışmıştı. Gerçekler ve senaryolar…
1509 DEPREMİ
514 yıl önce, 12 Ağustos 1509’da İstanbul’da meydana gelen depremde 10 bin civarında insanın hayatını kaybettiği hesaplanıyor. Toplam nüfusun en çok 200 bin kişi olduğu tahmin edilen şehirde, halkın yaklaşık %10’u deprem sonucunda öldü veya yaralandı. Binlerce ev, yüzlerce cami, mescit, dükkan yıkıldı, İstanbul surları harap oldu.
45 gün boyunca meydana gelen artçı depremlerin korkusundan İstanbul halkı evlerine giremedi; dışarıda çadır ve örtü altında kaldı. Deprem tsunamiye de sebep oldu; Marmara Denizi kabarıp İstanbul ve Galata surlarını aşarak şehir içinde bazı yerleri su altında bıraktı.
O tarihte Osmanlı tahtında bulunan Sultan 2. Bayezid deprem korkusuyla İstanbul’dan ayrılıp Edirne’ye gitti (ancak deprem burada da padişahı bulmuş ve şehirde şiddetli bir deprem yaşanmıştır). “Küçük Kıyamet” diye adlandırılan 1509 depreminde büyük ölçüde tahrip olan İstanbul’un hâlini ve Sultan 2. Bayezid’in depreme verdiği tepkiyi ayrıntılı bir şekilde Solakzâde Mehmed Hemdemî’nin kaleme aldığı Solakzâde Tarihi’nden takip etmek mümkündür. Solakzâde Tarihi 321-324 sayfalarında anlatılan 1509 İstanbul depreminin bugünkü Türkçesi şöyledir:
“1509 senesinin Eylül ayında, bir rivayete göre 12 Ağustos 1509 gecesinde Rum memleketlerinde ‘Küçük Kıyamet’ diye bilinen büyük deprem meydana gelmiştir. O zamana kadar böyle bir deprem ne olmuştu ve ne de tarih kitaplarında yazılmıştı. Yer ve gök sarsılıp makam ve mekan birbirine geçip kırkbeş gün aralıksız sarsıntılar devam etti. Halk çatı altına girmeyip bahçelerde açık yerlerde yattı. Zelzele sadece İstanbul’da değil belki etraftaki her yerde hissedildi. Edirne’de dahi nice nice evler yıkıldı. Anadolu havalisindeki Rum vilayetinde Çorum nam kasabanın iki mahallesi yere geçti, mescitleri ve minareleri yerlebir oldu.
İstanbul merkezinde 109 mescit ve 1.070 hane harap olduğundan başka 5 bin erkek, kadın ve çocuğun ölmesine sebep oldu. Şehir içinde ayakta minare kalmadı. Kostantiniyye surunun iki kat duvarı, kara tarafında Eğrikapı’dan başlayıp Yedikule’ye kadar yıkıldı. Buradan geçerek deniz tarafından Narlıkapı’dan başlayıp İshak Paşa Kapısı’na varınca yer yer yıkılıp ancak temelleri yerinde kaldı.
Topkapı Sarayı’nın deniz tarafı Hastalar Kapısı’ndan Kayıklar Kapısı’na varınca yer yer yıkıldı. Bahçekapısı dedikleri mahal harabe oldu. Avratpazarı yakınında 1.900 yıldan beri ayakta olan İsa Kapısı yıkılıp yerlebir oldu. Bütün şehir surundan yaklaşık 20 kilometre yer harap olup yere döküldü. Görülen bu üzücü ve hüzünlü durum insanların belini büktü.
Sultan Mehmed Cami-i Şerifi’nin (Fatih Camii) dört büyük sütununun başı çatladı ve sağ tarafında demir kiriş eğrilip sol tarafında ona karşı olan demir kiriş eğildi ve bir rivayette kubbesi eğilip sonradan tamir olundu derler. İmaret ve Bimarhane’nin nice kubbeleri yıkıldı ve Fatih Medresesi’nin üç kubbesi yere indi. Ve bazı medreselerin birer, ikişer, üçer kubbeleri yerlebir oldu. Bunlardan başka Padişah hazretlerinin yeni yaptırdıkları cami ki, hâlâ Sultan Bayezid Camii diye bilinen meşhur mabedin kubbesi dağılıp parça parça oldu.
‘Aşıklar gönlü gibi viran şehir’
Solakzâde Tarihi’ne göre 1509 depreminde şehrin içinde ayakta minare kalmamıştı. Solakzâde Mehmed Hemdemî, şairane bir ifadeyle şehri “âşıklar gönlü gibi zelzeleden viran” sözleriyle tarif etmişti.
Nihayet Sultan 2. Bayezid için Topkapı Sarayı bahçesinde bir çatma oda tedarik olundu. Tam 10 gün padişah bu oda içine girip orada kaldı. İstanbul gibi mâmur bir şehir, âşıklar gönlü gibi zelzeleden viran olunca padişah mekan değiştirmeye karar verip Edirne şehrine gitti. Allah’ın hikmeti, aynı senenin 23 Ekim gecesi Edirne’de de bir zelzele oldu ki İstanbul’da meydana gelen zelzelenin aynıydı. Aynı şekilde 16 Kasım günü öncekilere denk bir zelzele daha meydana geldi. İnsanlar hayret içinde kaldı. 27 Kasım günü acayip ve eşi benzeri görülmedik bir yağmur, tıpkı bir tufan gibi yağıp Tunca Nehri suların yükselmesiyle taşıp nice sağlam binalar ve meskenler harap ve viran olup yerlebir oldu. Edirne şehri kurulalıdan beri görülmemiş bir tufan o günlerde yaşandı.
Bu hadiseyi de atlattıktan sonra Padişah 2. Bayezid ‘ayak divanı’ ferman edip devletin büyük-küçük âyan ve erkânı padişahın huzurunda kurulan divanda toplandı. Sultan Bayezid hareminden çıkıp divana varınca, vezirler ve ümerâyı hiddetle azarlayıp buyurdular ki, ‘Zulüm ve fesadınız, eziyet ve zalimliğiniz yüzünden mazlumların âhı Allah’ın gazabına sebep olmuştur. Bu felaket zalimliğiniz yüzünden meydana geldi’ dedi. Bu şekilde her birini paylayıp sonra fermanlarıyla İstanbul hisarının ve sair yıkılmış olan yerlerin tamiri için müşavere olundu. Bunun üzerine karar verildi ki, yirmi evden bir adam ve ev başına yirmişer akçe takdir edilerek güvenilir bir adam tayin ettiler. Şehzadelerin sancağından alınmayıp diğer Anadolu memleketlerinden otuz yedi bin adam ve Rumeli’den yirmi dokuz bin adam çıkarılıp, üç bin kadar da usta ve neccar getirtip ve nice nice üstadlar da getirildi. Bunlardan başka üç bin müsellem ve sekiz bin yaya kireç yapmak için toplandı. Bu şekilde hazırlandıktan sonra 29 Mart 1510’da başlanıp 1 Haziran 1510 tarihinde tamamlandı. Böylece sadece İstanbul suru değil, Galata Hisarı, Kızkulesi ve Yenihisar karşısındaki kaleyi, Çekmece Köprüsü, Silivri Kalesi toplam altmış dört günde tamir ve inşa edildi”.
1766 DEPREMİ
22 Mayıs 1766 Perşembe sabahı gün doğduktan yarım saat sonra yaklaşık iki dakika süren müthiş bir deprem İstanbul ve civarında büyük tahribata sebep oldu. 4 binden fazla insanın öldüğü tahmin edilen depremde, kargir ve ahşap binaların çoğu, başta Fatih Camii olmak üzere şehirdeki ibadethaneler yıkıldı veya hasara uğradı. Ağustos ayına kadar yaklaşık iki buçuk ay aralıklarla tekrar eden deprem artçıları halkı dehşet içinde bıraktı; evlere giremeyen ahali çadırlarda yaşadı.
İstanbul’da ev, han, dükkan, cami, mescit, medrese ve diğer resmî yapılardaki hasar o kadar büyük oldu ki zararın giderilmesi şehrin yeniden imar ve inşaı için İstanbul’daki yapı ustaları ve inşaat amelesi yeterli olamayacağından Anadolu ve Rumeli’den neccar (marangoz), taşçı, duvarcı vs. her sınıftan inşaat ustaları talep edildi.
30 Mayıs 1766 tarihinde Kayseri mutasarrıfı ve kadısına gönderilen belgede, İstanbul’da meydana gelen büyük depremden dolayı yıkılan binaların tamiri için İstanbul’daki ustalar yetersiz kalacağından Kayseri’de bulunan hamamcı ve neccar taifesinin; yine aynı belgede Görice ve Arnavud Belgradı ve o bölgelerdeki kazalarda bulunan duvarcı ustalarının; Gelibolu ve Midilli’deki neccar ve diğer bina ustalarının acilen İstanbul’a gönderilmesi emredilmişti (BOA, C.BLD, 13/641).
1766 İstanbul depremi, Vakanüvis Vâsıf Ahmed Efendi’nin kaleme aldığı Vasıf Tarihi c.1 s.177’de şöyle anlatılmaktadır:
“22 Mayıs 1766 Perşembe günü güneşin doğuşundan yarım saat geçmiş iken iki dakika kadar süren şiddetli bir zelzele İstanbul ve civarında vuku buldu. Depremin şiddetinden kargir ve ahşaptan yapılmış evler, dükkanlar ve sair mahallerin ekserisi hasar görüp bazıları yıkılıp harap oldu. Çok sayıda insan toprak ve enkaz altında kaldı. İnsanlar korku içinde hayret ve dehşete kapıldı. Bu büyük afetten birkaç gün sonra Cuma namazı kılınırken bir deprem daha oldu. Öncekinden daha hafif ise de halkı korkuya düşürmüştü. Bu depremler Ağustos ayına kadar ara ara devam etmiş olduğundan, ahalinin çoğu açık mahallerde çadırlar içinde kalmış, evlerine girememiştir. Padişah depremzede ahaliye para yardımında bulunarak gece ve gündüz dua etmelerini tavsiye etmişti. Zelzeleden harap olan bina ve mekanların tamiri için hareket geçilip, yıkılan Fatih Camii’nin tamiri için padişah kendi hazinesinden para vermişti. Sultan Selim, Şehzade, Süleymaniye, Nuruosmaniye, Laleli, Valide, Ayasofya Camileri haricinde, bazı camilerin minareleri, bazılarının kubbeleri yıkılmış; kale duvarları çökmüş, Küçük ve Büyük Çekmece, Burgaz, Çorlu, Karıştıran dahi yerle bir olmuştu”.
İstanbul’daki bu depremden yaklaşık iki buçuk ay sonra 5 Ağustos 1766 Salı günü Gelibolu-Bolayır bölgesinde de şiddetli bir deprem meydana geldi. Bu depremde Bolayır’da bulunan Gazi Süleyman Paşa Camii’nin minaresi yıkılıp çatısı çökmüş; Gelibolu kasabası ve civarında ev, dükkan, cami, mescit, medrese, imaret binalarında önemli hasarlar meydana gelmişti.
İki buçuk aylık bir ara ile meydana gelen bu iki depremle, muhtemelen günümüzde Marmara Fayı olarak bilinen yaklaşık 250 kilometrelik fay hattının önce doğu sonra batı kısmının kırıldığı anlaşılmaktadır. Daha önce 1509 İstanbul depreminde de benzer durum yaşanmış, iki-üç ay arayla iki deprem meydana gelmişti.
1894 DEPREMİ
10 Temmuz 1894 Salı günü öğle vakti 12.27’de, İstanbul’da 1 dakika kadar süren şiddetli bir deprem oldu. Bilinen tarih boyunca İstanbul’un yaşadığı son büyük deprem olan 1894 tarihli depremde can kayıpları 1.000 kişinin üzerine çıktı.
Sultan 2. Abdülhamid derhal meydana gelen depremde zarar gören muhtaç durumdaki ahaliye yardımda bulunulması, yaralananların belediye hastanelerine nakledilerek tedavi edilmeleri gibi hususları görüşüp karar almak üzere Şehremini Rıdvan Paşa başkanlığında bir komisyon kurdurdu. Ayrıca Depremzedelere Yardım Komisyonu kurularak yapılan bağış ve yardımların toplanması, bu bağış ve yardımların organize bir şekilde dağıtılarak halkın ihtiyaçlarının karşılanmasına çalışıldı.
Padişah deprem sonrası İstanbul’daki binaların belediye mühendislerince kontrol edilip sağlam olmayan binaların tespit edilmesini ve bir can kaybına yol açmaması için bu şekilde hasar görmüş çürük binaların belediye tarafından yıktırılmasını emretmişti. Kısa zamanda bu emir uygulanmış, hasarlı binaların yıkımına başlanmıştı. Ancak Şehremaneti (Belediye) mühendisleri tarafından binaların kontrolleri esnasında, mühendisler tarafından bina sahiplerinden para talep edildiği; vermedikleri takdirde sağlam binalarına çürük raporu verecekleri; tam tersi olarak da para karşılığı çürük binalara sağlam raporu vererek yıkılmaktan kurtardıklarına dair söylentiler çıkması üzerine; padişahın emriyle mühendislerden kendilerine bu şekilde yolsuz ve usulsüz muamele ile para talep edilenlerin mahkemeye müracaat ederek dava açmaları hususunda gazetelere ilan verildi. 25 Temmuz 1894 günü Tercüman-ı Hakikat gazetesinde “Deprem sebebiyle muayene olunmakta olan bazı binalardan sağlam olanları çürük ve çürükleri güya sağlam ve tehlikesiz gösterilmekte olduğu duyulup bu gibi istenmeyecek hallerin yaşanması hiçbir zaman kabul edilemeyeceği ve hükümetçe yapılacak tahkikatta bu gibi bir durum ortaya çıkarsa yapanlar hakkında kanuni işlem yapılacağı ve bu şekilde bir muamele ile karşılaşanlar için mahkeme kapılarının açık olduğu ilan olunur” şeklinde bir duyuru yayımlandı.
Deprem korkusuyla yaşayan halkın bu korkusunu artırıcı “falan gün deprem olacak” şeklinde bazı söylentilerin çıkması üzerine, 17 Temmuz 1894 tarihinde yine gazeteler aracılığıyla hükümet ağzından, “Depremin yeniden meydana geleceğine dair yalan haberler çıkararak halkın aklını karıştıran kişilere itibar edilmemesi, bu rivayetlerin külliyen esassız safsatadan ibaret olduğu, artık herkesin işiyle gücüyle meşgul olması gerektiği” duyuruldu.
Depremle ilgili söylentiler sadece İstanbul’da değil, Avrupa basınında da komplo teorileri şeklinde haber yapıldı. Bugün deprem üzerine ortaya atılan “Haarp silahı” veya “depremi tetikleyen petrol kuyuları” gibi iddialara benzer bir haber Peşte’de yayımlanan Pester Lloyd gazetesinde çıktı. 28 Ağustos 1894 tarihli gazete haberinde, Mühendis Herbert Tredanfer tarafından kayaları delmek için bir burgu icat olunduğu; 15 Temmuz 1894 tarihinde Konstantinos isimli bir vapurla Marmara Denizi’nde demir atılarak işe başlandığı; açılmakta olan delik 54 bin kademe (yaklaşık 16.000 metre) ulaştığında 10 Temmuz günü İstanbul’da deprem olduğu; geminin bundan sonra Marmara’dan ayrılarak kaybolduğu yazmaktaydı.
Bu haberi 2 Eylül 1894 tarihinde Sultan 2. Abdülhamid’e bildiren Başkatip Süreyya Paşa, “Her ne kadar bu habere gerçek gözüyle bakılamaz ise de bu haber Pester Lloyd gibi önemli bir gazete tarafından yayımlanmış olduğundan tamamen gözardı edilemeyeceği ve araştırılması gerektiğini” arzetti.
Anlaşılan gazetede çıkan haber padişahta da merak uyandırmış, Zaptiye Nazırı Nâzım Paşa tarafından yapılan tahkikatın neticesi padişaha arzedilmişti. 14 Eylül 1894 tarihli tahkikat raporunda şöyle yazmaktadır: “Yapılan araştırma ve incelemeler neticesinde bu şekilde bir vapurun Marmara Denizi’ne gelip demirlemiş olduğuna dair bir ize rastlanmadığı, yurtdışı ile yapılan telgraf görüşmelerinde bu konuda telgraf merkezlerinde kayıt olmadığı, gazetenin meydana gelen deprem üzerinden böyle bir muammalı esrarengiz haber yapmış olabileceği…”
Anlaşılan gazetede çıkan haber padişahta da merak uyandırmış, Zaptiye Nazırı Nâzım Paşa tarafından yapılan tahkikatın neticesi padişaha arzedilmişti. 14 Eylül 1894 tarihli tahkikat raporunda şöyle yazmaktadır: “Yapılan araştırma ve incelemeler neticesinde bu şekilde bir vapurun Marmara Denizi’ne gelip demirlemiş olduğuna dair bir ize rastlanmadığı, yurtdışı ile yapılan telgraf görüşmelerinde bu konuda telgraf merkezlerinde kayıt olmadığı, gazetenin meydana gelen deprem üzerinden böyle bir muammalı esrarengiz haber yapmış olabileceği…”
2. Abdülhamid’in çabası
2. Abdülhamid depremden hemen sonra, 14 Temmuz1894’te Londra Sefiri Rüstem Paşa’ya bir telgraf göndererek “depremi bir-iki saat önceden haber veren bir alet olduğunun” haber alındığını, Londra’da böyle bir alet varsa satın alınarak kullanmasını bilen bir kişi ile birlikte gönderilmesini istedi. Rüstem Paşa İngiltere’de deprem konusunda oldukça geniş bilgisi olan ve bu hususta Japonya’da çalışmalar yapmış Cambridge Üniversitesi profesörlerinden Edwing ile irtibata geçti. Ancak Edwing’in, depremi önceden haber veren bir aletin olmadığını, depreme dair bu zamana kadar imal edilen “sismograf” aletinin yalnızca meydana gelen depremi kaydedip şiddetini tespit etmeye yönelik olduğunu bildirmesi üzerine, padişahın emriyle Avrupa’dan depremi kaydeden sismograf ile bir deprem uzmanı getirilmesine teşebbüs edildi. Bu hususta Viyana, Roma, Paris ve Londra sefaretlerinin yaptıkları araştırma neticesinde Roma’dan sismograf aleti satın alındı. Bu aleti kullanmak ve Osmanlı Devleti’nin hizmetinde İstanbul Rasathane’sinde Jeodinamik Şubesi Direktörü unvanıyla görev yapmak üzere deprem uzmanı Profesör Agamemnon ile sözleşme yapıldı. Profesör Agamemnon ile sismograf aleti ve ekipmanı 1895’in Ocak ayında İstanbul’a geldi.
İstanbul’da meydana gelen depremin mahiyetini anlamak üzere Atina Rasathanesi Müdürü Eginitis de padişahın talebi üzerine 22 Temmuz’da İstanbul’a ulaştı. İstanbul Rasathanesi Müdürü Kombari (Coumbary) Efendi ile birlikte deprem bölgesini ve Adalar’ı dolaşan Eginitis, gözlem ve incelemelerinin sonucunu içeren raporu 15 Ağustos 1894’te padişaha sundu. 15 sayfa ve bir haritadan oluşan bu rapor özetle şöyleydi:
“… Deprem 10 Temmuz 1894 günü öğlen 12.24’te üç şiddetli zelzele ile başlamıştır. Birinci depremden bir-iki saniye önce kaldırım üzerinden süratle birçok araba geçiyormuş gibi yer altından şiddetli sesler duyulmuştur. Bu birinci deprem yatay hareketli olup evlerdeki en hafif eşyayı bile yere düşürmemiştir. Dört-beş saniye süren birincinin ardından meydana gelen ikinci deprem çok şiddetli olup, yatay ve helozonik bir şekilde şiddeti gittikçe artarak 8-9 saniye sürüp önemli tahribata sebep olmuştur. Bu ikinci depremde de birincide olduğu gibi yeraltından sesler gelmiştir. Nihayet üçüncü deprem ikincinin devamında meydana gelip yatay dalgalı olmuştur. Bu deprem sırasında yeryüzü dalgalı bir deniz üzerinde imiş gibi sallanmıştır. Üçüncü deprem ikincisinden hafif olup 5 saniye sürmüş ve bunda da yeraltından sesler gelmiştir. Çok az aralıklarla peşpeşe meydana gelen bu üç sarsıntı toplamda 17-18 saniye sürmüştür. Depremin yönü kuzeydoğu-güneybatı istikametinde olmuştur.
Depremde yıkılan Kapalıçarşı’da bir hayli yaralı saatlerce enkaz altında kalmış ve hükümet tarafından gönderilen memurların yardımıyla çıkarılıp kurtarılmıştır. Küçük bir çocuk saatlerce ezilmiş annesinin kucağında kalmış olduğu hâlde canlı olarak bulunup kurtarılmıştır. İstanbul’daki evlerin çoğunun ahşap olması zararın az olmasını sağlamıştır. İstanbul’daki binaların diğer mahaller gibi tamamen kârgir olmaması memnuniyet vericidir. Yoksa daha çok yıkım olacaktı. Ahşap binalar depreme hayret edilecek derecede dayanmışlardır. Kötü yapılmış olan eski ahşap evler bile sağlam kalmış iken, yanlarında olan gösterişli yapılmış güzel ve yeni, hatta demirle bağlanmış olan kârgir binalar yıkılmıştır.
Ahşaptan sonra en çok dayanan binalar tuğla ile yapılanlardır. Tuğla ile yapılan duvarlar elastik ve sağlam olmakla kolay dağılmazlar. Büyükada’da tuğla ile yapılan bir evin ortası taştan olup, taştan yapılan kısmın yıkılıp tuğladan olan kısmın sağlam olduğu görülmüştür. Bu durum tuğla ile inşa olunarak demirlerle bağlanan binaların depreme dayandıklarını ispat eder”.
Üç önemli mıntıka
Atina Rasathanesi Müdürü Eginitis bir harita üzerinde depremin etkilediği alanları işaretlemiş, depremden etkilenen alanı üç mıntıkaya ayırarak şu saptamaları yapmıştı:
“1. Depremin merkezini teşkil eden ve en fazla etkilenen birinci mıntıka, Çatalca’dan İzmit Körfezi ve Adapazarı’na kadar uzayan 175 kilometrelik bir alandır. Bu mıntıka en çok hasarın görüldüğü yerdir. Adapazarı, İzmit, Gebze, Kartal, Adalar, Üsküdar, İstanbul, Büyükçekmece, Küçükçekmece, Çatalca, Marmara Denizi’nin bir kısmı, Yalova, Karamürsel, Sapanca’nın içinde bulunduğu bu mıntıkada sağlam binalar yıkılmıştır.
2. İkinci mıntıka İznik, Akhisar (Pamukova), Lefke, Yenişehir, Demirtaş, Mudanya, İmralı Adası, Marmara Denizi’nin bir kısmı, Tekirdağ, Çorlu, Ereğli, Silivri, Terkos, Beyoğlu, Büyükdere, Beykoz olup bu mıntıkada yalnızca kötü inşa olunmuş bazı binalar yıkılmış, genellikle binalarda hafifçe çatlaklar oluşmuştur.
3. Üçüncü mıntıka Bursa, Bilecik, İnegöl, Vezirhanı, Gölpazarı, Geyve, Taraklı, Hendek, İncirli, Sungurlu, Şile, Karadeniz’in bir kısmı, Istranca, Midye, Vize, Saray, Lüleburgaz, Tekirdağ, İnecik, Marmara Denizi’nin bir kısmı, Marmara Adası, Bandırma, Erdek olup, deprem şiddetli olmuş ise de bazı eşyayı yere düşürmüş veya yerinden oynatmış, binalara hasar vermemiştir”.