0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Önce padişahın kulu sonra devletin memuru

Osmanlı devlet mekanizması Fatih Kanunnamesi ile tamamen kurumsallaşmıştı. İstihdamlar, terfiler, aziller kesin kurallara bağlıydı. Bunalım, isyan ve reform dönemleri hariç, kimse rastgele işe alınmaz, sıraya, liyâkata bakılırdı. Ama devlet dairelerinde çalışanların çoğunun iş güvencesi, sabit maaşı yoktu. Maaş alan imtiyazlı yüksek bürokratların kaderi ise, “patron”un, yani padişahın iki dudağı arasındaydı.

İnsan topluluklarının “devlet” çatısı altında örgütlenmeye başlamalarıyla birlikte hiye­rarşi ve emir-komuta zinciri de şekillenmeye başladı. Osmanlı­lar devletleşme yolunda kendin­den önceki devlet tecrübelerine kayıtsız kalamazlardı. Emeviler tecrübeden uzak ilk yıllarında Bizanslı devlet adamı ve Hıris­tiyan olmasına rağmen Sercun bin Mansur ve ailesini nasıl el üstünde tuttuysa, Abbasiler na­sıl ki İran kökenli Budizmden İslamiyete geçen Bermeki ailesi­ni en üst mevkilere getirdilerse, Osmanlılar da ilk dönemlerin­den itibaren çok sayıda Bizanslı asilzade ve yöneticiyi Müslüman olduktan sonra istihdam ettiler. İlhanlılar devrinde de birçok va­li ve defterdar Yahudi asıllıydı. Selçuklu, İlhanlı Devletleri ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü topraklara özgü yönetim gelenekleri oluşmuştu. Osmanlılar kendilerinden önce­kilerin benimsedikleri yöntem­lerle teşkilatlarını geliştirdikçe, kendi ihdas ettikleri usulleri de kabul ettirdiler. Böylelikle sis­temleşen mekanizmada başta Osmanoğulları Hanedanı’nın erkek neslinden bir padişah ve yönetim kademelerinde yer alan kul taifesi ve tebaa ile klasik ça­ğın yönetim anlayışı geçerliliğini sürdürmüştü.

Zamanla gelişen yapı içeri­sinde devlet kademelerinde is­tihdamın belirli kuralları ortaya çıktı. Osmanoğlu Hanedanı’nın dışında bir ailenin kök salması asla istenmedi. Anadolu Beylik­lerinden gelen ailelerle akraba­lık kurulmuş olsa bile nüfuzları eritildi, etkisiz hale getirildiler. Çandarlılar ilk tasfiyenin kurba­nı oldular.

Devlet kapısı Aynı zamanda devletin yönetim merkezi olan sadrazam konağı 19. yüzyılın ortalarından itibaren Bab-ı Âli olarak anılmaya başlandı. Devlet büyüdükçe, sadrazamın yetkileri genişlemiş, Bab-ı Âli’nin önemi artmıştır.

Fatih Kanunnamesi ile ta­mamen kurumsallaşan devlet yönetiminde, görevlilerin in­tisap, istihdam, istihkak, terfi ve azilleri ile ilgili kesin kural­lar oluşturuldu. Merkez ve taşra teşkilatlarında rütbeler, daireler ve mansıplar belirlendi. Bura­larda görevlendirilebilmek için şartlar konuldu. 1856 Islahat Fermanı’na kadar ancak Müslü­man olanlar devlet memuru ola­bilirdi. Kâtip kalemlerine (bü­rokrasiye) muhakkak imtihanla girilirdi. Devlette istihdama yö­nelik Enderun gibi okullar, med­reseler olsa da buralardan çıkan mezunların ilerlemiş yaşlarda istihdamı tercih edilmediğinden, küçük yaşta çırak usulüyle ka­lemlere alınan çocuklar bir mek­tep şeklini alan dairelerde eğiti­lirlerdi. Çalışanların çocukları­na %30 nispetinde bir kontenjan sağlanması kanundu. Bunların içinden kendini ispat edebilen­ler zamanla devlet dairelerinde asli unsur olurlardı. Boşalan bir görevin rastgele birine verilmesi mümkün değildi. “Silsile-i mera­tip” usulüne uyulur, Mülâzemet Defterlerindeki (rütbe sırası ve­ya nöbeti) bekleme sıralarına gö­re, boşalan makama sırası gelen geçer, kendinden öncekiler de birer sıra öne gelirdi. Büyük bunalım ve reform dönemlerinde bu kuralların ha­sıraltı edildiği görülmektedir. Halil Hamid Paşa’nın sadra­zamlığı sırasında (1782-1785) gerçekleştirdiği kadrolaşmanın büyük tepki topladığı bilinmek­tedir. Rakamlar günümüz için komik derecede küçük olsa da merkez bürokrasisindeki görevlendirmelerin 51’inin yeni ata­ma olması o güne kadar rastla­nılmayan bir durumdur. Birinci Abdülhamid’e darbe hazırlığında bulunduğu suçlamasıyla azledi­lip öldürüldüğünde, Halil Hamid Paşa tarafından doldurulan kad­rolar büyük ölçüde tasfiye edildi. Osmanlı devrinde daha sonra aldığı anlam bakımından “ten­sikat” tabiri ile karşılanabilecek ilk olay budur.

Ortaya çıkan devlet yapı­sında görevliler, üç ana koldan birinde yer alırlardı. Sadrazam “Sahib-i Devlet” unvanına sa­hip olsa da devletin merkezin­de Bab-ı Asafi (Sadaret kapısı; Mülkiye), Bab-ı Defteri (Defter­dar kapısı; Maliye), Bab-ı Meşi­hat (Şeyhülislam kapısı; Maarif ve Adliye) olarak sınıflandırı­lan yönetim yapısının ayrı ayrı yetki ve sorumlulukları vardı. Bu üç ana kolun mensuplarına “Seyfiye, Kalemiye, İlmiye” ri­câli adı verilirdi. Yüzyıllar için­de bazen farklı uygulamalar ol­sa da örgütlenme şeması bu şe­kilde olan Osmanlı memurunun günümüzdeki “devlet memur­luğu” kavramına çok uzak bir yapıda teşkilatlandığı açıktır. Devlet dairelerinde çalışanların çoğunun iş güvencesi, sabit bir maaşı bulunmazdı. Bir anlam­da kadrolu olabilmek, saliyane­li veya ulufeli yani sabit maaşlı bir kâtip olabilmek çok azının ulaşabildiği bir imtiyazdı. Bazı­ları kalemlerin işlemlerinde, iş sahibi vatandaşların ödemek­le yükümlü olduğu “kalemiye harcı” denilen ücretlerin rütbe­lerine göre memurlara dağıtıl­masıyla elde edilen değişken gelirlere sahiplerdi. Bir kısmı da doğrudan doğruya atiyye ve ih­san alırlar ama miktarı ve öde­me tarihleri verenin paşa gön­lüne göre değişirdi.

Kalem odası 1989 Tanzimat fermanına kadar geçerli olan yapılanmaya göre, devletin üç ana kolundan biri de Bab-ı Defterî (Defterdar Kapısı), yani Maliye’ydi. Bu kolun mensuplarına “kalemiye ricâli” adı verilirdi.

Devletten maaş alanlara “As­kerî Sınıfı” adı verilirdi. Bütün divan üyeleri, meşihat mensup­ları, valiler, kadılar, sancakbey­leri, mütesellim ve voyvodalar bunlar arasındaydı. Yüksek ma­aş ve imtiyazları olabilir, ancak işverenleri olan padişah tarafın­dan her an azledilebilir veya ha­yatlarına son verilebilirdi. Üste­lik eceliyle veya siyaseten ölüm­leri halinde tüm mal varlıkları devlet tarafından müsadere edi­lirdi. Geride bıraktıkları malları, padişahın tavrına bağlı olarak belki tamamen aileye iade edile­bilir, bazen de çok az şey kalırdı.

Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da kanlı bir şekilde ortadan kaldırıl­ması ile devletin o zamana kadar görmediği bir tasfiyeye girişildi. Yüzlerce yeniçeri ve devlet ada­mı kargaşada can verdi, birçoğu sürüldü. Reformların ardı arka­sı kesilmedi ve 1839’da Tanzi­mat’ın ilanından sonra, devlet memuru anlayışında büyük de­ğişiklikler oldu. En önemlisi mal müsaderesi ortadan kalktı. Can güvenlikleri sağlandı. “Siyaseten katl” anlayışı tarihe karıştı.

Giderek küçülen devletin azalan gelir kaynakları, istih­dam politikasının gevşekliği yüzünden şişen askerî ve mül­ki kadroları beslemeye yetme­dikçe, yeni arayışlara geçildi. Bu dönemde “tensikat” ve “ıslahat” tabirleri yan yana kullanılır ol­du. 1843’ten itibaren Tanzimat reformlarını sürdürebilmek, ül­kenin kalkınmasını sağlamak, verimsiz kaynakları geliştir­mek gayesiyle atılan adımlara da “Tensikat” denildi. Ordunun ıs­lahatı için de tensikat faaliyetle­rine girişildi, çok sayıda memur ve asker açığa çıkarıldı.

Sultan İkinci Abdülhamid devrinin başlarında, anayasal bir toplum düzeniyle kanun ve nizamların esas alındığı bir düz­leme kavuşulması hedeflendi. Meşrutiyet deneyimi kısa sürse de kanun devleti olma ısrarın­dan vazgeçilmedi. 1883 yılında­ki Memurin-i Mülkiye Kararna­mesi ile günümüze kadar süren “Kamu Personel Rejimi”nin te­melleri atılarak, çalışma saatle­rinden emekliliğe kadar düzen­lemelerin olduğu modern bir an­layışa geçildi.

Devamını Oku

Son Haberler