Osmanlılar’da gayrimüslimlerden alınan cizye vergisi, 1855’te kaldırılıncaya kadar devletin en önemli gelir kalemlerinden biri oldu. Asırlarca İslâmiyet’e göre “nas” olarak kabul edilen ve değiştirilmesi, ilgası akla bile getirilmeyen cizyenin kaldırılması, Kırım Savaşı’ndan itibaren Batı’nın dayattığı şartlar sonucu gerçekleşmişti. Kaybolan belgelerin izinde…
Osmanlı Devleti’nin Kur’an’a dayanan şer’i kaynaklı vergilerinden olan “Cizye Vergisi”, buluğ çağına ermiş gayrimüslim erkeklerden; bunların sağlıklı, görünür bir sakatlığı bulunmayan, iş-güç sahibi olanlarından alınırdı. İstisnai şekilde askerliğe alınmayan Müslüman Çingeneler de cizye mükellefi sayılmışlar ve bölgelerindeki gayrimüslim Çingeneler’den daha düşük bir miktarda “Kıptiyan Cizyesi” ödemekle yükümlü olmuşlardır.
Devletin ilk zamanlarından itibaren uzun bir süre rahip, papaz, manastırda inzivada yaşayan keşişler gibi din adamlarından alınmasa da, 18. yüzyıldan itibaren onlar da mükellef sırasına konmuştur. Yaşlılar, kadınlar ve çocukların tamamen muaf tutulduğu bu vergi uzun asırlar boyunca farklılıklarla uygulanmış, ancak İslâmiyet’in ilk devirlerinden itibaren ana hatlarıyla aynı kalmıştır; zamanla Osmanlı Devleti’nin en önemli gelir kaynakları arasına girmiştir. Dönemlere göre değişiklikler olsa da, bütçe gelirlerinin % 10 ilâ % 20’sinin sağlandığı önemli bir kalem oluşturmuştur.
Mükellefler maddi güçlerine göre “âlâ-evsat-edna” yani “zengin-orta hâlli-yoksul” diye üç sınıfa ayrılmıştır. Ödedikleri vergi -teorik olarak Hz. Muhammed döneminde uygulandığı söylenen- zenginden 48, orta hâlliden 24, yoksuldan 12 dirhem (1 dirhem = 3.207 gram) saf gümüş karşılığı alınmaya çalışılmışsa da; her dönem ve Osmanlılar’ın her bölgesi için aynı miktarda olmamış, enflasyonist baskının hissedildiği yıllar içinde de değer kaymaları yaşanmıştır. Bazı yıllar seyyanen herkese aynı vergi salınmış ve ortalama değer olarak “1 altın” üzerinden alınmıştır.
Osmanlı tebaası Müslümanlar’la gayrimüslimler, Gülhane Hatt-ı Hümayunu’na (1839) kadar eşit sayılmadılar. Müslümanlar’a karşı şahitliği kabul edilmeyen, onların evlerinden daha yüksek ve gösterişli ev yapmalarına, ata binmelerine, sarı mest/pabuç giymelerine izin verilmeyen gayrimüslimler, bir de cizye vergisi ödemekle yükümlü kılınmışlardı.
Gayrimüslimler, Kur’an’ın Tevbe Suresi’nin 19. Ayeti’nde (farklı yorumlar olsa da) “küçük düşürülüp kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşılması” istenilen kişilerdir. Bu durum, şüphesiz onların toplumsal psikolojileri üzerinde de sarsıcı etkiler yapmıştır. Diğer taraftan, Müslümanlar’ın askerlik yükümlülüğü varken askerlik yapmayan ve buna karşılık korunmaya alınan (ehl-i zimmet) gayrimüslimler, devletin çöküş dönemlerinde savaşlarda kırılan, ticaret ve sanat erbabı olmaktan uzaklaşan Müslümanlara göre nüfuslarını korumuş; daha avantajlı bir durum elde etmişlerdi. Yine de cizye ödememek için isyanlara kalkışmışlardır.
Ağırlıkla İslâmî fıkıh kurallarına göre yönetilen devlette, cizyenin tahsilatı her yıl hicrî yılbaşı olan 1 Muharrem’den başlatılırdı. Bu maksatla yurdun dörtbir yanına gönderilen fermanlarda, Kur’an’dan, hadis ve fıkıh kaynaklarından ilgili deliller zikredilerek cizyenin meşruiyeti vurgulanırdı. Cizye tahsildarlarına reayaya zulmedilmemesi, hile ve yolsuzluktan uzak durulması mutlaka tembih edilirdi. Buna rağmen insan faktörünün devreye girdiği akçeli işlerde yolsuzluklar kaçınılmaz oluyordu. Reayaya yapılan haksızlık ve zulüm sadece tahsildarlar, kadılar, idareciler tarafından değildi; kimi yıllarda vergi tahsilatı maktu olarak kilise adamları tarafından yapılıyor ve onlar da kendi dindaşlarını zulüm ve haksızlığa maruz bırakabiliyordu.
Osmanlı Devleti’nin samimi olarak bu yolsuzlukları önlemeye çalıştığı bir gerçektir. Padişahlar, valide sultanlar, padişah kızları, özellikle kendi haslarında, mukataalarında yaşayan gayrimüslimlerin haklarını korumaya, onları ezdirmemeye dikkat etmişlerdir. Cizye tahsildarları, âmilleri, câbileri arasında yolsuzluğa ve gayrimüslimlere eziyete kalkışanların cezalandırılmalarına, haksız yere alınan vergilerin mükelleflere iadesine dair çok sayıda ferman ve belge vardır. Bunlardan görebildiklerim içinde, 2. Mahmud’un (1785-1839) hatt-ı hümayunu en etkileyici olanıdır. Kara Yorgi’nin Sırp İsyanı sırasında tedip edilen ve Osmanlı tabiiyetini yeniden kabul eden 100 bin kişiye eski cizyelerinden daha yüksek miktarda vergi tarh edilmesi için izin isteyen Sadrazam Hurşid Ahmed Paşa’ya; “Ziyade evrak sürüp [cizye evrakı] hizmet göstermek için reayayı tazyik etmesin. Mülke akçeden ziyade reaya lazımdır. Aslından buna dikkat olunmayıp hemen bugünkü faideye bakılarak ekser umur yolundan çıkmağa sebep olmuştur” cümlelerini bizzat kalemiyle yazan 2 Mahmud buna izin vermemiştir (TSMAe, 711/20).
Devletin bilhassa askerî hususlarda istihdam ettiği martolos, voynuk, madenci, tersane işçisi gibi görevliler ile tulumbacı, hekim ve benzeri sivil görevlerdeki iş-güç sahibi gayrimüslimler, talepleri halinde genellikle cizyeden muaf tutulurlardı. Ecnebi sefaretlerinde hizmetkarlık eden Osmanlı tebaasından gayrimüslimler başlangıçta az sayıda olduklarından cizyeden muaf sayılmışlardır. Ancak zamanla sefirlerin, konsolos ve ahidnameli tüccarların bu imtiyazı istismar ederek çok sayıda gayrimüslime muafiyet almaları devleti fazlasıyla rahatsız etmiş ve bu durumun izalesi için yoğun mesai sarfedilmiştir.
Tanzimat Devri, cizye vergisi gibi “nas” olarak kabul edilen bazı İslâmî kuralların temelli kaldırıldığı veya yumuşatıldığı bir dönemdir. Kanunî döneminde “faizin haramlığı” varken, para vakıfları yoluyla paranın ve “muamele-i şer’iye” adı verilen dolambaçlı yollarla faiz geliri elde edilmesine nasıl izin verilmişse; 19. yüzyılda da köle ticaretinin yasaklanması, mürtedin (İslâm’dan çıkan) öldürülmesi, müslim-gayrimüslim eşitsizliğinin giderilmesi, cizyenin kaldırılması gibi, geçen Osmanlı asırlarında “dokunulamaz ve değiştirilemez” diye bilinen konularda, Batı dünyasının istekleri doğrultusunda hareket edilmiştir. Mürted ve şahitlik meselesinde dinî hükümlerin ortadan kaldırılmasına cesaret edilemeyerek, ecnebilerin davaları şer’i mahkemelerden adliye mahkemelerine alınmış; İslâmiyet’ten çıktığı için katledilmesi gerekenler hakkında hüküm verilmesi geriye bırakılmış veya hükümler infaz edilmemiştir.
Asırlarca nas olarak kabul edilen ve değiştirilmesi, ilgası akla bile getirilmeyen cizye vergisinin kaldırılması, 19. yüzyılda düvel-i muazzama tarafından Osmanlı Devleti üzerinde kurulan baskı sonucu gündeme gelmiştir. 1848 devrimlerinin Avrupa’da yarattığı kargaşa ortamından ve ulusların bağımsızlık mücadelesinin Osmanlı gayrimüslimlerine yansımasından ürken Osmanlı yönetimi; İngiltere Büyükelçisi Canning’in eşitlik, mürted, şahitlik, gayrimüslimlere rütbe verilmesi ve cizye gibi konulardaki taleplerini ilk defa 1850’de uzlaşmacı bir niyetle ele almışsa da hafif makyajdan başka bir düzenleme yapmamıştır (BOA.İ.DH. 213/12447).
Aynı taleplerin yerine getirilmesi, 1853-56 Kırım Savaşı’nda Rusya’ya karşı Fransa ve İngiltere ile kurulan ittifakın ardından Osmanlılar’ın Paris Konferansı’na katılabilmeleri için şart koşulmuştur. Babıâli bürokrasisi bu dayatma karşısında, şeyhülislamlık ile yürüttüğü müzakerelerde İslâm tarihinden “duruma uygun” bir delil aramış ve Hz. Ömer’in Hıristiyan Arap kabilesi Beni Tağlib’in talebi üzerine onlardan cizye alınmamasına yönelik kararına/içtihadına dayanarak tüm Osmanlı ülkesindeki gayrimüslimlerden cizye vergisini kaldırmıştır (1855).
Cizye kalkınca gayrimüslimlerin askere alınmaları gündeme gelmiştir. O sırada kimi devlet adamları tarafından Hıristiyanların askere alınmaları uygun görülmediğinden ve gayrimüslimler de zaten askerlik yapmak istemediklerinden, cizye yerine bedelli askerlik getirilmiştir. 1909’da gayrimüslimlerin de zorunlu askerlik ile yükümlü kılınmasına kadar, bu bedel uygulaması yürürlükte kalmıştır. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti’nde cizye tamamen kalkmış ve toplumsal hafızadan da büyük oranda silinmiştir.
Cizye kağıtları, Osmanlı diplomatikası açısından “tezkire” başlığı altında sınıflandırılan belgelerdendir. Devlet ile vatandaş arasındaki akçeli ilişkilerin kısa-öz cümlelerle, stilize yazı ve işaretlerle oluşturulduğu bu tür tezkirelerin çoğu maliye kalemlerine aittir. Tanzimat öncesi dönemde defterdarların idaresinde olup “bab-ı defterî” olarak adlandırılan maliye bürolarından Cizye Muhasebesi Kalemi, konuyla ilgili her türlü belge ve defterin hazırlanıp tutulduğu bürodur. Bu büro, Tanzimat’ın ilanından kısa bir süre önce “bab-ı defterî” yerine oluşturulan Maliye Nezareti bünyesinde, cizye vergisi kaldırılıncaya kadar varlığını sürdürmüştür.
İstanbul’un fethi öncesi yıllara ait evrak ve defter nadir olduğundan bunların kayıtlarına vakıf olmasak da, kuruluştan itibaren gayrimüslimlerden cizye vergisi alınmıştır. Cizye Muhasebesi Kalemi’nde hazırlanan cizye tezkireleri vergiyi ödeyen reayaya teslim edilip yanlarında kaldığından, arşivlerimizde bunların çok az sayıda örneği mevcuttur. Arşivlerde bulunanlar da mükelleflerin ölümüyle gayrimüslim kocabaşıları tarafından kayıttan düşülmesi için teslim edilenlerden, gerekli boşlukları doldurulmamış örneklerden veya konu olduğu davanın belge eki olarak işi bitince arşivlere kaldırılanlardan ibarettir.
Cizye tezkireleri, bugünün A4 ebadındaki bir tabaka kağıdın her çeyrek kısmına 1 adet tezkire isabet edecek tarzda kesilmiştir. Bazı yıllara ait tezkirelerin kenarları, ıstampa ile basılmış motiflerle çerçeve içine alınmıştır. Yalova’da 1744’de İbrahim Müteferrika tarafından kurulan kağıt fabrikasında, 1760’a kadar cizye kağıdı üretilmiştir. Fabrikada çalışan zimmîler, her yıl belirli miktarda cizye kağıdı üretip Cizye Muhasebesi’ne teslim etmeleri karşılığında bu vergiden muaf tutulmuşlardı. 1. Abdülhamid devrinde, 1784’te, cizye kağıtlarının matbaada basıldığının kayıtlarına rastlanılmıştır (BOA.HAT. 807). Matbu veya gayrimatbu kağıtların mühürleme işlemleri Cizye Muhasebesi’nde yapılır; her bölgenin cizye defterlerindeki mükellef sayıları ve sınıflarına göre evrakı hazırlanır; bunlar torbalara doldurulduktan sonra mühürlenir ve defterleri koruyan birlikte tahsildarlarla birlikte bölgelerine gönderilirdi.
Kağıdın en üstünde yer alan iki mühürden biri, cizyenin “âlâ-evsat-edna” sınıflarından hangisine ait olduğunu, diğeri ise cizye tahsilatının hicrî yılını gösterir. Alttaki iki mühürden biri başdefterdara, diğeri cizye muhasebecisi efendiye aittir. Bazı evrakta 5. mühür olarak cizye mülteziminin adı bulunur. Kaza adı yazıyla değil mühürle vurulmuşsa, mühür adedi 6’ya çıkar. Üstteki ilk satırda cizyenin hangi gayrimüslim tabakaya ait olduğu “Cizye-i Gebrân/Yahudiyân/Kıbtiyân” ibaresiyle yazılır; ait olduğu kaza neresiyse oranın adı da alt satırda belirtilir. Onun altında, ortaya gelecek şekilde mükellefin baba adıyla birlikte adı ve eşkalinden ayırt edici özellikleri (uzun boylu, ela gözlü, açık kaşlı, sarı bıyıklı, matruş, bir eli çolak vs.) kaydedilmiştir. Cizye muhasebesi usullerinde, evrak üzerinde “Hıristiyan” tabiri kullanılmaz, Sâsâni devrinden itibaren Mecusî, Ateşperest anlamına gelen “gebr” kelimesinin çoğulu olan “gebran” tabiriyle Hıristiyanlar kastedilir. Türkçede kullanılan “gavur” kelimesi de bazı yorumlara göre kafir kelimesinin değişime uğramış şekli olmayıp “gebr” sözcüğünden gelmiştir.
Kaynaklarımız genel olarak cizye kağıtlarının ilk defa 1691’de Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa’nın cizye reformuyla, cizyesini ödeyen gayrimüslim mükelleflere teslim edilmek üzere ihdas edildiğinden sözetseler de; 1604 (1013) yılından örnekler (BOA.D.CMH.1/23) ile, Haremeyn Evkafı reayalarının bağlı bulundukları vakfa cizyelerini ödediklerinde verilen 1624 (1034) yılından tezkireler vardır (TSMAe. 1412/46). Bunların şekilleri de 1691 reformunda ihdas edildiği söylenen tezkirelerden farklı değildir. Aslında, mükelleflerin ödedikleri cizye karşılığında aldıkları bir makbuz mahiyetinde olan bu tezkireler, Osmanlı devrinde icat edilmiş değildir. Hz. Ali ve Hz. Ömer’in halifelikleri sırasında cizyelerini ödeyenlere tahsildarların deri parçasından mamul mühürlü makbuzlar verdikleri, bazen de o makbuzları boyunlarına astırdıkları kayıtlıdır. Osmanlı devrinde de cizye kağıdını alan mükellefler bunları mutlaka yanlarında taşımakla ve kırda, şehirde, yolda karşılarına çıkan cizye kolcuları istedikleri takdirde ibraz etmekle yükümlüydüler. Arşivimizde mevcut cizye tezkirelerinin, sahipleri tarafından 5-6 kez katlanıp küçük bir muska boyutuna indirildiği anlaşılmaktadır. Muhtemelen bir muskanın içinde taşındığını gösteren kat yerleri hâlen görülmektedir.
Yürürlükten kaldırılan matbu veya gayrimatbu cizye belgelerinin toplu hâlde bulunduğu Topkapı Sarayı Kubbealtı’nda, bunların lüzumsuz sayılarak saray mutfaklarında yakılması için 1881’de çeşitli girişimlerde bulunulmuştur (TSMAe. 626/45; 630/90). 1883’te, Kubbealtı’nın tamir edilmesiyle ilgili bir belgede (TSMAe. 607/1) ise hâlen orada durduklarına bakılırsa, bu ilk girişime izin alınamamış demektir. Topluca günümüze intikal eden cizye belgeleri olmadığına göre; bunlar ya tespit edemediğimiz bir tarihte imha edilmişlerdir ya da Abdurrahman Şeref Bey’in 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra kurulan Tarih-i Osmanî Encümeni adına Kubbealtı’ndaki evrakı Hazine-i Evrak’a naklettirdiği sırada çürüdüğü tespit edilen belgeler arasındadır.