İslâmi kültürün kavramları olan “şehitlik” ve “gazilik”, tarih boyunca farklı tanım ve algılarla gelişti. Musevî ve İsevî toplum kültürlerindeki “martyr”den “şehit-gazi” kavramına nasıl gelindi? Osmanlı dönemindeki tanımlamalar ve uygulamalar nasıldı? Ve 19. yüzyıl ortalarında öne çıkan vatan kavramıyla birlikte bu kavramlar nasıl değişti?
Günümüzde genellikle İslâmi kültürün bir unsuru olarak değerlendirilen “şehitlik”, anlam ve nitelik itibariyle pek farklılık göstermeden İsevî ve Musevî toplumların kültürlerinde de yer alır. Araplar “şehit” kelimesini “bilen, bir olaya tanık olan” anlamıyla karşıladıkları gibi, Grekçe’den Latince’ye geçen “martyr” kelimesi Hıristiyanlıkta da aynı anlamda kullanılmaktadır.
Her iki dinin mensupları bu kelimeyi kavramlaştırarak “Allah yolunda öldürülüp öteki dünyada kurtuluşa ereceklere, mükâfatlandırılacaklara” tahsis etmişlerdir. Bu tahsisin İslâm’daki alt bölümlenmesi savaşçıları, Hıristiyanlıkta ise eziyet ve işkencelere maruz kalıp ölen din ulularını kapsar. İlk dönem Hıristiyan din ulularına zamanla “aziz-azize” unvanları verilerek, bunlar en büyük “martyr”ler olarak anılacaklardır. Hıristiyanlığın ayrı “religion”lara bölünmesi ile itikadi farklılıklar ortaya çıktığında azizler kültünü reddeden Protestanlık, şehitliğe itiraz etmez. Batı kültürüne öylesine yerleşmiştir ki, Fransız İhtilali sırasında kilise kurumu yerle yeksan edilse de devrimciler “martyr” kavramını hiç çekinmeden kullanmışlar, özellikle 1848 Devrimlerinde ölenleri “devrim şehidi” olarak adlandırmışlardır. Sol, sosyalist hareketlerin metafizik bağlam dışında yeni ve evrensel bir anlam yükledikleri “devrim şehidi” kavramı, günümüzde de tüm canlılığı ile yaşamaktadır.
Yahudiliğin başlangıç evresinde “öldükten sonra öteki dünyada dirilme” tasavvuru bulunmuyordu. Günahkâr veya dindar ölenlerin ruhlarının yeraltında karanlık bir âleme gittiğine inanılıyordu. Dolayısıyla öbür dünyada mükâfat veya ceza da zihinlerde yer almıyordu. Bu dönemin Museviliğinde şimdiki anlamıyla “şehitlik” kavramı oluşmamakla birlikte, Yahudi inançlılarının fedâ ettikleri canlar zamanla Talmud paralelinde gelişen itikatlarının gereği olarak “Tanrı isminin kutsanması” olarak değerlendirildi. Bu anlayışın İslâm şehitlerinin “İ’la-yi Kelimetullah uğruna” yani “Allah isminin yüceltilmesi yolunda” canlarını feda etmesiyle benzerliği ortadadır. Uzakdoğu ve Hint kıtasındaki bazı dinî-felsefî anlayışlarda da benzeri yaklaşımlar sözkonusudur.
İslâm’ın kutsal kitabı Kuran, birçok ayette şehâdet ve şehitlerden bahseder. İlk Müslümanlar bizzat Hz. Muhammed’in komutasında Mekke müşrikleriyle defalarca savaşmıştır. Gerçekleşen savaşlarda çok sayıda sahabenin ölmesi, şehitlik kavramının da gelişmesine yol açan zemini hazırlamıştır. Kendi içinde çok çeşitli anlam bölünmelerine uğrayan bu kavramın kapsamı genişlemiş, savaşlarda ölenlerin dışında, yol kesen eşkıyanın katlettiklerinden, yangınlarda ölenlere; ilim tahsili yolunda ölenlerden, doğum sırasında ölen kadınlara kadar farklı derecelerde şehâdetler tarif edilmiştir.
Hz. Muhammed’in ve Kuran’ın övgüsüne mazhar olundukça yoğun bir teşvik gören Müslüman fertler, şehitlik emelini gerçekleştirmek uğruna girdikleri savaşlarda olağanüstü kahramanlıklar sahnelemişlerdir. Bu arada Hz. Hamza gibi etkili savaşçıların şehâdetleri travma yaratmamış, öldükten sonraki makamının yüceliği geride kalanların da Hz. Hamza’ya öykünmelerine sebep olmuştur.
En trajik vaka ise Hz. Muhammed’in torunu, Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin ve yanındaki 72 kişinin Kerbelâ’da Muaviye oğlu Yezid’in adamlarınca katledilmesi olmuştur. Burada açıkça gayrimüslim olmayan bir grubun katliamına maruz kalındığı halde maktullerin hepsi şehit mertebesine yükseltilmiştir. Bu adlandırma, sonraki yüzyıllarda büyük bir kısmı Şii ve Sünni iki toplum haline gelen Müslümanlar’ın nadiren ittifak ettiği hususlardandır. Kerbela şehitlerinin gömüldüğü yer sonradan “Meşhed” yani şehitlik olarak anılacak ve bu yönüyle de İslâm dünyasında en önemli ziyaret kültlerinden birini oluşturacaktır.
Hz. Muhammed’in savaşlarına “Gazve” adı verilirdi. Katılanlar eğer ölmemişlerse “gazi” olurlardı. Şehitlikle aynı derecede övgüye mazhar olan gazilik, İslâm fetihlerini kısa sürede uzak ülkelere ulaştıran motivasyonun en önemli unsurlarındandı. “Ölürsem şehit kalırsam gazi” formülü çok etkileyiciydi. Çünkü şehit öbür dünyanın vaadedilen nimetlerine boğuluyor, gazi ise hem ahiret sevabı alıyor hem de elde edilen ganimetten pay alma hakkını kazanıyordu. Ganimetlerin en temiz ve helal kazançlardan biri olarak değerlendirilmesi, “Allah’ın adını yüceltme” gayesi gütmeden sadece ganimet için savaşlara katılanları da cezbetti. Bu nitelikteki gazi ve şehitlerin durumu tartışmalı olsa da “gerçek niyetlerini Allah bilir” denilerek zahiren görünüş ve niyetlerine göre şehit ve gazi sayılmaya devam edildiler.
Şehit aileleri ve gazilere devletin ilgisi
1828 Osmanlı-Rus Savaşı’nda sağ ayağından yaralanıp gazi olan Balçıklı
Ali’ye, bizzat Hekimbaşı Mustafa Behçet’in iş göremezlik raporuna istinaden maaş bağlandığı (Solda); Padişah doktoru raporuyla üç gaziye maaş bağlandığı (Ortada); Domaniç köyleri ahalisinden şehit olan redif askerlerinin eş ve çocuklarına 1865 Ağustos maaşlarının ödendiğini gösterir mühürlü liste (Sağda)
Osmanlılar’a gelinceye kadar şehadet/şehitlikle paralel gelişen “gazilik” olgusu, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundaki dinamikleri belirlemede halen süren tartışmaları da beraberinde getirdi. Osman Gazi’nin yanındaki silah arkadaşlarından bazıları gazi, bazıları alp unvanını taşırdı. Özünde aynı kapıya çıkan bu unvan veya lakaplara sahip komutanların isimleriyle anılan yerleşim yerleri, Selçuklu Devleti’nin Bizans sınırlarında “uç”ta yer alan küçük bir beyliğin, kısa sürede diğer beyliklerden “gaza” avantajı ile öne geçtiğinin göstergesi gibidir. Doğu ve Güney Marmara’daki Turgut Alp, Gündüzlü, Konurlar, Konur Alp, Akçakoca, Mihal Gazi, Karamürsel isimli köy ve kasabalar, Bizans’tan fethedilen bu yerlerin, fetheden komutanlar ve ailelerine dirlik olarak verildiklerinin ispatıdır. I. Murad’ın Gazi Evrenos’a, Gümülcine’den Siroz’a ve Horpeşte’ye kadar kendi kılıcı ile fethettiği bir sancaklık bölgeyi verdiği düşünülürse paylaşımın büyüklüğü anlaşılır (BOA.HAT, 1655/1).
Ganimet dağıtımında gazilerin tamamına şehir, kasaba ve köyler düşmezdi elbette. Bunlar da belirli ölçülerde dirlikler verilerek memnun edilir, böylelikle sonraki akınların askerî kadroları garanti altına alınırdı. Timar sisteminin adalet ve hakkaniyet ile tesisi de bu şekilde başlamıştır.
Uğur-ı Hümayun
İlk dönem fetihlerinde sadece gaza olgusuyla hareket edilmediğine yönelik söylemin de sağlam delilleri vardır. Gaza/gazi terimlerine 15. yüzyıl öncesinde Anadolu’da pek rastlanmadığı, sonraki dönemlerde kullanıldığı tezi de yabana atılamaz.. Bu tespite rağmen gazi kavramının yerine bir başkasının ikame edilip edilmediği meçhuldür. Muhtemeldir ki pek dikkat alınmayan “uğur-ı hümayun/uğur-ı padişahî” deyimi burada belirleyici oluyordu. Padişahlar gönderdikleri fermanlarda, guzât-ı İslâm’ı seferle görevlendirdiklerinde, uğur-ı hümayun/padişahî için çalışmalarını, savaşmalarını özellikle belirtirlerdi. Açıkça, askerden padişah yoluna can vermesi istenilirdi.
3 Numaralı Mühimme Defteri’nin 1021. hükmü 1560’ta Basra’da ölen askerlerin padişah uğruna şehit olduklarını açıkça kaydeder. Bu durumun İslâm hukuku özelinde şehitlik kavramına halel getirip getirmediği tartışılmamıştır ama, ölenlere şehit denilmeye devam edilir. “Tanrının yeryüzündeki gölgesi olan Halife” itikadıyla şekillenen düalist bir yapının gereği olarak 17. yüzyılın bozgun zamanlarındaki hükümlerin çoğunda, “uğur-ı padişahî” yanında “rıza-yı İlahi”, “Din-i Mübin-i İslâm” için de savaşılması gerektiği sıklıkla vurgulanırdı. Divan-ı Hümayun’un erken dönem Mühimme Defterleri’nde çok sık rastlanan bu tabirin sadece kapıkullarına yönelik kullanıldığı sanılmamalıdır. Yeniçeri Ocağı sonrasında da toplumun her kesiminden bireyler, arzuhallerinde olsun, mektuplarında olsun, “uğur-ı padişahî”de kolunu, gözünü kaybettiklerini; babalarının, evlatlarının padişah yoluna can verdiklerini gururla belirtmişlerdir. Uğur-ı padişahî tabiri II. Abdülhamid devrinin sonuna kadar yaygınlıkla kullanılır.
Şehit ve gazilerin imtiyazları
Avrupa’nın baron, vikont, kont gibi alt düzey soylu toprak sahiplerine denk gelen ve timar sistemi bozulmasaydı aristokrat bir sınıfın gelişmesini sağlayabilecek sipahi, zaim, miralay, beylerbeyi şeklinde sıralanabilecek toprak sahipleri şehit olduklarında, vârislerinin hakları korunurdu. Savaşlarda şehit olan dirlik sahiplerinin geride bıraktıkları mağdur edilmemeye çalışılırdı. Şehit timarlı sipahilerin erkek çocukları küçük olsa da alaybeylerinin arz etmeleri halinde büyüdüklerinde “timarın başına geçmek ve sefere eşmek” şartıyla babalarının timarını sahiplenirlerdi. 16. yüzyıl sonu itibariyle bu yapı çok yerde bozuldu. Güçlenen merkezî dairelerde yer alan bürokratlar, savaşlarda ölenlerin dirliklerine el koymaya, kendi üzerlerine berat ettirmeye başladılar. Şehitlerin akan kanı yerde kaldı. Üstelik el koydukları bölgelere gönderdikleri mütesellimlerin keyfi yönetimlerine, zulmüne maruz kalan ahalinin topraklarını terkedip Celali saflarına katılmalarına sebep oldular.
Osmanlı döneminde yaralanan gaziler de ihmal edilmez, maluliyet maaşına nail olurlardı. Bizzat hekimbaşının veya maiyetindeki hekimlerin muayenesinden sonra maluliyet dereceleri tespit edilir ve tatmin edici maaşlarla tekaüde sevkedilirlerdi. Emekli olarak hayatlarını sürdürürken vergilerden muaf olmaları için de berat verilirdi. Şehit ve gazilerden İstanbul’da sakin olanların yakınlarına Tersane fırınından günlük ekmek tahsisatları olurdu (BOA. C. BH, 38/1787)
İlginç bir olay da 1772 yılında meydana gelmiştir. Osmanlı-Rus Savaşı sürerken Osmanlı ordusunda hizmet eden, kılavuzluk yapan, kelle kesen, dil (konuşturulacak esir) getiren ve yaralanan Sofyalı Mavridi’den cizye vergisi alınmaması emredilmiştir (BOA. C.ML 505/20516).
Osmanlı döneminde kale fetihlerinde veya savaş meydanlarında şehit olanlar için müstakil şehitlikler düzenlenmesi akla gelmezdi. Şehitlerin gömülü olduğu mezarlıklara saygı gösterilir, hürmetsizlikte bulunulmazdı ama, abide dikilmesi, kitabe konulması gibi ayrıntılar 19. yüzyılın sonlarında yavaş yavaş akıl edilecektir. Evliya Çelebi şehitlikler konusunda hassastır ve bu hassasiyeti belki de 17. yüzyıl Osmanlı toplumunun ondaki bir yansımasıdır. Gidip gördüğü yerlerde şehitliklerin hikâyelerini de anlatır. Denizli’de “Kırk Kardeş Çamı”, üzerine nurların indiği İstanköy şehitliği, Rodos Eğrikapı dışında cesedi taptaze duran yeniçeri ile Arap vilayetlerindeki sahabe şehitliklerini Seyahatname’sinde yâdeder.
Vehhabilerin yenilgiye
uğratılıp Mekke ve
Medine’nin yeniden ele
geçirilmesinden sonra II.
Mahmud’a “Gazi” unvanı
verildiğine dair Şeyhülislam
Dürrizade Abdullah
Efendi’nin fetvası. (yanda)
II. Abdülhamid ve gazi unvanı
Sultanlar sefere ordunun başında çıktıkları zamanlar, dönüşlerinde muhakkak “gazi” unvanı alırlardı. Satvet dönemlerinde pek kullandıkları görülmez, ama haklarında yazılmış eserlerde gazilikleri belirtilirdi. Sonraki yüzyılların padişahları sefere hiç çıkmadıkları halde hem gazi unvanını almışlar hem de paraları üzerinde olsun, Cuma hutbelerinde olsun belirtilmesine özel itina göstermişlerdir. II. Abdülhamid 1877-78’deki Osmanlı-Rus Savaşı sırasında gazi unvanı almış, hutbeler gazi unvanıyla okunmuş ve tuğrasının yanına da özenle bu unvanı yazdırmıştır.
En ilginç gazi unvanı ise Sultan II. Mahmud’a verilmiştir. Hicaz Arapları’nın Vehhabî bağlısı olanları III. Selim döneminde isyan ederek 7-8 yıl o bölgeyi ellerinde tutmuşlar, Osmanlı hacılarını Mekke ve Medine’ye sokmamışlardı. Nihayet 1813’te, II. Mahmud zamanında bölge Vehhabîler’in elinden geri alındı. Bu sırada II. Mahmud’a gazi unvanı verilmek üzere harekete geçildi ama, savaş iki Müslüman topluluk arasında olduğu için fetva metnine özel önem gösterildi. Dürrizade Abdullah’ın fetvasında Vehhabîler “İslâm iddiasında oldukları halde eylemleri şeriat dışında olduğu, Kuran ayetlerine Arapça kurallarına aykırı manalar verip anlamını değiştirdikleri, küfrü gerektiren batıl itikatlara sahip bulundukları için Millet-i İslâm’dan hariç oldukları, Ehl-i Sünnet Müslümanları tekfir ettikleri, hacıların mallarını yağmalayıp hac ibadetini engelledikleri, hac yollarını kapattıkları için katilleri vacip olduğundan, meydana getirdikleri bütün olumsuzlukları ortadan kaldırıp Mekke ve Medine’yi geri alan II. Mahmud’un Hadimü’l-Haremeyn olduğu şer’an tahakkuk etmekle fermanlarda, mahfiller ve minberlerde gazi unvanıyla anılmasının meşru olduğu” belirtilmiştir. (BOA. HAT, 1522/32)
Murad’ın gazi ve Evrenos’a Hatt-ı Hümayunu sureti
Osmanlının ilk dönemlerindeki gaza-gazi olgusuna önemli veriler sağlayan bir mektuptur. Kendi de Kosova’da şehit olacak I. Murad, Selanik- Gümülcine arasındaki bölgenin yönetimini ve
büyük bir kısmının mülkünü Akıncı Beyi Evrenos Bey’e verirken “Gazi” unvanıyla taltif eder (Kasım 1386).
Vatan kavramı ve değişen şehit tanımı
1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu sonrasında gayrimüslim tebaanın Osmanlı düzeninde iyileştirilen şartlarını 1856 Islahat Fermanı neredeyse dikensiz gül bahçesi haline getirmiş, cizye vergisini kaldırmış ama askerlik çağındakilere zorunlu askerliği de şart kılmıştı. Zira artık klasik İslâm tasnifi olan “darülislâm-darülharp” anlamını yitirmiş, korunması gerekli sınırları olan “vatan bilinci” yerleşmeye başlamıştı. Bu vatanı da müslim-gayrimüslim birlikte koruyacaktı. Böylelikle savaşlarda sürekli mağlubiyetlerle karşılaşılan 18-19. yüzyıllarda Müslüman nüfusun erimesinin de önüne geçilmek istenilir.
Bu devirde Osmanlılık adı altında müslim-gayrimüslim Osmanlı tebaasının din farklılığı dışında bir eşitsizliği olmaması doğrultusunda çalışılmaya başlandı. Buna rağmen Osmanlı ordusunda gayrimüslimlerin bulunması, daha çok Ahmed Cevdet Paşa gibi Müslüman devlet adamları tarafından hoş karşılanmıyordu. “Allah Allah sadalarıyla hücuma kalkan Osmanlı ordusunun içinde gayrimüslimlerin bulunması asla caiz değildir, tabur imamları yanına bir de tabur papazları mı koyacağız; bunlar savaşta ölünce şehit, yaralanınca gazi mi olacaklar” endişeleriyle gayrimüslimlerin zorunlu askerliği iptal edildi ve bunlardan askerlik yerine cüz’i miktarda bedel-i nakdi alınmasına karar verildi. Müslüman olup da “bedelli yapmak isteyenler”den ise çok yüksek miktarda para talep edildi. Böylelikle Osmanlı gayrimüslimleri müreffeh bir şekilde nüfuslarının erimesinin önüne geçerek, ticaret-ziraat-eğitim ve kültür-sanat alanlarında kendilerini geliştirdiler. Türk ve Müslüman nüfus ise şehit ve gazi olmayı büyük bir istekle sürdürdü.