Eski eserler (Âsâr-ı atîka) ile ilgili ilk nizamname 1869’da çıktı, aynı yıl Müze-i Hümayun resmen kuruldu. Osmanlı Devleti’nin, genel modernleşme projesinin bir parçası olarak eski eserlerin çıkarılması, korunması, sergilenmesi için attığı adımlar, Batılı bilim çevrelerinde rahatsızlığa yol açtı. Türkiye arkeoloji tarihinin bir yönü de, topraklarındaki eski uygarlıklara ait kalıntıların Türklerin “hakkı” olmadığını ileri sürenlerle yaşanan bu gerilimli ilişkilerdi.
Türkiye tarihinin en kötü anlarından biriydi. 22 Ekim 1912’de başlayan Balkan Savaşı’nda bir haftada bütün Rumeli toprakları kaybedilmiş, Bulgarlar 3 Kasım’da Çorlu’yu alarak İstanbul üzerine yürümeye başlamışlardı. Bütün dünya, Osmanlı hükümetinin kabullenmek zorunda kalacağı toprak kaybını ve ağır tazminatı bekliyordu. Bu beklentilere göre pozisyon alanlardan biri de New York Metropolitan Sanat Müzesi Başkanı, Amerikalı bankacı ve koleksiyoncu J. P. Morgan’dı.
Morgan, İstanbul’daki Müze-i Hümayun’un (bugün İstanbul Arkeoloji Müzeleri) koleksiyonunun satılacağını duymuştu. Konunun araştırılmasını ve bir uzmanın hemen Osmanlı başkentine gönderilmesini istedi. Amerikalı arkeolog Crosby Butler, bildiklerini ona şöyle aktardı: “Eğer Türkiye, başkentini elinde tutabilmek için yüksek bir tazminat ödemek zorundaysa, topu topu 100 Türk’ten fazlasını ilgilendirmeyen nesnelerden vazgeçmeye istekli olabilir.” Butler’a göre iş hemen kotarılmalıydı çünkü rekabet büyüktü: “Almanya ve Avusturya’nın İstanbul’da İskender’e ait olduğu söylenen lahdi almak için iyi bir teklif vermeye hazır adamları vardı.”
Birkaç hafta sonra, 20 Kasım’da Morgan, bankasının Londra’daki ortaklarından E. C. Grenfell’e bir telgraf yolladı: “Türk Hükümetinin, İskender’in lahdi de dahil olmak üzere İstanbul’daki müzenin bütün koleksiyonunu mantıklı bir fiyata satacağına inanmak için yeterince neden var. Mümkün olursa koleksiyonu toptan satın alabiliriz. Hem Almanya hem de Avusturya’nın rekabete girmesinden endişe ediyorum”. Koleksiyon Metropolitan Sanat Müzesi’ne aktarılacaktı.
Bu beklentilerin gerçekleşmediğini söylemeye gerek yok. Ancak önemli olan, bu dedikodu ve hesapların ardında yatan zihniyetti. Batı dünyasına göre, büyük bir bölümü Osmanlı topraklarında (Anadolu ve Mezopotamya) bulunan eski uygarlıklar (Babil, Asur, Yunan, Roma vb.), yeni Batı uygarlığının temelinde yatıyordu; dolayısıyla Batılılara ait olmalıydı. Bugün o topraklarda yaşayanların bu eski uygarlıklarla bir ilgisi yoktu; arkeoloji ve müzecilik gibi yeni yeni gelişen modern uğraşlardan da anlamıyorlardı. Oysa modernleşme çabası içindeki Osmanlı İmparatorluğu, 1860’lardan itibaren bu yeni dallara gittikçe artan bir ilgi duymaya, yatırım yapmaya başlamıştı; bu da Batılı arkeolog ve müzecilerin hiç hoşuna gitmemişti.
Zeynep Çelik’in geçen kasım ayında Koç ve Texas Üniversiteleri tarafından yayınlanan Âsâr-ı atîka: Osmanlı İmparatorluğu’nda Arkeoloji Siyaseti adlı son kitabı, 19. yüzyıl sonlarında Avrupalılarla Osmanlılar arasında arkeoloji, antik eserler ve müzecilik alanlarındaki ilişkilere odaklanarak, bu çekişmelerin ardındaki ideolojik ve siyasi tutumları irdeliyor. Batı ve dünyanın geri kalanı arasındaki çok yönlü gerilim burada da ortaya çıkıyor: Batı, bir yandan gerektiği kadar “modern” olmadığı için dünyanın geri kalanını eleştirirken, bir yandan da aynı ülkelerin modernleşme çabalarını ciddiye almıyor veya bundan rahatsız oluyor. Diğer taraf ise bir yandan Batı’nın izinden gidip onu yakalamaya çalışırken, bir yandan da bu çabalarıyla gereken alkışı almadığı için içerliyor.
1860’larda Osmanlı İmparatorluğu’nda devletin öncülüğüyle bir imparatorluk müzesi (Müze-i Hümayun) kuruldu ve ülke topraklarında Batılıların yaptığı arkeolojik araştırmalara gittikçe daha sıkı kurallar getirilmeye başlandı. Eski eserlerle ilgili çıkarılan her nizamname, bu arkeolog ve müzecilerin tepkisiyle karşılaştı. İlk büyük tartışma, 1874 nizamnamesinin çıkarılmasıyla başlamıştı. Bu yasaya göre, artık Osmanlı topraklarında arkeolojik araştırma yapıldığında, bulunan eski eserler üçe bölünecek, yarısı toprağın sahibine, yarısı kazıyı yapan yabancı arkeoloji ekibine, yarısı ise Osmanlı Devleti’ne ait olacaktı (Aynı yıl Yunanistan’da Almanların Olympia’da yapacakları kazı öncesi iki ülke arasında bir konvansiyon yapılmış, bulunacak eserlerin Yunanistan’a ait olacağına, Almanların bunların sadece replikalarını yapabileceklerine karar verilmişti).
Belli ki bu gelişmeler, Batılı arkeologların fena halde canını sıkmıştı. 1874 Nizamnamesi’nin çıktığı sırada, British Museum’un düzenlediği Ninova ve Nemrut kazılarının başında bulunan George Smith, artık bulduğu her şeyin yarısını Osmanlı Devleti’ne bırakması gerektiğini kendisine bildiren Musul Valisi’ni protesto etti. Nizamnamenin uygulanacağını anlayınca, Türklerin bu saçma kararıyla alay etti; bir yazıtın yarısı Londra’da yarısı İstanbul’da sergilenirse, ne işe yarayacaktı? Aslında George Smith haklıydı; bir yazıtın tamamı aynı yerde bulunmalıydı; ama nerede?
Osmanlı Devleti, bir yandan eski eserlerle ilgili yasaları çıkarırken, bir yandan da müzecilik alanında girişimde bulunuyordu. Müze-i Hümayun, 1869 Nizamnamesi’nin çıktığı yıl kuruldu. İlk koleksiyonlarından biri, New York Metropolitan Sanat Müzesi’nin de ilk koleksiyonlarından biriyle ortaktı: Bunlar Kıbrıs’tan çıkarılmış, Tunç Çağı’ndan Antik döneme kadar uzanan, eski Yunan, Mısır ve Yakındoğu uygarlıklarının izlerini taşıyan, pek çok eşsiz çanak çömlek, lahit ve heykelden oluşan eserlerdi. Cesnola koleksiyonu olarak bilinen bu eserlerin bulunuşu ve dağılışının hikayesi, 19. yüzyıl arkeoloji tarihinin de bir özeti gibiydi.
Müze-i Hümayun ilk yıllarını yaşadığı Aya İrini’den 1875’te Topkapı Sarayı’nın bahçesindeki Çinili Köşk’e taşındı. Çinili Köşk bir müzenin gereklerini karşılamak üzere restore edildi; girişe sütunlu bir revak eklendi ve 1880’de kapılarını açtı. New York Metropolitan Müzesi’nin de bugünkü binasını aynı yıl açması sadece bir tesadüf değildi. Büyük Avrupa müzelerine karşı, doğuda ve batıda iki yeni iddia ortaya çıkıyordu.
Sonraki on yılda, Yunan ve Osmanlı hükümetlerinin antik eser meselesini iyice ciddiye almaya başladıkları ortaya çıktı. Bu sırada Batılı entelektüel dergilerde yayınlanan pek çok yazı, bir kampanyanın başladığını, arkeolog ve müze yöneticilerinin kendi hükümetleri üzerinde Osmanlı hükümeti nezdinde harekete geçmeleri için baskı oluşturmaya çalıştığını gösteriyordu. Bu yazılar içinde en ilginç olanı, Fransız arkeolog Salomon Reinach’ın 1883’te Fransa’da yüksek tirajlı Revue des deux mondes dergisinde yayınlanan “Le vandalisme moderne en Orient” başlıklı yazısıydı. Başlık manidardı: “Doğuda modern vandalizm”. Reinach ilk Türk arkeologu diyebileceğimiz Osman Hamdi Bey’i iyi tanıyordu, hatta Osman Hamdi Bey Müze-i Hümayun’un müdürü olduğunda Reinach da müze katalogunun hazırlanmasında çalışmıştı. Revue des deux mondes’daki yazısında özetle “Yunan-Roma Doğusu’nun eski eserleri buraların yeni efendileri [Türkler] açısından önemsizdir” ve “Yunan uygarlığının mirasçısı olan Avrupa, onların elinden anıtları geri alma sorumluluğuna ve şerefine sahip olmalıdır” deniyordu. Reinach’a göre, Osmanlı yasaları Avrupalı araştırmacılar açısından adaletsizdi; Osmanlı devleti antik eserleri koruyacak ve saklayacak olanaklardan yoksundu, zaten onlarla da bir ilgisi yoktu; “Türk ırkının” kendi “ulusal sanatı” vardı, bu da Yunan-Roma geçmişiyle alakasızdı. İddiasına dayanak olarak, Çinili Köşk’teki müzeyi Türklerin çok nadir olarak ziyaret ettiklerini ve “paranın heykelleri saklamak için harcanması karşısında haklı bir hoşnutsuzluk” hissettiklerini söylüyordu.
Reinach Osmanlı fonlarının antik eserlerden harabe halinde terkedilmiş olan ama “Türk ırkının tarih karşısındaki onurunu” temsil eden İslâmi anıtlara yönlendirilmesini öneriyordu. Osmanlılara, “hayali engelleme” yasaları çıkarmaktansa sanat ticaretini serbest bırakmalarını ve ihracata izin vermelerini tavsiye ediyordu. Ellerindeki eski eserleri iki veya üç yılda bütün Avrupa müzelerinin temsilcilerinin hazır bulunacağı resmi satış alanlarında örgütlü olarak satışa çıkarmaları daha akıllıca olurdu. Sonra da bu parayı kendi anıtlarını restore etmek ve Avrupalılardan silahlar, Kütahya ve Bursa çinileri gibi ülke dışına çıkarılmış “eski Türk sanatının” artefaktlarını geri almak için kullanabilirlerdi. Çinili Köşk “dünyadaki tek Osmanlı sanatı müzesi” haline gelebilirdi.
Başlatmaya çalıştığı kampanya istediği sonucu vermedi; Osman Hamdi Bey, padişah 2. Abdülhamid’in tam desteğine sahipti. Böylece 1884’te yeni bir eski eserler nizamnamesi yürürlüğe girdi; buna göre Osmanlı topraklarında bulunan eski eserler, artık bölüştürülmeyecekti, hepsinin adresi Müze-i Hümayun’du.
Salomon Reinach, arkeoloji çevrelerinde uyarılarda bulunan yazılar yazdı; bu “anlamsız yasaklar” sonucu Avrupa’da eski eser fiyatlarının yükseleceğini, gizlice yurtdışına çıkarılmalarının engellenmeyeceğini iddia etti. Yunan ve Türk yasalarından söz ederek, “arkeolog gezginlere” öğütler verdi. Gerçi yasadışı hareket etmelerini, kaçakçılık faaliyetlerine girişmelerini doğru bulmuyordu ama, bir Milo Venüsü bulup da onu cesurca “güvenli bir yere” götürmeyi başaran bir gezgini de kutlayacaktı.
Amerikalı arkeolog James Theodore Bent’in 1888’de The Living Age dergisine yazdığı yazı da ilginçti. Osman Hamdi’yi överek başlıyor, ancak eserleri ülkesinde tutma konusundaki inatçılığına kızarak bitiriyordu. Bent’e göre, Osman Hamdi Bey “artık işler değişti” demişti, “yaşadığım sürece artık hiçbir şey ülke dışına çıkmayacak. Siz zengin İngiliz, Fransız, Amerikalılar kazı yapabilirsiniz ama bu, benim müzemi süslemek için olacak”.
Osmanlıların kendi topraklarında bulunan eski eserleri tutup kendi müzelerinde sergileme hakkını savunanlar da vardı. Bunlardan biri olan Alman Max Müller, Londra’daki The New Review’da yayımlanan yazısında eğer Osmanlılar Osman Hamdi’nin başlattığı ümit verici yıldan gidip daha sistematik çalışırlarsa, müzelerinin en iyi Avrupa müzeleriyle rekabet edebileceğini iddia ediyordu. Ayrıca Türklerin iddialarını “çok haksız” bulan Avrupa zihniyetiyle alay ediyordu. Benzer yasalar pek çok ülkede var olduğu halde, “sadece Türkiye’de bunlara karşı çıkmanın, hatta bunlara meydan okumanın haklı ve arkeoloji biliminin yararına olduğunu” düşünen Avrupalı arkeologları eleştiriyordu.
İstanbul’daki Düyun-u Umumiye Müdürü Vincent Caillard, Müze-i Hümayun ile ilgili İngiltere’de yayımlanan bir yazısında “İstanbul daha ulaşılabilir hale geldikçe, bilimadamları buraya gelecek, eski eserlerin tümünü bir bütün olarak ele almak için oradan oraya yolculuk etmek yerine, tek bir kaynaktan inceleyebilecekler” diye yazmıştı. Yani, eleştirilere rağmen, İstanbul’da kurulan müze, yavaş yavaş arkeoloji dünyası ve akademik çevrelerde ciddiye alınan, önemli bir kurum olarak kendini kabul ettiriyordu.
1887’de Osman Hamdi Bey’in Sayda’da (Lübnan) bulduğu lahitler nedeniyle yeni bir müze binası yapılmasına karar verildi çünkü bunlar Çinili Köşk’e sığmayacaktı. Osman Hamdi Bey, bürokratik engelleri padişahla olan özel ilişkisi sayesinde aşarak, gereken fonları sağladı. Çinili Köşk’ün karşısında, mimar Alexandre Vallaury’nin yaptığı, 64 metre uzunluğundaki yeni müze binası (kısa sürede buna ekler yapılacaktı) 1891’de halka açılınca, Müze-i Hümayun’un Osmanlı Devleti’nin arkeoloji dünyasındaki temsilcisi olarak yeri sağlamlaştı.
Batılılara göre müze “eski eserlere düşman bir halkın” bağrında bulunuyordu ama Osmanlı basınında müzeyle ilgili yayınlanan sayısız haber ve makale, yeni kurumu göklere çıkarıyordu. Gerek yeni bina, gerek Sayda lahitleri gazete ve dergilerde konu ediliyordu.
dergisi, yeni binanın açılışını haber verirken, ana girişin iki tarafında bulunan sergi salonlarının Avrupalı eşdeğerlerinin ilkelerine göre tasarlandığını belirtiyordu; buradaki lahitler en zengin Avrupa müzelerinde eşine nadiren rastlanan bir öneme sahipti. 1904’te arka arkaya yayımlanan üç sayı, Sayda lahitleri başta olmak üzere, müzenin bütün koleksiyonuyla ilgili ayrıntılı betimlemelere yer veriliyordu. Bunlardan Nevkaheran Lahdi’nin (Ağlayan Kadınlar Lahdi) müzeye girişi ayrı bir haber olarak verilmişti.
1895’te Malumat, İskender Lahdi’ni özel bir fotomontajla sundu; antik dönemin en çok sevilen eserleri, fotoğrafı daha büyük olan ortadaki İskender Lahdi’nin etrafında bir çerçeve oluşturuyordu. Bütün bu yazılarda, lahitlerin dünya arkeolojisi için ne kadar önemli olduğu vurgulanıyordu; Sayda kazısı “dünyanın her tarafında ihraç edilen bunca hafriyatın ve tahriyatın hiçbirisinde misli görülmeyen Sayda Keşfiyatı” olarak takdim ediliyor, arkeolojinin uygarlık için önemi vurgulanarak nihayet Osmanlı bilimleri arasına girdiği söyleniyor ve Osmanlıların bu alana katkılarının Avrupalılar tarafından da kabul edildiği belirtiliyordu.
Müze-i Hümayun, sonraki yıllarda ciddi bir yayın programı başlattı, pek çok katalog hazırlandı. İstanbul’a gelen her okumuş veya önemli insan, müzeye gelip özellikle lahitleri görmeden geçmiyordu. Ancak Türkler müzeye ne kadar geliyordu? Belli ki Türk ziyaretçi sayısı özellikle ilk yıllarda azdı. Ancak basın, bu konuda da etkili yazılar yayınlıyordu. 1895’te Servet-i Fünun’da çıkan “Müzelerden İstifade” başlıklı yazı, yeni fikirler ortaya atıyordu. Kemal adlı yazar, “daima halkın mizacına seslenmenin” müzelerin ön plana çıkmasında oynadığı önemli rolü vurguluyordu.
Yazar, ABD’de Smithsonian Enstitüsü’ndeki çalışmalarıyla tanınan, müzeci George Browne Goode’dan (“bir Vaşington müzesi müdürü Mister Gud”) söz ediyor, onun müzelerin demokratik birer kurum olması gerektiği yönündeki düşüncesine atıfta bulunuyordu. Müzelere ziyaretçi çekmek için, sergiler onları sıkmayacak ve sürekli çaba göstermelerini gerektirmeyecek şekilde tasarlanmalıydı. Kemal Bey, Osman Hamdi’nin akademik ve halktan uzak tavrını da üstü kapalı olarak eleştiriyordu. Ona göre müze müdürlerinin, repertuvarlarını sık sık değiştiren gazino ve tiyatro gibi eğlence kurumlarının yöneticilerinden öğrenecekleri çok şey vardı: “Ufak tefek eğlencelerle halk müzelere cezb edilmeli ki, bunlar istifade-i maneviyyesi de tamim ve temin edilmiş olsun.”
Günümüzde müzeciliğin Kemal Bey’in önerdiğine benzer şekilde kabuk değiştirdiğini söylemeye gerek yok; ancak elbette Müze-i Hümayun kendi bildiği yoldan gitti. Ama zamanla eğitim alanına girdi. İlk önce Fransızca basılan katalogların Türkçeleri çıkmaya başladı, Türkçe bir rehber yayımlandı, öğrenci grupları tıpkı Amerika ve Avrupa müzelerinde olduğu gibi müzeyi doldurmaya başladı. Öğrenci ve öğretmenler için ücretsiz giriş talepleri, eğitim gezilerinin boyutunu ortaya koyuyordu. Örneğin 1907’de Kızanlık’tan (Bulgaristan) ve İhsaniye’deki (Üsküdar) kız mektebinden, 1910’da Bulgaristan’daki bir Rum ruhban mektebinden, 1914’te Bursa Muallim Mektebi’nden gelmiş böyle talepler vardı. Hatta 1914’te müze yönetimi öğrenci kalabalıklarıyla başa çıkamaz hale gelmişti. Üç beş okulun ziyaretinin aynı ana denk gelmesi, “inzibat ve intizamın” sağlanmasını zorlaştırıyordu, öyle ki okul müdürlerinin ziyaretten bir hafta önce resmî bir mektupla kuruma başvurması istendi, böylece her okula belli bir zaman dilimi ayrılabilecekti. Öğrencilere önce bahçede kısa bir konuşma yapılıyor, müzecilik hakkında temel bilgi veriliyor, sonra grup müzeye alınıyordu.
Osman Hamdi Bey’in ölümünün (1910) ardından Müze-i Hümayun’un müdürü olan kardeşi Halil Edhem Bey, Osmanlı ve Osmanlı-öncesi İslam sanatına ve mimarisine büyük ilgi duyuyordu. 1914’te İstanbul’da bu konuda önemli bir girişim olarak Evkaf Müzesi’nin açılmasında rol oynamıştı. Şehbal dergisinde 1913’te bir dizi makale yayımlayarak okurlarının dikkatini ihmal edilen bu mirasa yöneltti. “Âsâr-ı atîka-i Milliyemiz Nasıl Mahvoluyor?” başlıklı yazısında, bahsettiği yerlere her yıl iki kere gittiğini, fotoğraflarla belgelediğini belirtiyordu. Örneğin Mimar Sinan’ın Gebze’deki Çoban Mustafa Paşa Camii’ni ikinci ziyaretinde, Mustafa Paşa’nın Mısır’dan getirdiği dört tunç fenerin çalınmış olduğunu farketmiş, durumu hemen Evkaf Nezareti’ne duyurmuştu. “Tabii bulunamadılar ve şimdi de unutuldu gitti. Kim bilir hangi müzeye yahut antikacı mağazasına dahil olmuşlardır! Fevkalade kıymetli eşya idi. Bir daha yerine konamaz”.
Halil Bey, “usul-i atika-i mimariyemiz” için büyük önem taşıyan binalarda yaşanan tahribata da dikkat çekti. Karamanoğlu İbrahim Bey Türbesi’nin, Beyhekim Camii’nin uğradığı felaketlerin sonu yoktu. 1910’da Konya mebuslarının teklifi üzerine Meclis, Beyhekim Camii’nin tamiri için 1.500 kuruş ayırmıştı ama tamirler felaketti: “O canım emsalsiz çini mihrabın yerine samanlı çamurdan bir mihrab” yapılmıştı ve “şimdi caminin içi bir yangın mahali gibi” idi. Seccadeler bile çalınmıştı. Halil Bey’e göre, talanın bir nedeni, kimisi muazzam binaların “bir adamcağızın eline” teslim olunmasıydı. Hırsızlığı önlemek için, en azından geceli-gündüzlü nöbet tutan iki-üç bekçi gerekliydi. Halil Bey, Edirne’den Irak, Suriye’ye ve Filistin’e kadar, sonsuz değerli eserlerimiz olduğunu hatırlatarak, bunların korunması için tek çözümün yeni bir kanun olduğunun altını çiziyordu.
Burada görüldüğü gibi, arkeoloji, müzecilik ve kültürel miras gibi modern kavramlar, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tarihimizin bir parçası olmuştu. Ancak aradan neredeyse birbuçuk yüzyıl geçmesine karşın, Batı ülkeleriyle dünyanın geri kalanı arasındaki gerilim sona ermedi. Bugün Türkiye, Yunanistan, Mısır, Kamboçya, Peru gibi ülkeler, Batı müzelerinde bulunan, kendi topraklarının geçmişine ait eserleri geri almak için uğraşmaya devam ediyor.
Batı’da ise, bunları vermemek için eskisinden farklı, ama aynı sonuca ulaşan gerekçeler ortaya atılıyor. Örneğin müzeler ikiye ayrılıyor: Ansiklopedik (veya hümanistik) ve milliyetçi. İlk kategori, tahmin edileceği gibi Batı müzeleri: Louvre, British Museum, Metropolitan veya Altes Museum’un “herkes için, bütün dünya için, yeni bir tür dünya vatandaşı yaratma yolu olarak” kurulduğu iddia ediliyor; “milliyetçi” müzeler ise dünyanın geri kalanında, “ulusal hükümetler” tarafından, “kendi işlerine yarayan kararlara” uymak üzere, ulus yaratma sürecinin bir parçası olarak tanımlanıyor. Bu görüşler ileri sürülürken, Avrupa’nın büyük müzelerinin arkasında, aslında yine belli politikaların, özellikle de imparatorluk ve üstünlük iddialarının yattığı gerçeği unutuluyor.
MÜZENİN SİMGESİ
İskender Lahdi’yle tanıtım kampanyası
İskender Lahdi sayesinde Müze-i Hümayun, Louvre Müzesi’nin Mona Lisa’sı gibi, kendi simgesini bulmuştu. Osman Hamdi Bey’in bu süreçte yarattığı gizemli hava, müzenin ününü arttırdı.
Osman Hamdi Bey’in 1887’de yaptığı Sayda (Sidon, Lübnan) kazısı, arkeoloji dünyasında Türklerin iddiasını güçlendiren en önemli girişimdi. En ünlüsü İskender Lahdi (İskender’e ait olmadığının bilinmesine rağmen böyle deniyordu) olan bu lahit dizisinin bulunması, sadece eserlerin güzelliği ve iyi korunmuş olmaları açısından değil, arkeoloji dünyasında çokrenklilik tartışmasına yeni bir boyut kazandırdığı için de önemliydi.
Lahitleri ilk gören Batılı, Sayda’daki Amerikan misyoner W. K. Eddy olmuştu. Gerçi yetkililer nekropolün bulunduğunu anlar anlamaz hemen mezar odalarını kapatıp mühürlemişti ama Eddy, “aceleyle şöyle bir bakabilmiş” sonra da hemen bir yazı yazarak Amerikan Arkeoloji Dergisi’ne yollamıştı. Osman Hamdi Bey, meraktan çatlayan yabancı bilimadamlarına karşı “lahitlerini” kıskançlıkla korudu. 1889’de Fransız arkeoloji dergisi Revue Archéologique’e bir ön makale yollayarak dört lahitten söz etti. Ardından İskoç arkeolog Hayter Lewis’e bir-iki fotoğraf yolladı.
Bu arada İstanbul’da bu lahitleri sergilemek için yeni müze binası yapılmaktaydı. Müze için, lahitlerin uyandırdığı ilgiden daha iyi bir tanıtım yöntemi bulunamazdı. Osman Hamdi Bey dramatik bir atmosfer yaratarak merak uyandıran bilgi kırıntıları sızdırdı, söylentilerin yayılmasını sağladı.
American Architect and Building News’da yayımlanan bir haberde, 11 lahdin sandıklarda beklediği, Osman Hamdi’nin şimdilik dördünden söz ettiği, yedisini yazacağı kitap için “ayırdığı” belirtiliyordu. İngiliz The Athenaeum dergisinde “Hamdi Bey’in bu çarpıcı eserlerle ilgili yayımlanacak çalışması, arkeoloji araştırmalarında yeni bir çığır açacak” deniyordu.
Müzenin açılmasına az kala, Osman Hamdi Bey, arkeolog John Punnett Peters’ı davet etti; binada inşaat devam ederken bodruma inerek orada depolanan lahitleri gösterdi. Peters’ın nutku tutulmuş ve kendinden geçmişti.
Süreç zirve noktasına ulaşmıştı, “bina artık bitti, lahitler sergilendi ve aynı anda Hamdi Bey’in çalışması da (Une nécropole royale à Sidon) çıktı”. İskender Lahdi sayesinde Müze-i Hümayun, Louvre Müzesi’nin Mona Lisa’sı gibi, kendi simgesini bulmuştu.
ARKEOLOJİ EMEKÇİLERİ
Kazı işçileri ilkel, arkeologlar ise bilim kahramanları!
İlk dönem arkeologları, halkın içinde yaşadığı antik yapılara ve eserlere “saygı” göstermediği kanısındaydılar. Köylülerle topraklarının geçmişi arasında akademik değil doğal bir ilişki olabileceği ihtimali hiçbirinin aklına gelmiyordu. Onlara göre kazı işçisi Rumlar aptal, Türkler ise tembeldi.
Arkeolojik çalışmalar her zaman, yerel halktan gelen ve bazen yüzlerce kişiye ulaşabilen bir emek gücüne dayanmıştı. Asar-ı Atika: Osmanlı İmparatorluğu’nda Arkeoloji Politikaları kitabının bir bölümü de sesleri hiç duyulmayan bu insanlara ayrılıyor. Osmanlı topraklarındaki kazılarda çalışan işçiler, merakla yabancı arkeologların yaşam tarzını izliyordu; kazıda bir şey bulunduğunda ise genellikle bunu sevinç gösterisiyle karşılıyorlardı. Örneğin, Austen Henry Layard’ın Mezopotamya araştırmalarında (1845-47), pek çok Arap ve Türkmen çalışmıştı. Layard’a göre işçiler keşfettikleri “sakallı adamları” birer cin olarak kabul ediyor, heyecanlarını aşiretlere özgü “savaş” çığlıklarıyla ifade ediyorlardı. Osman Hamdi’nin Sayda kazısında, iki yeraltı galerisinin birbirine kavuşması kutlanırken işçiler “hurra” diye bağırmış ve bir kaval eşliğinde “Arap havaları” söylemişlerdi. Siyah mermerden muhteşem bir antropoid lahdi bulununca “çılgınca çığlıklar” atarak dans etmişlerdi.
Sayda’da çıkarılan lahitler, bütün yöre halkının ilgisini çekmişti. Halk bunları o kadar görmek istiyordu ki, Osman Hamdi bir limon bahçesinde bir “eski eserler bahçesi” kurmak zorunda kaldı; lahitler burada bir süre sergilendi.
Sardis’te 1909’da yapılan kazıda Amerikalı arkeologlar, Sart şehriyle kalıntılar arasında bir demiryolu hattı kurdular. Hat bittiğinde, işçilerin çiçekler ve yeşil dallarla süslediği lokomotif bir zafer havası içinde kazıların olduğu noktaya götürüldü. Ancak arkeologlar hep yerel halktan şikayet ediyordu. 1863’te Efes’i kazmaya başlayan James T. Wood’a göre, Türkler güçlü, Araplar çevikti ama “son derece kavgacı”ydı, Rumlar ise hızlı ve akıllı olmalarına rağmen çok tembeldiler. Kıbrıs’ta kazı yapan Cesnola’ya göre, Rumların aptallığı, Türklerin tembelliğiyle yarışıyordu.
Bazı arkeologlar, aynı zamanda birer etnograf olarak yerel halkı da inceliyorlardı. İçlerinde yaşadıkları antik kültürden bihaber olduklarını iddia ettikleri bu insanlarda, bir yandan da o eski kültüre benzeyen öğeler buluyorlardı. Çoğuna göre yerel kültür donuktu, dinamizm ve değişiklikten nasibini almamıştı.
Arkeologlar, halkın içinde yaşadığı antik yapılara ve eserlere “saygı” göstermediği kanısındaydılar. Köylülerle topraklarının geçmişi arasında akademik değil doğal bir ilişki olabileceği ihtimali hiçbirinin aklına gelmiyordu.
Osmanlı döneminde arkeoloji siyaseti
Zeynep Çelik’in About Antiquities: Politics of Archeology in the Ottoman Empire adlı kitabı Texas Üniversitesi Yayınları, Türkçesi ise Asar-ı Atika: Osmanlı İmparatorluğu’nda Arkeoloji Siyaseti adıyla Koç Üniversitesi tarafından geçen sene sonlarında yayımlandı. Arkeoloji tarihine yönelik bir soruşturma olan kitap, New York Metropolitan Müzesi ile İstanbul Müze-i Hümayunu’nun kuruluşunu karşılaştırıyor; arkeolojik araştırmalarda hep perde arkasında kalan emek gücüne ve yerel halka, ayrıca kültürlerarası ilişkilere odaklanıyor.